Reha Öz: “Fenerbahçe’de Sorumluluk Almak İsterdim”

1994 yılında Dereağzı’nın kapısından içeri girerek Fenerbahçe’ye adım atan ve 2000 yazına kadar takımın genç oyuncularından olan Reha Öz; çubuklu forma altında yaşadığı dönemi, içinde ukte olarak kalan şeyleri ve üzücü ayrılık sürecini Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’a anlattı.

Reha Ağabey, öncelikle hoşgeldiniz. Röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için Salon Tribünü ekibi adına sizlere teşekkürlerimizi sunarız. 1978 doğumlu bir basketbolcu olarak, çocukluk ve gençlik yıllarınızı hangi şehirde geçirdiniz? Basketbola başlamanız hangi kulüpte, nasıl gerçekleşti?

Gençlik zamanım, 16 yaşına kadar Bursa’da geçti. Bursa Makospor altyapısı, basketbola başladığım yer. Ondan sonra, 1994 senesinde, 16 yaşında Fenerbahçe’ye transfer oldum. Bursa ve İstanbul diyebiliriz. 16 yaşımdan 22 yaşıma kadar, altı sene de Fenerbahçe’de oynadım. Basketbola başlamam, Bursa Makospor’da olmuştur.

1995-96 sezonuyla birlikte Fenerbahçe’de A Takım kadrosunda yer almaya başladınız. Bu süreç nasıl gerçekleşti? Takımla birlikte sahaya çıkmak nasıl bir histi?

Şimdi, 1994 senesinde Fenerbahçe’ye geldim. 1995 senesinde direkt A Takım’a çıkmak, bir de Bursa gibi bir yerden gelip, Makospor’dan Fenerbahçe’ye transfer olmak benim için çok büyük bir olaydı. Murat Didin sağ olsun, kendisi o zamanlar A Takım antrenörümüzdü. O beni A Takım’a aldı. Kendisinin çok büyük emeği var tabii, hakkını yemeyelim. İlk maçıma çıktığım zamanı hatırlıyorum, resmen dizlerimin bağı çözüldü. O kadar seyircinin önünde… Tabii bir de o zaman Abdi İpekçi’de oynadığımız maçlarda 15 bin kişi tribüne geliyordu, büyük maçlar, lig maçları, Avrupa maçları taraftarlarla doluydu. Muazzam bir duygu, yani bunu kelimelerle anlatmak çok zor.

İlk sezonunuz olan 1995-96 sezonunda lige play-off yarı finalinde veda ederken Koraç Kupası’nda çeyrek finali görmüştük. Fenerbahçe’deki ilk sezonunuzu nasıl geçmişti?

Ben Fenerbahçe’de iken çok fazla rol oyuncusu değildim, genç oyuncuydum o zamanlar. 1995 senesini düşünün, 17 yaşındayım. Bende de çok oynama beklentisi yoktu. A Takım’la antremanlara çıkalım, ağabeylerimize katkı sağlayalım, bütün amacımız oydu yani. Baktıysanız istatistikleri var mıdır bilmiyorum ama ondan dolayı tabii ki çok fazla oynama fırsatı bulamadım. Mesela Abdi İpekçi’de maçlara geldiğimiz zaman, hemen giyinip maça daha 1,5 saat kala sahaya çıkıp şut atıyorduk, ısınıyorduk, taraftarı görelim, o havayı soluyalım diye. Ondan sonra da maç boyunca benchte oturuyorduk, öyle oynama fırsatı bulamadık. Onun için tabii ki takımda olmak, Fenerbahçe’de forma giymek müthiş bir duygu ama açıkçası oynamak da isterdim. O, benim içimde kalmış bir ukte olabilir.

Abdi İpekçi’de bir maç öncesi. Reha Öz, 13 numaralı formasıyla.

Reha Ağabey, Abdi İpekçi’den bahsetmişken, ekleme yapmak isteriz: Gerçekten müthiş bir salondu. Forma giymiş oyuncularımızla röportaj yaptığımızda, salonun konusu açıldığında “Önemli bir maçta sahaya çıktığımızda bazen birbirimizin maç içinde sesimizi duyamıyorduk” diyen isimler de oldu. Murat Yosmaoğlu, kendisine selamlarımızı iletelim, çok değerli bir insandır kendisi, Spor Sergi ve Abdi İpekçi’nin yıkılması basketbolun kaybıdır ve bizim için çok büyük bir hayal kırıklığıdır” demişti.

Ben Spor Sergi’yi göremedim ama onu da hep öyle söylerlerdi. Dediğiniz gibi, Abdi İpekçi’nin yıkılması, orda ter akıtıp emek vermiş bir insan olarak bizi de üzdü.

Mesela bizim üst kuşaklarımız sürekli Spor Sergi’deki tribün ortamını anlatırlar, tahta koltuklar, salona giren rüzgarlar, balkonlu yerler… Tribün olarak Fenerbahçe ağırlıklı olduğunu hep anlattılar. Bir diğer deyimle, rakipleri tribünde de yeniyormuşuz. Büyüklerimiz bizlere bunu anlatıyordu, biz de arkadaşlarımıza Abdi İpekçi’de yaşadığımız ortamı dilimiz döndüğünce anlatıyoruz. Bizim de oralarda çok anılarımız vardır, 2000’li yıllar başta olmak üzere. Umarım basketbolun mabedi denilebilecek salonlar yeniden yapılır.

Zaten çok çoğaldı. Düşünsene, bizim oynadığımız zamanda Fenerbahçe, Efes Pilsen, Galatasaray, Ülker, bu takımlar maçlarını Abdi İpekçi’de oynuyordu. O zaman çok yaygın değildi. Şimdi baktığımız zaman, neredeyse hepsinin kendi salonları var. Fenerbahçe’nin kendi sahası var, Beşiktaş’ın kendi sahası var, diğer takımların kendi sahası var, Sinan Erdem Spor Salonu var, çoğaldı zaten salonlar. Bunun arasında Abdi İpekçi de kalabilirdi. Orası, çok tarihi ve mazisi olan bir yerdi.

Yıkılıyor, bir de şöyle bir şey, anılar da yıkılıyor…

Tabii ki öyle. Onun için her şey gidiyor. Orası bizler için farklı bir yer.

İkinci sezonunuz olan 1996-97 sezonunda lig maceramız play-off çeyrek finalinde Tofaş’a elenmemizle biterken, Türkiye Kupası finalinde Efes Pilsen’e mağlup olmuştuk. Şanssızlıklar, 1997-98 sezonunda da devam etmişti. Takımımız, play-off yarı finalinde Ülkerspor’a elenirken Efes Pilsen’e bu sefer Türkiye Kupası yarı finalinde kaybetmişti. Bu sezonları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabii bunlar çok eski sezonlar. Bunların benim için önemi büyük. Zaten o zamanlarda Fenerbahçe’de bir yapı vardı, yapısal olarak çekirdek bir kadromuz vardı. Bunu hep koruyorduk. Hatırlarsan Dallas Comegys, Henry Turner, dört sezon üst üste oynadılar yanlış hatırlamıyorsam. Onlar da benimle beraber 1995’te geldiler, 1998 ya da 1999’a kadar kaldılar galiba. Bunlar hep çekirdek kadroydu, takımımız bunları hep korudu. Ufak tefek eklemeler yapıldı, Türk oyunculardan giden oldu, gelen oldu. O zamanlar Efes Pilsen ve Ülkerspor basketbola çok yatırım yapan kulüplerdi. Bu takımlara elenmemiz çok da sürpriz değildi. Sonuçta takımımız o zamanlar şimdi olduğu konumda değil. Onun için çok şaşırtıcı sonuçlar değildi bunlar, hep beklenen sonuçlardı. Onları elememiz belki sürpriz olabilirdi.

Çünkü o dönemlerde Efes Pilsen, Tofaş ve Ülkerspor bayağı iyi kadrolara sahipti. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin, Tofaş bir ara Ülker ve Efes’ten iyi bir takımdı. Tofaş bütçe düşürdükten sonra oradaki oyuncular yine bu iki takıma gitmişlerdi.

Zaten Tofaş’ın bütçe düşürmeden önce şampiyon olduğu senede Rashard Griffith, David Rivers, Mehmet Okur, Alper Yılmaz gibi isimler vardı. Onlar şampiyon olduktan sonra kapatıldı.

Müessese kulüplerine baktığımızda Tofaş’ın da ayrı bir yeri vardır. Bir ekleme daha yapmak istiyoruz: “Müessese kulüplerine başkaldıran ilk takım Fenerbahçe’dir” diyebilir miyiz?

Tabii, kesinlikle. Galatasaray ve Beşiktaş o konuda Fenerbahçe’den biraz daha geride diyebiliriz. Fenerbahçe her zaman başı çekiyor.

Bu voleybolda da böyle. Vakıfbank olsun, Eczacıbaşı olsun, Ziraat Bankası olsun, onların rakipleri her zaman biz olduk. Basketbolda da o dönemin müessese takımlarına karşı hep biz varız. Kısıtlı bütçeler ile mücadeleler etmiştik, sizin de malumunuz.

Galatasaray ve Beşiktaş, belki o zamanlar Fenerbahçe’den de daha kısıtlı bütçelere sahipti.

1998-99 sezonu ise NBA’de yaşanan lokavt sebebiyle takıma yıldız isimlerin geldiği, lige yine yarı finalde havlu attığımız, Türkiye Kupası’nı finalde kaçırdığımız, EuroLeague’de ise son 16’ya kadar yükseldiğimiz bir yıldı. Avrupa’daki başarıyı ayrı şekilde değerlendirirsek, sizce bu sezonda neleri daha iyi yapmalıydık?

Doğru söylüyorsunuz. Bence 1998-99 sezonunda yapılan “Dream Team” Zan Tabak, Conrad McRae, Mahmoud Abdul-Rauf, ki geldiği zaman hakikaten bir NBA yıldızı. Michael Jordan, bir röpörtajında en çekindiği adam olarak Abdul-Rauf ismini söylemiş. Büyük oyuncu, bence o zamanlarda ülkemize gelmiş en önemli oyunculardan bir tanesi. Onların yanında işte İbrahim Kutluay, Levent Topsakal, Zaza Enden, bunlar değerli isimler. Yani yapılan transferler “Dream Team”di, ama nedense o sene kimya çok tutmadı, tabii bu isimleri bir araya getiriyorsun ama kimyayı da oluşturmak lazım.

Yani antrenör Murat Ağabey’di (Murat Özgül), kaçıncı hafta hatırlamıyorum ama dokuzuncu haftada falan ayrıldı ve yerine Halil Üner geldi. Halil Ağabey de gelince takım tamamen değişti, Marko Milic, Goran Kalamiza ve George Gilmore geldi. Sezon ortasında takımın neredeyse yarısı değişti. Bunların da etkisi olmuştu, iyi bir başlangıç bekliyordu herkes. Çok iyi bir bütçe ile başladık, iyi bir takımla sezona başlayıp, kötü gidip ondan sonra sezonun ortasında koç değişikliği, oyuncu değişikliği…. Bu son kaçınılmaz oldu, gayet normal bence.

Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı, 1998-99 sezonu. Reha Öz, en üst sıranın en solunda. Kaynak: ayaktakileroturanlar.com

Sizinle beraber o dönemde oynamış diğer oyunculara da bu sezonu sorduğumuzda, aynı cevabı veriyorlar. “Oyuncular iyiydi ama bir sistem, plan veya rota yoktu” demişlerdi.

Ne kadar para harcarsan harca, adam oynamıyorsa olmaz. Sonuçta o atmosferi ve doğru kimyayı oluşturabilmek lazım. Takım sporu sonuçta, ne olursa olsun kimya oluşturmak lazım. Ki görüyorsun, mesela bu seneki Efes. İki senedir ne güzel bir kimya oluşturdular, düzgün bir oluşumla gerçekten iyi oynuyorlar, iyi görüntü veriyorlar. Önemli olan kimya. Doğru insanları, doğru oyuncuları bir araya getirebilince sonuç böyle oluyor.

Mesela biz de 2014-15 sezonunda bir kadro kurduk, Final-Four’da Real Madrid’e elendik. 2015-16 sezonunda Gigi Datome, Pero Antic gibi isimler geldi, finalde kaybettik. Onlardan sonra ertesi sezon bunun meyvesi, şampiyonluk ile geldi. 2017-18 sezonunda finale kadar gittik ama 2018-19 sezonu itibarı ile artık o kadroda doymuşluk vardı. Kesinlikle kadro olarak biraz değişime ihtiyacımız vardı.

O başarı geldikten sonra takımda önemli rolleri olan oyuncular gitti. Mesela şampiyon olduktan sonra Ekpe Udoh, ne kadar önemli bir oyuncuydu, gitti. Bogdan Bogdanovic, Nemanja Bjelica, keza Nicolo Melli. Kemik oyuncuları kaybetmemek lazım. Kişiliğini, karakterini bilemeyiz ama Udoh’un takım için o sezon önemli bir rolü vardı. Çok önemli bir halkaydı.

Şampiyon olduğumuz sezon bazında konuşursak, takım inişli çıkışlıydı, tam kadro olamadık, Bogdan Bogdanovic’in sakatlığı oldu. Yani tam kadro olamamıştık, tam kadro olduğumuz zamanda da Panathinaikos’u play-off’ta süpürdük.

İşte bir kişinin eksikliği belki de çok fazla etkilemiyor, ama bu seneye bak, mesela Jan Vesely örneği vereyim. Kendisinin olmadığı her maçı kaybediyorsun. Tamamen Vesely ve Nando De Colo endeksli bir takım. Şampiyon olduğumuz senede ise bir oyuncu ya da iki oyuncu sakat olsa bile takımın geri kalanı, o isimlerin yokluğunu hissettirmiyordu. İşte bu şekilde takım oluyorsun. Bu şekilde başarı geliyor. Umarım ilerleyen zamanlarda daha başarılı oluruz.

Yine bahsi geçen 1998-99 sezonunda Avrupa’da oynadığımız ve kazandığımız Zalgiris Kaunas maçındaki takım ve taraftar ortamı nasıldı? Ek olarak George Gilmore’un üç serbest atış kaçırdığı Tofaş serisinde, o anda neler hissetmiştiniz?

Dediğin gibi, Abdi İpekçi’de oynadığımız Zalgiris maçının atmosferi mükemmeldi, 15 bin kişi vardı. Düşünsenize, her yer sarı-lacivert… Zalgiris takımı o sene yanlış hatırlamıyorsam şampiyon oldu, onları yenen tek takım da biz olduk. 22 sene oldu, çok zaman geçti. Ama muazzam bir atmosferdi, tarif edemeyeceğim kadar güzel bir atmosferdi. Kazanmak zaten ayrı güzeldi.

Tofaş maçına gelince, Tofaş çok iyi bir takımdı. Gilmore’un o pozisyonunda faulü çıkartması bile ekstrem bir durum, ki kaçırması da çok beklenmeyecek bir şeydi. Biz Gilmore o faulu aldığında, daha doğrusu faulü kazandıktan sonra “Maçı aldık” gözüyle baktık zaten, kaçırması çok enteresan. O andaki hislerimi çok net hatırlamıyorum ama üzüldük.

Gilmore bir de kısa, yani guard, skorer bir oyuncu. Bu tür oyuncuların serbest atış kaçırması ilginç olur.

Darüşşafaka’da sayı kralıydı zaten. Daçka’da oynadığı sezon, ki kaçırması dediğim gibi çok enteresan, ama işte son saniye, o atmosfer… İşte kolay bir şey değil, oyuncu psikolojisinde orada elin titremeden o faulü atabilmek çok kolay bir şey değil.

Mesela serbest atış konusunda Nando De Colo çok temiz atar. Size de sormak isteriz, serbest atış atmak özellikle kritik maçlarda zordur, değil mi Reha ağabey?

Tabii, titrememen lazım. Elin titrememesi lazım ki o gilmiore maç bitmiş düşün yani maç biti artık faul çalındı. Aynen orada atacaksın maçı kazandıracaksın. Atamazsan kaybedeceksin.

O dönem Avrupa maçlarındaki tribün atmosferi nasıldı, özellikle Real Madrid ile oynanan EuroLeague maçı nasıl geçti?

Her maçta full oynuyorduk, neredeyse 15 bin kişi oluyordu. Abdi İpekçi, en üstlerine kadar dolu oluyordu. Güzel, çok güzel atmosfer oluyordu. Genç oyuncu olarak, ısınmalara çıktığımız anlarda bile tüylerimiz diken dikendi. Fenerbahçe tribünü hiç susmuyordu, Abdi İpekçi inliyordu.

2 Mart 1999, Fenerbahçe – Real Madrid, Abdi İpekçi Spor Salonu. Kaynak: kirmizikrampon.blogspot.com

Küçülmeye gidilen 1999-2000 sezonu ise, kulüpteki son sezonunuz oldu. Takım, lig play-off’larına ve Türkiye Kupası’na ilk turlarda veda etti. Bu sezondaki mücadeleye ve yaşanan zorluklara dair neler söylersiniz?

Dediğiniz gibi, Dream Team zamanından sonra kurulan takımın beklentileri karşılamaması normal. Zan Tabak’lar, Conrad McRae’ler Mahmoud Abdul-Rauf’lar, İbrahim Kutluay’lar, Levent Topsakal’lardan sonra kurduğun takımda bu, çok normal bir sonuç. Belki de bir önceki sezonun yarısından bile daha düşük bir rakama, küçülmeye gidildi. Atıyorum, 10 milyon dolar harcadıysan belki 3 milyon 4 milyon dolar harcadın, ki beklenen kaçınılmaz son.

2000 yazında Fenerbahçe’den ayrılarak İTÜ’nün formasını giymeye başladınız. Kulübümüzden ayrılma sürecinizi anlatmanız mümkün müdür?

Benim için çok üzücü bir olay tamamen. Nasıl diyeyim… Kötü, çok kötü bir şekilde ayrıldım ben Fenerbahçe’den, hiç istemediğim bir şekilde ayrıldım. O sene Nihat İziç antrenör oldu, Remzi Dilli de genel menajer oldu, onlar benim genç milli takımlarda hem antrenörüm, hem de genel menajerlerimdi. Beni de çok da iyi tanırlar. O sene genç yaşım bitti, normalde 22 yaşına kadar Fenerbahçe’de genç oyuncu olarak oynadım, kadroda bulunma zorunluluğum vardı. Remzi Dilli bana yazın Biz genç oyunculara çok önem veririz, seni de çok severiz, bu sene seni takımda tutacağız ama sana kontrat yapmayacağız, lisans çıkarmayacağız; ölmeyeceğin, yaşayacağın kadar para da vereceğiz” dedi. Rakam konuşulmadı bile. Burada antrenman yapacaksın, antrenman yaptıktan sonra kendini beğendirirsen bir sonraki sene belki kontrat yaparız” gibi bir konuşma yaptılar. Bir oyuncuya yapılacak bir konuşma değildi bu. O zamanlar tabii ki böyle menajerlik sistemi yoktu. En azından benim menajerim yoktu, bu konuşmalar oyuncu ile yapılıyordu. Dolayısıyla böyle bir konuşmanın üzerine, hiçbir oyuncu böyle bir şeyin içinde bulunmak istemez.

Levent Topsakal sağ olsun, o zaman Fenerbahçe’nin oyuncusu olduğum için beni satış listesine koydular. O zamanın parası ile 50 bin TL diye hatırlıyorum. Düşünsenize, 22 yaşındayım, o zaman benim aldığım para belki 12 bin TL. Kulüp beni 50 bin TL’ye satış listesine koydu. Genç oyuncuya 50 bin TL verecekler, bonservisini alacaklar, bir de oyuncuya para verip takımlarına alacaklar… Kimse almaz normal olarak. O sene işte Levent Ağabey sağ olsun, benim bu durumundan haberdar olmuş, nasıl olduğunu bilmiyorum. Beni aradı, Durumunu biliyorum” dedi. Fenerbahçe’de İbrahim Kutluay da sözleşmesi olmasına rağmen kontratını yenilemedi, oynamak istemedi. Yunanistan’a gittiği sene Türkiye’ye dönebilir diye kontratını devam ettirdiler. Yani, yaptıkları transfer sonrasında da Türk oyuncularla sözleşme yapma hakları kalmadı. Biz de bizi satış listesine koydukları için noterde ihtarname çektık, Bizimle şu tarihe kadar sözleşme yapın, eğer yapmazsanız biz sözleşme yapmaya geliyoruz” dedik. Bunların da Türk oyuncuyla sözleşme yapma hakkı olmadığı için serbest kaldım. Levent Ağabey o sene İkinci Lig’de, İTÜ’de oynayacaktı, ben de onun sayesinde İTÜ’ye transfer oldum. Üzücü oldu benim için, bayağı üzücü oldu.

Fenerbahçe’de geçirdiğiniz beş sezonda Henry Turner, Dallas Comegys ve İbrahim Kutluay gibi yıldızlarla beraber oynadınız. Beraber sahaya çıkmaktan ve takım arkadaşlığı yapmaktan en keyif aldığınız isimler kimlerdi?

Hepsini ayıramayız, elbette öne çıkan isimler var. Yabancı olarak tabi ki Dallas ve Henry, çünkü A Takım’a çıktığım seneden ayrılıncaya dek, oynadığım zamanın çoğu onlarla geçti. Dallas benim için çok önemli, yabancı oyuncu gidebilir ama Dallas ve Henry’nin bana kattıkları muazzam şeylerdi, benim için çok önemli şeylerdi. Basketbol, kişilik, her bakımdan çok önemli değerler kattılar. Onun dışında tabii ki de rahmetli Conrad McRae mükemmel bir kişilikti, mükemmel bir insandı, Allah rahmet eylesin, muazzam bir insandı. Keza Zan Tabak keza çok iyi bir insandı.

Levent Topsakal’ı zaten anlatmama gerek yok. Basketbol camiasında kendisini herkes biliyor. Muazzamdır, benim için çok çok önemli bir yerdedir kendisi. Tabii ki de hepsi takım arkadaşlarım, hepsi ayrı değer, beş sezonda oynadığım bir sürü insan var. Hepsini ayırmak zor. Ayırdığım zaman, isim isim söylediğim zaman bunları söyleyebilirim ama ama hepsi birbirinden değerli insanlar.

Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı, 1996-97. Reha Öz, 12 numaralı formasıyla. Kaynak: basketfener.blogspot.com

Levent Topsakal için ayrı bir parantez daha açalım: Dediğiniz gibi çok iyi, içi dışı bir olan bir insan. Her şey dilindedir, söylediklerinden de çekinmeyen bir yapıya sahiptir. Kendisiyle röportaj yaptık, sonrasında kesilmesini istediği bir yer olup olmadığını sorduk, Hepsini yazın kardeşim demişti. Röportajı yayınladıktan sonra bizi aradı, fırça atacağını zannettik, bize teşekkür etti. “Neden?” diye sorduk, “Siz hiçbir şeyi kesmeyip her şeyi olduğu gibi yazmışsınız, bunun için size çok teşekkür ederim, röportaj verdiğim her ekip benim sözlerimi kesti, siz kesmemişsiniz, helal olsun. Başarılarınızın devamını dilerim” demişti. Biz de olması gerekenin bu olduğunu söyledik. Bu röportajlar sayesinde dostluklar kazanılıyor. Bu, harika bir şey.

Delikanlı adamdır. Hiç geri vitesi yoktur.

Fenerbahçe forması altında oynadığınız en unutulmaz maçlar hangileriydi?

Bizim zamanımızda Galatasaray maçları ayrı bir önemliydi. Her zaman derlerdi ki “Fenerbahçeli olacaksan, Galatasaray’a karşı mutlaka kazanacaksın”. Bizim zamanımızda hep öyleydi. Galatasaray maçlarında hem atmosfer, hem de oynanan basketbol üst düzey olurdu. O ortam çok güzel oluyordu. Tabii ki bunun yanında Beşiktaş maçları. Bu takımlar üç büyükler olduğu için kendi aralarındaki tüm maçlar güzel oluyordu, bizim açımızdan hep eğlenceli ve keyifli geçiyordu. Efes ve Ülker ile oynanan maçlarda da iyi oyun oluyordu ama taraftar açısından Galatasaray ve Beşiktaş gibi olmuyordu. Sadece bizim taraftarımız oluyordu. Efes’in çok az bir kısımda taraftarı oluyordu. Yani o büyüklerin maçları hep çekişmeli geçerdi. Karşıyaka maçları, özellikle İzmir’de oynadığımız maçlar. Acayip bir atmosfer oluyordu, yani bu maçlar hep zevkli ve güzel geçiyordu.

Galatasaray, Beşiktaş ve Efes maçlarının takım için önemi neydi?

Maç ayırmıyorduk, diğer maçlara nasıl hazırlanıyorsak bu maçlara da böyle hazırlanıyorduk. Sonuçta bütün rakipler bizim için değerli. Her maça kazanmak için çıkıyorsun, kazanmak için hazırlanıyorsun, ekstra olarak yaptığımız bir şey yoktu. Rutin bir şeyimiz yoktu, normal antremanımızı yapıyorduk. Tabii ki maçlarda ayrı bir hırs oluyordu. Galatasaray ve Beşiktaş maçları olsun; Efes, Ülker veya Karşıyaka maçları olsun. Sonuçta bunlar büyük maçlar, kazanması da zor olabiliyordu. İzmir’de oynadığımız Karşıyaka maçını kazanmak çok kolay bir şey değil, ki halen öyle. Karşıyaka’nın seyircisi mükemmel. Karşıyaka’da da oynadım, formasını da giydim, hem o takımda oynayıp seyircisini hissetmek, hem de rakip olarak o seyirciyi hissetmek mükemmel bir duyguydu.

Fenerbahçe forması altında “keşke” dediğiniz olay veya olaylar oldu mu?

Röportajımızın başında da söylediğim gibi, Fenerbahçe’de genç oyuncu olarak kaldım, hiç rol oyuncusu olamadım, o rolün içerisine giremedim. “Keşke” dediğim tek şey odur. Fenerbahçe forması altında sorumluluk alabilmek isterdim. Fenerbahçe’den ayrıldıktan sonra oynadığım takımlarda önemli rollerde oynadım, çok süreler aldım, çok sorumluluklar aldım. Bunu Fenerbahçe’de de almak, o taraftarın önünde onları da yaşamak isterdim…

Kulübümüzde geçirdiğiniz süre zarfında saha dışında yaşadığınız ilginç, unutulmaz bir olayı anlatabilir misiniz?

Saha dışında yaşadığım ekstrem bir olay…. 2000’de ayrılmışım, sene 2021 olmuş. Fenerbahçe’ye 1994 senesinde geldim, onu da düşünürsek neredeyse 27 sene. Hatırlayamadım. Gerçi saha dışında da öyle, diyorum ya o zamanlar hep genç oyuncuyduk. Nasıl katkı veririz, Fenerbahçe ile ilgili neyi iyi yapabiliriz, bütün derdimiz buydu. Çünkü takımları düşündüğün zaman İbrahim Ağabeyler, Levent Ağabeyler, Serdar Ağabeyler… Bunlar varken bize zaten pek fazla bir şey gelmiyordu. Diyorum ya, tek ezikliğim, tek keşkem bu. Keşke Fenerbahçe’de o rolün içerisine girebilseydim, o sorumluluğu alabilseydim, daha iyi yerlere gelebilseydim, her zaman tek keşkem budur. Onları yaşayamadım Fenerbahçe’de. Altı sene yani, ekmeğini yedim. Fenerbahçe’yi hiçbir zaman unutamam, bir de çocukluğum. Düşünsenize, 16 yaşından 22 yaşına kadar, altı sene, önemli bir zaman yani.

Fenerbahçe, sizin döneminizde maçlarını Abdi İpekçi Spor Salonu’nda oynuyordu. Abdi İpekçi’deki atmosfer ve taraftar desteği, sizin için ne anlam ifade ediyordu?

Konuştuğumuz gibi, yıkılması burukluk. Çok değişik ya, biz her maçı orada oynuyorduk, çok güzel anılarımız var o salonda. Zalgiris’i orda yendik, geçirdiğim sezonlar, oynadığım bir ton maç, o zamanlar çok fazla salon olmadığı için bütün maçlarımızı Abdi İpekçi’de oynuyorduk. Anadolu Yakası’nda bir Caferağa vardı, bir de Haldun Alagaş. Bir sene orada da oynandı, gerçi ben gittikten sonra orada oynandı. 2000/2001 sezonunda oynandı. Bir ara Caferağa’da da oynadık biz. Ki gelen takımları hatırlarsınız, o zaman Kinder Bologna geldi. Yani Dejan Bodiroga ve Antoine Rigaudeau vardı, kaybettiğimiz maç mesela. Yani o takımla Caferağa’da maç oynadık, düşünün. Abdi İpekçi çok önemli bizim için, önemli bir salon.

Fenerbahçe’miz, sizin de bildiğiniz gibi, 2000’lerin başında yatırımlarını büyüten ve müzesinde Euroleague kupasını barındıran bir kulüp olarak son yıllarda Avrupa’nın devlerinden birisi haline geldi. Bu gelişimi nasıl görüyorsunuz?

Obradovic’in gelmesiyle beraber Fenerbahçe seviye atladı. O zamana kadar hedef hep Final-Four’a katılmaktı. Bir Final-Four’a katılalım, orayı görelim”, derdimiz oydu yani. Obradovic geldikten sonra yatırım da arttı. Bu arada bunun en büyük sebeplerinden birisi Murat Ülker’dir, yaptığı yatırım ve verdiği destekle seviye atlandı. EuroLeague şampiyonluğu geldi, her sene Final-Four’a gidilmeye başlandı, ki bu sene gidemedik, üzücü oldu. Ama Fenerbahçe Avrupa’da adını çokça andıran bir takım oldu, seviye atladı.

Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Fenerbahçe gibi büyük bir camianın formasını giymek benim için ayrı bir keyif, ayrı bir zevk. Fenerbahçe’de ismimin geçmesi bile benim için ayrı bir gurur, şu anda bile bunları söylerken tüylerim diken diken oluyor. Fenerbahçe’nin yeri benim için tartışılmaz, vazgeçilmez, hiçbir zaman doldurulmaz. Ben artık basketbolumun son noktalarına geldim. Bundan sonra hayatıma nasıl yön vereceğimi durumlar ve şartlar belirleyecek. Ama Fenerbahçe’de olmak, benim için her zaman bir ayrıcalık.

Sizin gibi değerli bir isimle röpörtaj yaptığımız için çok mutluyuz. Bize vakit ayırdığınız için size çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Başarılarınızın devamını dilerim.

Reha Öz: “Fenerbahçe’de Sorumluluk Almak İsterdim”” için bir yorum

  1. Reha Öz’ler kolay, kolay yetişmiyor… Türk basketboluna katkı sağlarken, genç nesile de örnek oluyorlar.. Ata’mızın dediği gibi; sporcunun ahlak örneği Reha ÖZ.. Yıllarca parkelere verdiği emeklerden, ahlak sergilerinden dolayı kendisine, basketbol sever olarak teşekkürler eder, yaşamında başarılar dilerim…

    Beğen

Yorum bırakın