Ferhan Baras: “Fenerbahçe’de Fenerbahçeliler Yoksa Takıma Ruh Veremezsin”

RÖPORTAJI PODCAST OLARAK DİNLEMEK İÇİN: Spotify / YouTube

Kulübümüze saha içi ve dışında verdiği büyük katkılarla Fenerbahçe basketbolunda 1960 ve 70’li yılların unutulmaz isimlerinden biri haline gelen, bir sporcudan daha fazlası olan 1942 doğumlu eski milli basketbolcumuz Ferhan Baras, Salon Tribünü Ekibi’nden Erdi Tiran ve Baran Arslan’ın sorularını cevapladı.

• Ferhan Bey, öncelikle Salon Tribünü ekibi olarak röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için sizlere teşekkür ederiz, hoşgeldiniz. 1942 yılında İstanbul’da dünyaya geldiniz. Çocukluğunuz ve gençliğiniz nasıldı? Hangi okullarda okudunuz? 

İstanbul’da, Beşiktaş kulübünün tam karşısındaki Maçka Valideçeşme’de dünyaya geldim. İlkokulu Akaretler’deki Turgut Reis İlkokulu’nda okudum. Ortaokul ve liseyi Avusturya Lisesi’nde okudum. Sonra üç sene Viyana, Avusturya’ya gittim. Viyana’da okumaya çalıştım, tabii bu basketbol yüzünden son senede kovuldum. İstanbul’da İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim. O arada da iki üç tane lisan öğrendim.

• Basketbola kaç yaşında, hangi kulüpte başladınız? Bu spora başlama hikayenizi bizlere anlatabilir misiniz?

Ben kaleci duruyorum. Sabri Kiraz var, Amatör Genç Milli Takım’ın antrenörü. Rumeli Hisarı’nda da bir gençlik kulübü var. Rumeli Hisarı Gençlik Kulübü’nde de hem futbol, hem basketbol takımı var. Fakat ben futbol oynamayı, özellikle kaleci olmayı çok seviyorum. 1956 senesiydi zannedersem, Beyrut’ta Akdeniz Oyunları vardı. Oraya beni aday kadroya çağırdılar, fakat beni evden bırakmadılar. “Futbol, it kopuk sporuymuş” gibi bahanelerle izin vermediler. Ben de zaten iki arada, bir derede kalıyordum zaten. Basketbol takımı vardı, onlarla da her hafta, kör topal basketbol oynuyorduk ama ben basketbolu bilmiyordum. Bir gün bunların adamları yoktu, beni de adam bulunsun diye kadroya aldılar. Sonra Teknik Üniversite’de (İTÜ) bir maç vardı, o maçta ben yine oynamıyorum, kenardayım fakat Teknik Üniversite’den Muammer Karabey diye bir yetkili geldi, “Sen basketbol oynar mısın?” diye sordu. “Oynarım” dedim ben de. Onun üzerine basketbol, Teknik Üniversite’de şakayla karışık başladı. Rumeli Hisarı’nda, kenarda adam olsun diye beni oraya buraya götürüyorlardı.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

• 1963 yılında Fenerbahçe Basketbol A Takımı’nın kadrosunda yer almaya başladınız. Fenerbahçe’ye geçişiniz nasıl gerçekleşmişti? Maçlara çıkmaya başladığınızda neler hissettiniz?

Fenerbahçe’de oynamak tabii ki bir hayaldi, çünkü Samim Göreç benim annemin çocukluk arkadaşıydı. Tabi o arada Muhtar Sencer (Baba Muhtar) var bir de Mevlüt var, soyadını bilmiyorum. Gümüşsuyu’nda bir Fenerbahçe Cemiyeti var. Bunlar benim peşime düştüler, diyorlar ki “Teknik Üniversite’den bize gel, bizde oyna”. Fakat o arada da basketbol bu, enteresan bir şey. Galatasaray’dan Ali Uras ve Ali Kazaz, buraya (Ferhan Baras’ın yaşadığı yalı) denizden geliyorlar. O arada dedem sağ, diyor ki bana “Ne istiyor bunlar?”. Adamın aklı ermiyor tabii, “Transfer falan ne demek?” diyor. Ben de dedim ki “Samim Abi işte”. “Kim bu Samim, çağır bakayım, bizim Samim mi?” dedi. Samim Abi’yi çağırdılar, geldi, işte böyle böyle, basketbol şudur budur… Samim Abi diyor “Fenerbahçe otuz bin lira veriyor”. Dedem dedi ki “Samim karıştırdın işleri herhalde, bu top oynayacak, ne parası? Top parayla mı oynanırmış?”. Samim Abi kem küm etti. O sırada annem geldi. Oturdular, konuşuyorlar Samim Abi ile. Dedem yine atladı, “Sen top oynamayacak mısın oğlum, top oynayan adamın parayla ne işi var? Topu ister oynarsın ister oynamazsın. Top keyif işi değil mi?” diyor bana. Aşağıdaki bahçıvan Galatasaraylıları deniz kenarından kovdurdu. Samim Abi, Baba Muhtar ve Mevlüt; Otomatik Hadi Birahanesi’nde bana şakayla karışık sözleşme imzalatıyorlar. İşte benim Fenerbahçe’ye gelişim böyle şaka gibiydi, planlı programlı değildi. Sadece roman gibiydi.

• 1974-75 sezonunda verdiğiniz arayı saymazsak, Fenerbahçe’mizde 1963-1978 yıllarında forma giydiniz. 14 sezon boyunca Mehmet Baturalp, Hüseyin Kozluca, Tuncer Kobaner, Erol Demiroma gibi önemli isimlerle beraber oynadınız. Birlikte parkeye çıkmaktan ve takım arkadaşlığı yapmaktan en keyif aldığınız, sizde en çok iz bırakan isim kimdi?

Benim kafamda iki tane adam var. Bir tanesi Tuncer Kobaner. Bir gün Galatasaray maçı oynuyoruz, o dönem rahmetli İsmet Uluğ da başkan. Bizim Fenerbahçe formasıyla ilk Galatasaray maçımız. Yani ilk kez Fenerbahçeli olacağız, milli olacağız. İlk devre oynanıyor, on sayı gerideyiz. Rahmetli İsmet Uluğ geliyor soyunma odasına, “Ne yapıyorsunuz, ne oluyor böyle” gibisinden bir konuşma yapıyor. Samim Abi anlatıyor falan. O arada Tuncer Abi (Baba Tuncer) çok sinirleniyor. “Siz çıkın dışarı” diyor. Herkesi çıkartıyor, “Otur sen burada, p…ç kurusu” diyor bana. Ben de takımın en küçüğüyüm, bir şey diyemedim, oturdum. “Bana bak p…ç kurusu, ayağa kalk” dedi, asker gibi hazırolda kalktım. “Adam gibi oyna, yoksa ağzına s…m senin” dedi. Ben o maçtan sonra Fenerbahçe’de atmaya, koşmaya başladım. Tuncer Abi benim hayatımda, Fenerbahçe’de moral motivasyonum oldu. İkinci olarak da Hüseyin Kozluca’yı söyleyebilirim. Onunki başka türlü bir dostluktu. Gırgırı, şamatasıyla hep farklıydı. Bana dese ki “Şunu yapalım, bunu yapalım, yiyelim, içelim, alalım satalım, ölelim, kalalım…”. Garip bir adamdı benim için. Ne istiyorsa yapardık. Hala daha ararım, konuşurum, görüşürüm, severim.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

• Fenerbahçe’miz sizin de oynadığınız dönemde, 1967-68 sezonunda ASVEL’e karşı mücadele etmişti. Fransız temsilcisini İstanbul’da 68-61 mağlup etsek de, deplasmanda daha farklı yenilerek turnuvaya veda etmiştik. Siz ve takım için nasıl bir deneyimdi?

Bu maçtan önce bir Şampiyon Kulüpler Kupası maçı oynadık, Dinamo Bükreş ile. ASVEL maçından bir sene önceydi bu. Dinamo Bükreş maçını burada on yedi sayı farkla kazandık, orada on sekiz sayıyla kaybettik. O beni çok üzmüştü, hatta sinirden, üzüntüden sakallarım dökülmüştü. ASVEL maçında da, o dönem Kıbrıs çıkarması olduğu için biz Erdal ile askerdik, bizi kıtadan getirdiler. Kıtadan geldik, bir hafta antrenman yaptık, oynadık. Şaka gibiydi yani. Askerden, harbin içinden çıkıyorsun, geliyorsun, basketbol oynuyorsun, bir hafta sonra Paris’e gidiyorsun, orada Lyon-Villeurbanne’e gidiyorsun, oynuyorsun, geliyorsun, uçak havaalanında, yine gidiyorsun. O maç, Hüseyin’in çok iyi oynadığı bir maçtı. Çok başka oynamıştı o gün. Sonra bunun Fransa’da fesli karikatürleri çıkmıştı. Hiç unutmuyorum, Charles Aznavour bizi yemeğe davet etmişti. Oynadık, on sayı on beş sayı attık ama bir işe yaramadı daha doğrusu, öyle diyeyim.

• Sarı-lacivertli forma altında 1967 yılında gelen bir Türkiye Kupası şampiyonluğu, üç Türkiye şampiyonluğu ve üç İstanbul şampiyonluğu yaşadınız. Sizin için en anlamlı olan başarı hangisiydi?

En anlamlı başarı, benim Tuncer Abi’den yediğim fırçanın olduğu Türkiye Şampiyonası. Yani ilk kez Fenerbahçeli oluşum. Zaten biz geldikten sonra Fenerbahçe iki sene, üç sene boyunca neredeyse namağlup şampiyon oldu. Yanlış hatırlamıyorsam bir sene Altınordu’ya, bir sene de Galatasaray’a yenildik. Altı sene, askere gidene kadarki sürede, hepsinde şampiyon olduk, iki üç tanesi namağlup.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

• Fenerbahçe’mizde oynadığınız en unutulmaz maç hangisiydi?

Ooo… Fenerbahçe Türkiye Şampiyonası’nda, biz de Fenerbahçe’deyiz. Bana göre çok enteresan bir şey bu. On gün sonra bizi askere alıyorlar ve Erdal (Erdal Poyrazoğlu) ile beraber Muhafızgücü’ne gidiyoruz. On gün sonra Fenerbahçe’ye karşı oynuyoruz. Öyle bir psikoloji ki bu; ne yapman lazım, nasıl olması lazım, atman lazım, tutman lazım, askersin, o kadar çok enteresan şeyler var ki kafanda… Onun dışında Türkiye Şampiyonu olduğumuz yılları ayırt edemiyorum, dört tane beş tane arka arkaya şampiyonluk. Bir tanesi rahmetli Altan Dinçer zamanındaydı, diğerleri Samim Abi zamanındaydı. Sonra Erol Demiroma geldi, Batur’dan ötürü ihtilaflar oldu ve bıraktı. O senede de biz şampiyon olduk. Ankara’da Galatasaray’a yenildik. Rahmetli Kova Osman (Osman İncili) vardı Galatasaray’da, bizi ishal yapmıştı. Hüseyin, ben ve bir kişi daha, sabaha kadar ölmüştük hastalıktan, hiç unutmam. Antrenman sonrası onlarla yemek yemiştik, orada oldu sanırım. Seyircilerle tatsız durumlar olmuştu, itiş kakış falan. O kadar çok şey var ki, hangi birini anlatayım…

• Kulübümüzde saha dışında yaşadığınız en ilginç olayı bize anlatmanız mümkün müdür?

Ben Fenerbahçe’ye transfer olduğum sene, doktor Semih Bayülken vardı. Faruk Abi de (Faruk Ilgaz) başkan. Orada da bir para konusu geçiyor. Herkes transfer oluyor, Erdal falan belli paralar alıyorlar. O zamanın parasına göre çok iyi paralar alıyorlar, rakamları söylemeyeyim. Biz transfer olduğumuz zaman üçümüze birden bir para çıkıyor, iyi bir para çıkıyor. Sonra Semih Abi bana geliyor, “At şuraya imzayı, bu parayı alacaksın” diyor. Ben de diyorum ki, “Semih Abi, ben para falan istemiyorum, neden alacağım bu parayı?”. “Alman lazım” diyor. “Neden alacağım?” dedim. “Transfer olacaksın, al bu parayı” diyor. “Tamam o zaman, ben bu parayı alırım ama istediğim yere de veririm” dedim. Kürek şubesinde Ferruh Tanay vardı, o parayla kürek şubesine sekiz tek almıştık. İsmi lazım değil, bir arkadaşımızın katının parasının yarısını vermiştik. Onun dışında Dereağzı’na televizyon alındı. Yani o para hep bildiğimiz yerlere giderdi. Semih Abi söylerdi, ben içinden seçerdim, Allah rahmet eylesin. Tabii bunların hepsini Faruk Abi de desteklerdi, onu çok severdim, hep konuşurduk. Ondan sonra oradaki basketbol salonunu yaptırdık, böyle devam etti. Ondan sonra Semih Abi’ye dedim ki, “Ben bundan sonra imza falan atmam, para da almam”. Ondan sonraki senelerde de lazım oldukça ben vermeye başladım. Faruk Abi bilir. Basketbol takımı turnuvaya, deplasmana vs. gidecek, ben yapabildiğim kadarını yapardım, yardım ederdim. Para hiçbir zaman söz konusu olmadı, olmaması da lazımdı. Desen ki bana, “Sen şimdi oynasaydın ne yapardın?”. Ben şimdiki adamlara bakınca, bir iki milyon dolar alırdım. O parayı da kime dağıtırdım bilmiyorum.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

• Varlıklı bir ailenin mensubu olarak takımda oynadığınız dönemde para almadığınız gibi, zorlu geçen günlerde kulübe verdiğiniz maddi destekle biliniyorsunuz. Maaşların ödenemediği günlerde yabancı oyuncuların kulüpte kalması ve yurt dışından transferler yapılması için elini taşın altına koymuş, karakter sahibi bir sporcusunuz. Bu günleri bizlere anlatabilir misiniz?

Biz Brainur Popović’i getirdik. Jarko Knežević birtakım karanlık işlere karıştı. Hafta sonu, maçlardan sonra Almanya’ya gidiyordu. Sıraselviler’de bir otelde kalıyor o zaman, oradaki restoranda yemek yiyor, adamlar da göçmen, bunu birtakım şeylerde kullandılar, Almanya’ya uçakla bir şeyleri getir götür yaptırdılar, detayını boşver. Onun üzerine baktık olmuyor, biz bir adam getirelim dedik. Benim yanımda çalışan, Hüseyin Salar isminde bir çocuk vardı. Biz bunu aldık, dedik ki “Sen git Belgrad’a”. Goran Latifić diye bir çocuk vardı, Tofaş’ta oynuyordu. Popović, Latifić’in arkadaşıydı.

Biz Popović’i ayarladık ve buraya kadar getirdik. Çocuk iki gün otelde kaldı, üçüncü gün yok oldu. Çocuğu Tofaş kaçırmış. Orada Yüksel Abi devreye girdi. Birtakım paralar topladık, kırk elli bin mark kadar. Fakat paramız yine eksikti. Sonra Emin Abi’ye (Emin Cankurtaran, Fenerbahçe Başkanı) gittim, durumu anlattım. “Sen ne zaman istersen bana haber ver, ayarlarım” dedi. Sonra biz parayı denkleştirdik, fakat bu sefer çocuk yok. Çocuğu kaçırmışlar. Sonra Hüseyin Kozluca ve birisi daha vardı, bunlar arabayla Bursa’ya gitti. Kavga, gürültü derken Popović’i geri aldılar. O sene oynadı çocuk. Çok da efendi bir çocuktu, akıllıydı.

• 1992 yılında Fenerbahçeli iş adamları tarafından kurulan 1907 Fenerbahçe Derneği’nin kurucu üyeleri arasında yer alıyorsunuz. Bu süreçte bildiğimiz kadarıyla takımın idaresinde de yer aldınız. Derneğin kuruluş sürecine ve sonrasında basketbol takımımıza yaptığı katkılara dair neler söylersiniz?

Ben bu 1907’nin Fenerbahçe mensubu olan ilk üyesiyim. Sekiz numaralı üyeyim. Mustafa Koç da başkan. Allah rahmet eylesin, çok severdim onu da. O arada Fenerbahçe’de birtakım sıkıntılar var. O zamanlar Güven Sazak Abi var. 1907 basketbolu almak istiyor, fakat Güven Abi “Basketbolu versek bunlar ne yapar?” diye tereddüt ediyor. Güven Abi ile konuşmamı istediler. Neyse, Güven Abi ile oturduk, konuştuk. Basketbolu 1907’ye aldığımız ilk sene Mustafa Koç ile beraber, hiç unutmuyorum, çeşitli isimlerden para topladık. Çok da enteresan bir takım kurduk. Fakat benim kurmama rağmen o takımın yanlışı şuydu, biz hep -aynı şimdi futbol takımında olduğu gibi- generalleri aldık. Bunların hepsi, takımın başındaki antrenörün üstündeydi. Şimdi Fenerbahçe futbol takımında da aynı şeyi görüyorum. Antrenör ve oyunculara bakıyorsun; arada klas olarak, görgü olarak, seviye olarak çok fark var. Amerika’dan çok iyi adamlar getirdik, o takımı iki milyon dolar civarı bir paraya kurduk, orada aynı hatayı ben yaptım. İki Amerikalı vardı, biri iki yüz otuz bin dolar, diğeri ise iki yüz beş bin dolar alıyordu. Bir sene sonra, yani ben bıraktıktan sonra bir tanesi bir milyon üç yüz elli bin dolar aldı, bir tanesi bir milyon yüz bin dolar aldı. Hiç unutmuyorum.

Ondan sonra ben “Yapamayacağım artık” dedim, çünkü bu kadar parayı benim aklım almıyor. Sonra Yugoslavya’dan bir çocuk geldi, adını hatırlayamıyorum. Sonra bir gün yine basketbol konuşuluyor, Aziz Başkan (Aziz Yıldırım) falan da var. O da dedi ki, “Yahu bu iş nasıl bir iş kardeşim? Şu herifle bir konuşsana”. O zamanlar İbrahim (İbrahim Kutluay) falan oynuyor. O zaman da bu iki milyon dolar, on iki milyonlara çıkınca dedim ki, “Ben bu işi artık yapamayacağım, beni affedin. Ben bu işlere, bu kadar büyük paralara karışmayayım”. Semih Bayülken zamanında otuz kırk bin dolarlara bile imza atmayan adamın bu paralarla ne işi olurdu? “Ben vereyim ama almayayım”dı benim düşüncem.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

• Döneminizde maçların oynandığı Spor ve Sergi Sarayı, basketbolun o günleri yaşamış her paydaşının aklında yer eden, kendine has kültürü olan bir salondu. Oradaki atmosferi ve taraftarları bizlere anlatmanız mümkün mü? “Spor Sergi” ismi sizin için ne ifade ediyor?

Spor Sergi Sarayı o zaman Türkiye’de bir mabet, orada oynamak bir şeref. Ben atlı polislerin o kalabalıkta Radyo Evi’nin oradan, Maçka’nın girişinden yolu kapattığını hatırlıyorum. Evden arabayla çıkıp Maçka’ya geldiğim zaman, Spor Sergi’deki Fener tezahüratını duyardım. Ben bir Galatasaray maçından sonra, hiç unutmuyorum, iki kişilik küçük bir spor arabam var, o araba Sergi Sarayı’ndan Radyo Evi’ne kadar havada gitti. Yani o taraftar başka bir şeydi.

• Galatasaray derbilerinin sizin için önemi neydi?

Galatasaray maçları Milli Takım’da oynamak gibi bir şeydi. Bir kere Galatasaray’a karşı oynayınca Fenerbahçe millisi oluyorsun. Mental olarak Galatasaray’a yenilmek diye bir şey yok. Atatürk diyor ya hani, “Görüldüğü yerde ezilecektir”. Çok kötü bir tabir ama, Galatasaray’ın görüldüğü yerde hamam böceği gibi ezilmesi gerektiğini düşünürdüm. Ben böyle düşünüyordum. Hiç unutmam, Selahattin Beyazıt ile maçtan önce ısınırken bahse girerdik, “Kaç sayı atacaksın, kaç fark yiyeceksin” gibisinden. Ama hiçbir zaman tatsızlık, gürültü, patırtı gibi kötü şeyler olmazdı. Ben hayatımda iki kez tribüne çıktım, ikisi de Galatasaray maçıydı. Tribüne çıkıyorsun, adamı gözüne kestiriyorsun, tahta sıraların üstünden atlayıp adama gidiyorsun, tribün ortadan yarılıyordu.

Annem bir Galatasaray maçında, ilk defa babam ile maça gidiyor. Onlar oturuyorlar, maç seyrediyorlar, ben atıyorum, kaçırıyorum, annem ayağa kalkıyor, “Allah kahretsin Ferhan, ne biçim atıyorsun, manyak mısın?” diye bağırıyor. Bir oluyor, iki oluyor, en son bir adam diyor ki “Teyze ayıp oluyor, o bizim Ferhan’ımız, sen kimsin, sen nasıl böyle laflar söylersin? Git Galatasaray tribününden söyle laflarını“. O da diyor ki, “O benim oğlum, annesiyim ben onun”. Seneler sonra bana onu anlatmıştı. Ondan sonra bir daha maça gitmemiş.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

• Fenerbahçe’miz son 15 yılda büyük bir atılıma geçti ve 2017 yılında EuroLeague kupasını kazanarak Avrupa’nın en büyüğü olma başarısını gösterdi. Bu başarıyı ve takımın son durumunu nasıl görüyorsunuz?

Ben bu başarıyı tamamen Aziz Yıldırım’a bağlıyorum, kim ne derse desin. Aziz Yıldırım’ın vizyonu bu. Hiç hayal edilmeyecek şeyi yaptı. Obradović gibi bir adamı buraya getirmek büyük iş. Aziz Yıldırım’ın bu işi yapması çok büyük bir başarı. Ne kadar para harcanmıştır, çok da umrumda değil açıkçası. Ama Obradović gibi bir adamı getirmesi ve onun böyle bir takım kurması… Ve dikkat edersen Obradović sentimental bir adam olduğu için, onunla sürekli bir dost gibi yakın olman ve konuşman lazım. Obradović ’in Ali Koç zamanında gitmesinin nedeni, Ali Koç’un Obradović’i iş gibi, yani para-iş gibi görmesiydi. Yani “Alıyorsan paranı işini yapacaksın”. Halbuki bu işin insani tarafı da var. Şahsi ilişkiler var, sempati var, konuşma var, oturup iki kadeh yiyip içmek var… Medeni ilişki boyutu var bu işin. Ben senin askerin değilim ki. Adam da -benim tahminim- kırıldı ve onun üzerine ayrıldı.

Sevindiğim bir tek şey var; benim zamanımdan, 1907’deki kurucu zamanımdan Cenk Renda’nın orada kalması. Bir de malzemeci Erkan var. Onları orada, benden bir miras gibi görüyorum. İkisinin hala orada olması, benim için gurur verici bir şey.

• Son olarak, biz Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Eski Fenerbahçe taraftarlarını başka türlü görüyorum, şimdikileri başka türlü görüyorum. Çünkü çeşitli gruplar var. Eskiden böyle bir şey yoktu, bir yere gittiğinde herkes seni tanırdı. O grubun başındaki amigo seni bilirdi. O zaman Kekeme Çetin vardı. Aram Markaroğlu vardı. Adam, Sergi Sarayı’nda amigoydu. Onlarla oturup konuşurdunuz. Şimdi onun sana, senin de ona ihtiyacın var. Adam sana moral, motivasyon verecek, iki laf edecek, hediye verecek… Bana elma şekeri verseler bile benim için büyük bir şey. Şimdiki taraftarlarda öyle bir şey olduğunu pek görmüyorum. Bölünmemeleri lazım. En azından bazı yerlerde birleşmeliler. Bölünmenin nedeni nedir, maddi manevi, onu da bilmiyorum. Hepsinin bazı yerlerde beraber hareket edebilmesi gerek. Bunun önlenmesi lazım.

Aziz Yıldırım bunu önleyebiliyordu. Güven Sazak ilk iktidara geldiğinde Kanlıca’da buluşmuştuk, Aziz Yıldırım da gelmişti. Yönetici olmak istiyordu. O zaman baktım, Aziz Yıldırım halka daha yakındı. Oturup seninle konuşabiliyordu, tavla oynuyordu, pişti oynuyordu, en büyük merakı o, şaka da yapıyordu, espri de yapıyordu, ama şekeri çıkarsa çıldırıyordu. Emin Cankurtaran, İsmet Uluğ ve Faruk Ilgaz’la mukayese ettiğim için başta nasıl yaklaşacağım konusunda çok tereddüt ediyordum. Sonra anlıyorsun ki doğru dürüst, delikanlı bir adam. Ne derse o. Yaptığı varsa vardır, yoksa yoktur.

Kaynak: Ferhan Baras Arşivi

Benim görüşüm, Aziz Yıldırım Fenerbahçe’nin içinden gelen biri gibi hareket etti. Fenerbahçe’nin içinde Fenerbahçeliler yoksa o takıma ruh veremezsin. Öbür türlü parasını alıyor, oynuyor, gidiyor. Sergi Sarayı’ndaki bir maçta kaşım yarıldı, hiç unutmam. Beni Amerikan Hastanesi’ne götürdüler. Kafamı diktiler, formamı değiştirdiler, salona döndüm ve ikinci yarının son on dakikasında yeniden oynadım. Maçı kazandık. Ben bunları düşündükçe beklenti çok farklı oluyor. Ama bana sorarsan, benim beklentim bu ortamda çağ dışı, hayal.

Üzüldüğüm nokta şu, şimdikilerin hiç öyle bir şeyi yok. 1907 de bu işin içinde olamadı, çıktı. Kenarda köşede kaldılar. Sportif bir şeyi elinden tutup götüreceklerine, tribün yaptırmak onlara cazip geldi. Bana göre tersti. Aziz Yıldırım’ın yaptığını onlar da yapabilirdi. Belki daha iyisini de yapabilirlerdi. Yine şunu diyorum: Fenerbahçe’de Fenerbahçeliler olmadığı müddetçe bazı şeylerin düzelmesi zor. İnsanların sevgisini alman lazım. Faruk Abi, adam başkan olmuş, telefon ederdi ve benimle konuşurdu. “Gel de bir kahve içelim kaptan” derdi. Hüseyin Kozluca ile Şambaba’ya (Semih Bayülken) giderdik, oturur çene çalardık. Bizi yemeğe götürürdü, gülmekten ölürdük. Adam koskoca Şambaba, Fenerbahçe Kulübü’nün sahibi. Şambaba büyük adamdı. Bana telefon ederdi, “Maymun neredesin? Gel, şu işi halledelim” diye sorardı mesela. Ben oyuncuyum, ne yapayım, benimle ne ilgisi var? Ama o insanları seviyorsun, sayıyorsun. Bendeki hatırların bazıları çok büyük.

• Çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Yorum bırakın