Serdar Apaydın: “Fenerbahçe’nin Şansını ve Ayrıcalığını Yakaladık”

Fenerbahçe formasını 1997 ve 2001 yılları arasında terleten, basketbolu Fenerbahçe’de bıraktıktan sonra kulübümüzde antrenörlük ve idarecilik yapan Serdar Apaydın, Salon Tribünü ekibinden Erdi Tiran ve Baran Arslan ile oyunculuk yıllarına, idarecilik tecrübesine ve basketbola dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

Serdar Ağabey, öncelikle hoşgeldiniz. Röportaj talebimizi geri çevirmediğiniz için Salon Tribünü ekibi adına sizlere teşekkür ederiz. 1966 doğumlu bir oyuncu olarak, TED Ankara Kolejliler’deki başarılı oyununuzla basketbol sahnesine çıktınız ve 1991’de A Milli Takım’a kadar yükseldiniz. Basketbola başlamanız nasıl gerçekleşti?

Ben öncelikle futbol ile başladım, İzmirspor’da futbol oynamaya başladım, çok da yetenekli idim. Ama o zamanların şartları içerisinde, çamurda çok oynanıyordu, çim sahalar yoktu ve eve devamlı kirli geliyorduk. O yüzden voleybola geçtim, çünkü salon sporlarını daha çok seviyordum, salonda voleybol oynarken de pasör olacaktım, yine İzmirspor’daydım. Voleybol antrenörümüzün beni çok beğenmesine rağmen, herkes voleybol ısınması yaparken ben şut atıyordum. Hoca “Senin şutun çok iyi, bence sen basketbol oyna” dedi. Bizimkisi öyle karman çorman bir şey.

İzmir Ticaret Lisesi’nde okurken, aynı zamanda bir muhasebecide part-time çalışıyordum. Orada Osman Savran’ı gördüm, Hilalspor’un guardı ve Karşıyaka’nın eski basketbolcusu. Ona sormuştum, “Ağabey sizin Hilalspor Birinci Lig’e çıktı, ben basketbol oynamak istiyorum” diye, aslında bana o vesile oldu. Hilalspor’da iki yıl oynadım ama tabii ki A Takım’da süre alamıyorduk. O sırada, ikinci senemizde rahmetli Önder Okan geldi, Fenerbahçe’nin antrenörü. Beni aslında o yetiştirdi, çok büyük emeği oldu. Daha sonrasında erken vefat etti, benim evimde öldü, mekanı cennet olsun.

Sonrasında ben Çukurova’ya transfer oldum ancak Hilalspor bonservisimi vermedi. Bir yıl İsviçre’ye gittim ve Cenevre’de oynadım, Çukurova oraya yolladı beni. Daha sonra iki yıl Çukurova’da oynadıktan sonra TED Kolejliler, bir sene Galatasaray, arkasından Ülker, dört sene sonra da Fenerbahçe, sonrasında da bıraktık.

1993 yılında, yeni kurulan Ülkerspor’a transfer oldunuz ve 1994-95 sezonunda bu kulüpte lig şampiyonluğu yaşadınız. Ülkerspor’daki döneminize dair neler söylemek istersiniz?

Ülker’de geldiğimde ilk sezonuydu. Nasaş’ı satın almışlardı, bütün olanaklara sahiptik. O sırada müessese takımları içerisinde o zamanki ismiyle Efes Pilsen, şimdiki Anadolu Efes başı çekiyordu. Ülkerspor’un basketbola girişiyle birlikte inanılmaz büyük bir katkısı oldu. İlk sezon Orhun Ene ile birlikte ben, Haluk Yıldırım, Tolga Tekinalp ile Nasaş’ta oynayan ve devam eden Serdar Göymen ile Yusuf Erboy, onlar takımda kalmıştı, daha sonrasında takıma Pete Williams eklendi, o sezon final oynamayı başardık. İkinci sezonumuzda da Harun Erdenay transfer oldu. Benim çok yakın arkadaşım ve oğlumun isim babası, kendisini çok severim. Sonrasında final oynadık ve başarılar devam etti. Dördüncü sezonun sonunda, artık benim de yaşım ilerlemeye başlamıştı. Fenerbahçeliydim ve 1997’de Fenerbahçe’de oynamak için Ülker’i bıraktım, o macerayı da anlatacağım birazdan.

1997 yazında, Murat Özgül’ün koçluğunu yaptığı Fenerbahçe’mize transfer oldunuz. Sarı-lacivertli renklere bağlanma hikayeniz nasıldı?

Ülker ile benim kontratım vardı. “Harun Erdenay ile beraber aynı pozisyona fazla para vermek istemiyoruz” diye bir şey duydum, ondan sonra ben de akşamında sonuçlandırdım. Gerçi daha sonrasında Orhan Özokur, kulüp başkanımızdı, o kızdı “Benden habersiz neden böyle karar aldın” diye. Ama o gün öyle bir karar verildiğini duyunca ben de bırakma kararı aldım. Zaten Fenerbahçe’de oynayıp basketbolu bırakmak istiyordum, o da bir vesile oldu. Akşamında Kemal Dinçer, benim Çukurova’dan ev arkadaşım, aynı zamanda Fenerbahçe’de yöneticilik yaptı, eski şampiyon kadroların oyuncularındandı. O telefon etmişti “Ne yapıyorsun ne ediyorsun, akşam yemeğe cıkalım” diye. ben de Ülker’den ayrıldığımı söyledim, “Aa, öyleyse ben seni alıyorum” dedi. Sonrasında aradı, Bodrum’a götürdüler, orada kontrat imzaladık ve geldim. Tabii Ülker bırakmak istemedi, bu sefer boş kontrata da imzam vardı. Öyle bir karışıklık içerisinde 200 bin dolar bonservis parası istediler, ben de onu kendi şahsi hesabımdan ödedim ve Fenerbahçe’de oynamak için serbest kaldım.

Fenerbahçe’de oynamak için ne cefalar çekiliyor…

Büyük kulüpler, her zaman için öncülük yapan kulüpler. Türkiye’de belli bir kariyere sahip olmak, tuttuğunuz takımda oynamak tabii ki çok özel şeyler. O yüzden Allah’a şükür, zaten basketbola başlangıcımız ve devamımız para kazanmak için değil, sevdiğimiz bir sporu yapabilmek içindi. Bu da bize hayatımızda çok büyük öncelikler sağladı. Milli Takım formasını giyme başarısını gösterdim, tabii bunlar güzel ve anlamlı şeyler. Zaten Fenerbahçe’de oynamayı çok istiyordum, burada basketbol hayatımı bitirmek istiyordum, bu yüzden de müthiş fırsat oldu benim için.

1998-99 sezonunda Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı. Serdar Apaydın 12 numaralı formasıyla. (Kaynak: twitter.com/Fener_basket_)

İlk sezonunuz olan 1997-98 sezonunda normal sezonu üçüncü bitiren takım, play-off macerasını yarı finalde sonlandırmıştı. Bu sezona dair neler söylersiniz?

O sezon Levent Topsakal ile beraber transfer olduk. İbrahim Kutluay daha gençti ama parlayan bir yıldızdı. Zaten kadro gayet iyiydi, Dallas Comegys ile Henry Turner vardı. Zaza Enden, Mustafa Abi, Reha Öz, Ermal Kuqo… Bu kadro ciddi bir kadroydu, biraz genç bir kadroydu, biraz da yaşlı bir kadro idi. Açıkçası oradaki tek sıkıntımız şuydu: Guard pozisyonunda sadece Levent Topsakal vardı, ben de guard oynuyordum ama yani guard özellikleri olan, skorer forvet tarzında bir oyuncuydum, yine de guard oynadığım zamanlar vardı. Murat Didin’in çalıştırdığı TED Kolejliler’de guard oynadım ama tabii ki guard oynamak ve takımı yönetmek başka bir şey. Biz biraz daha atmaya alıştığımız, atmayı sevdiğimiz için kolay değildi.

O sezonun sonunda Levent Topsakal Karşıyaka deplasmanında sakatlandı, ayağı burkuldu, son maçtı galiba. Döndüğümüzde yarı final serisini oynayamadı. Ben guard oynadım, biz ligde Ülker’e karşı galiba 1-0 öndeydik, 1-1 oldu, 1-2 oldu, Levent tekrar sakatlanınca 2-2 idi ve ben o maçta guard oynamaya başladım. Maçın sonu geldiğinde, onlarda Michael Anderson vardı, kolu dirseğinden biraz kaymış, daha önce sakatlık geçirmiş ama avantaj sağlayan top çalma özelliği çok yüksek. İbrahim’i çıkartacaktık son şutu attırmak için. Ben İbrahim’e topu vereyim derken elimde top yoktu, Anderson topu çalmıştı topu ve turnike atıyordu o sırada. Seriyi öyle kaybettik. Levent Topsakal’ın sakatlanması, o sezon bizim şampiyonluğumuzu etkiledi, çok iyi durumdaydık, herkesi yenebilecek güçteydik. Çok iyi kadroyduk, iyi arkadaştık, her şey çok güzel geçiyordu ama maalesef böyle bir şanssızlık olmuştu.

Levent Ağabey’in sakatlığını kendisine Şubat ayında yaptığımız röportajda sormuştuk. Bayağı üzüntü yaşadığını söylemişti o sakatlık için.

Evet, tabii insanlar şampiyonluklar ile hatırlanıyor açıkçası. Kimse diğer sonuçları öyle hatırlamaz. Elimizden kaçırdığımız güzel bir anı oldu aslında.

Serdar Ağabey, aslında sakatlıklar gerçekten şanssızlığımız. Bir örnek verelim, sizin de malumunuz: Mesela Ricky Hickman’ın 2015’te bir sakatlığı olmuştu, Jan Vesely’nin Real Madrid serisinde bir sakatlığı oldu, Bogdan Bogdanović‘in 2017 yılındaki Žalgiris Kaunas maçında bir sakatlığı oldu, böyle kritik anlarda maalesef sakatlıklarla bir şanssızlığımız var.

Evet, yani spor hayatı böyle bir şey. Sporcusun, sporcuların hepsi sakatlanabiliyorlar. Şanssız sakatlıklar oluyor, hele ki basketbol biraz daha sert, vücut teması cok fazla olan bir oyun. Ani kararlar verilmesi gerekiyor ve bu tarz şanssız anlar hepimizin başına gelebiliyor. Hepimiz sakatlandık. Sakatlanmayan oyuncu yoktur, bazen en önemli yerlerde oynayamayacak duruma da gelinebiliyor ama sporda da sakatlık ve sporculuğun karı koca gibi bir ilişkisi var.

İkinci sezonunuz olan 1998-99 sezonunda ise NBA’deki lokavt sebebiyle yıldız oyuncular transfer edilmiş ve hedefler büyümüştü. Ne var ki takım lige bir kez daha play-off yarı finalinde havlu atmış, Türkiye Kupası’nı finalde kaybetmişti. EuroLeague’de ise son 16’ya kalma başarısını göstermiştik. Sizce bu sezonda istenen başarının gelmemesinin sebebi neydi?

Buradaki en önemli şey, Fenerbahçe Spor Kulübü başkanlarının hepsinin basketbolu çok sevmesi. Fenerbahçe’nin bugüne gelmiş olan başarısının en büyük sebeplerinden birisi budur. Ali Şen de basketbolu çok seviyordu, sonrasında Aziz Yıldırım çok seviyordu, şimdi ise Ali Koç da çok seviyor, zaten her zaman içerisindeydi. Bu çok büyük bir avantaj, çünkü Türkiye’de basketbol hep ikinci sırada olan bir spor. Yani Türkiye’de öncelik futbol. Yunanistan’da önce basketbol, sonra futbol gelir. Bizde de tam tersi, o sezon takım ciddi bir bütçe kazandı, başkanın isteği doğrultusunda demek daha doğru olur. Burada 1907 Derneği’nin olması da çok büyük etken idi. Mahmoud Abdul-Rauf gibi bir oyuncu geldi, Žan Tabak, Marko Milič…

Conrad McRae… Toprağı bol olsun, mekanı cennet olsun, çok da sevdiğimiz bir isimdi. Amerikalıydı ama Türk gibiydi. Oda arkadaşımdı, inanılmaz bir insandı, o yüzden hepimiz çok severdik. Çok da komik bir simaydı.

O sezon nasıl oldu, şöyle bir şey var: Tabii spor hayatının içerisinde bir koçun takım kadrosunu, kariyerli isimleri nasıl yöneteceğinin en iyi halini Türkiye’de Željko Obradović ile gördük. O kadronun içerisinde yaşlı oyuncular, çok konuşan oyuncular, arzu ve istekleri çok olan oyuncular vardı. O karışım çok doğru oturmadı. Bir de NBA’den oyuncu gelmesi, takımın şampiyon olacağı anlamına gelmiyor. Çünkü NBA’de oynanan basketbol alışkanlığı ile Avrupa’da oynanan basketbol alışkanlığı arasında dünyalar kadar fark var. Kuralları farklı, adapte olma süreleri var. Büyük kulüpler başarı ister. Galibiyet olmadığı zaman taraftar baskısı, kamuoyu baskısı her zaman çok fazla. Tabii onun etkisiyle beraber antrenör değişikliğine karar verildi. Yeni gelen antrenör kendine göre bir sistem kurmaya calıştı, oyuncuları değiştirdi. Başta Abdul-Rauf olmak üzere bazı oyuncular mutsuzdu, gitmek istediler, böyle karman çorman, elden giden bir sezon oldu. Büyük hayallerle kurulmuş bir takımdı, maalesef sonu kötü bitti. Daha iyi olabilirdi tabii.

Kaynak: Eurohoops

Şunu da sormak isteriz: Meşhur Tofaş serisinde George Gilmore’un kaçırdığı üç serbest atışta neler hissetmiştiniz?

Neler hissetmiştik, tabii ki herifi boğmak istedim. Ne yapayım? Yani daha kötüsü yok. Aslında o seriyle şampiyonluğu kaybettik, o sezon Tofaş da çok iyi bir kadroya sahipti. Onlar da oraya bilek hakkıyla gelmişlerdi. Ama kaybedilmemesi gerekiyordu. Gilmore iyi bir şutördü, faul yüzdesi çok yüksekti ama yani üçte sıfır attı ve seri Bursa’ya gitti, orada da kaybettik zaten.

Konuyu biraz daha açmak istiyoruz: Maç videolarını izliyoruz, yayınlayan bazı kanallar var. İyi bir tribün ortamı da varmış ama maalesef maçın sonunu getiremedik. Üçte sıfır serbest atış kaçırmak, oyuncuları o anda gerçekten yıkar.

Her zaman başa gelen bir şey değil açıkçası. Ama işte şöyle bir fark var: George Gilmore iyi bir oyuncuydu, ama sadece iyi bir oyuncuydu. Yani yıldız bir oyuncu değildi. O anda ona denk gelmesi… Kadronun içerisine baktığımızda ben ve İbrahim Kutluay onu en iyi atabilecek oyuncularız, işte iyi oyunculuk oralarda farkettiren şey. Maç kazandıran ile maç kazandıramayan oyuncuların arasındaki fark bu. Abdul-Rauf olsa idi, o gün gitmemiş olsaydı, o pozisyon ona yapılmış olsaydı… Abdul-Rauf antremanda faul atıyordu, yüz atışın yüzünü de sokuyordu. Ama denk geliyor, benim de başıma geldi aynı şey, hepimiz böyle ufak testlerden geçiyoruz. Ama Fenerbahçe’de olması ve o takımın içerisinde ben olduğum için kariyerimi etkilemesi kötü bir şey. Kariyerime değil ama basketbol anılarımın içerisine bir şey daha eklemek ise güzel bir şey.

Üzücü olur, mesela yine yakın zamandan örnek verelim: 2016’da Berlin’de oynadığımız finalde Jan Vesely’nin onda bir serbest atış atması da üzücü bir olaydır. Orada onda beş atsa idi, onda üç atsaydı şampiyonduk.

Tersinin düzüne gelmesi böyle bir şey.

Şimdi Vesely’nin serbest atışlarına baktığımızda çok iyi atıyor. Eski hatalardan ders çıkarıldığında ve bunun üzerine gidildiğinde daha başarılı olabiliyor insanlar.

Herkes kendini geliştiriyor sonuçta, zaman içerisinde tecrübeleniyorsunuz, daha çok çalışıyorsunuz. Eksiklerin üzerine gidiyorsunuz, spor yaşantısının en önemli şeylerinden biri. Bu işin tek şeyi var, sadece çalışmak. Hayatın her şeyi için… Ama spor hayatı için biz daha çok terliyoruz, yoruluyoruz, sakatlıklar… Sporun en önemli özelliği, bütün her şey için geçerli ama basketbol için daha da fazlası gerekiyor. “Ben yoruldum, dinleneyim” yok yani.

Kaynak: Anadolu Ajansı

Fenerbahçe’deki diğer sezonlarınız olan 1999-2000 ile 2000-01 sezonlarında ise bütçeler ve hedefler küçülmüş, kadrolar gençleşmişti. Takımımız, iki sezonda da lig macerasına play-off’un ilk turunda nokta koymuştu. Bu dönemi, gösterilen mücadeleyi ve yaşanan zorlukları bize nasıl anlatırsınız?

1999-2000 sezonunda ben askerdim, 2001 sezonunun ortasında geldim, tabii ki takip ediyordum, iniş çıkışlar çok fazla oldu. İyi bir kadro kuruldu, ilk senede şampiyonluk elimizden kaçtı, ikinci senesinde bir iniş olmadı, maddi olarak çok yüksek bir kadro kuruldu ama o takım dağıldı. Daha sonrasında da bütçe olarak küçülmeye başladık. Kaliteli oyuncunuz yok ise başarı elde etmek kolay bir şey değil. Bir iki oyuncu ile şampiyonluk olmuyor maalesef. Takım halinde bütün oyuncuların çok iyi olması lazım. Birazcık onların da etkisi oldu tabii… Basketbol ücretleri yükselmeye başladı, oyuncu fiyatları yükselmeye başladı, Efes Pilsen’in ve Ülker’in başarısı bunu çok etkiledi.

Büyük kulüplerde biz Fenerbahçe her zaman en öndeydik, daha sonra Ülker’in sponsor olmasıyla işler tekrar değişti, çünkü bütçe yatırımı iyi oyuncuları ve iyi antrenörü getirmeye başladı. Burdaki en büyük faktörlerden biri, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün taraftar kitlesi. Ulaşımı çok kolay olan ve herkesin rahatlıkla gelip gittiği, yaşam alanı olan bir yerde Ülker’in Fenerbahçe’ye ve Türk basketboluna hediyesi olan müthiş bir salon yapıldı. Aynı şekilde bütçeyle beraber de işler kolaylaştı ama şampiyon olmak kolay bir şey değil. Final-Four’da tek maç oynuyorsunuz o gün en iyi oyuncun gününde değilse… Daha önce örnek verdiğim gibi Vesely’i buna katabiliriz. Vesely kaç maçta onda bir faul atar? Atmaz ama tek maç olduğu için de böyle şanssızlıklar oluyor.

2001 yazında basketbolu Fenerbahçe’mizde bıraktınız ve antrenörlük kariyerinize başladınız. Kulübümüzün yüzüncü yılı olan 2007’de, Genç Erkek Basketbol Takımımızı 25 yıl aradan sonra Türkiye şampiyonluğuna ulaştırdınız. Basketbolu Fenerbahçe’de bırakmak ve altyapılarda böyle önemli bir başarı yakalamak nasıl bir duyguydu?

Evet, bıraktıktan sonra çocuklarım ile vakit geçirmek istediğim için iki senelik bir ara verdim. Daha sonrasında milli takımlarda, altyapılarda yöneticilik yaptım, iki sezon Orhun Ene’yle birlikteydik, Avrupa üçüncüsü olan 1988 jenerasyonuydu. Orada güzel başarımız oldu, sonrasında antrenörlüğe döndüm, Ülker’de başladım. 2006 yılında Ülker’in basketbol faaliyetlerini durdurup Fenerbahçe’ye sponsor olmasıyla beraber biz de Fenerbahçe’ye geçtik, yuvaya geri dönmüştüm, şanslıydım o konuda. Hem genç takım antrenörüydüm, hem de pilot takımımız vardı, Alpella. Ömer Aşık’ın da içinde olduğu kadroyla iyi bir çıkış yakalandı, sonra oyuncular Fenerbahçe’ye verildi ve o sezon Ülker altyapısı ile Fenerbahçe altyapısını birleştirerek kadro kurduk. Çok yetenekli oyuncular vardı, onlarla birlikte de müthiş bir şampiyonluk yaşamış olduk. Benim önemli olan şey Fenerbahçe’de kazanmak, yani taraftarı olduğum kulüpte o başarıyı elde etmek ve basketbol hayatımızda güzel bir anı bırakmak… Sonra Bogdan Tanjevic’e asistan koçluk yaptım, A Takım’da da şampiyonluk kazanmış oldum, bunlar da baktığınız zaman benim için, kariyerim için çok güzel anılar.

Çubuklu formayı giydiğiniz dört sezonda İbrahim Kutluay, Henry Turner, Conrad McRae, Zaza Enden gibi isimlerle birlikte oynadınız. Beraber oynamaktan ve takım arkadaşlığı yapmaktan en keyif aldığınız isimler kimlerdi?

Tabii ki bir tane yok. Jenerasyonumda çok beğendiğim, hayran olduğum üç oyuncu var: Harun Erdenay, Orhun Ene ve Levent Topsakal. Üçü de çok özel yeteneklere sahip oyunculardı, onları seyretmek çok büyük zevkti. Takım arkadaşlarım ama onları seyretmekten çok zevk alıyordum. Bunun yanında İbrahim Kutluay çok özel bir oyuncuydu, çok çalışkandı. Hatta şöyle söyleyebilirim: İbrahim olmasaydı ben bir sezon oynayıp basketbolu bırakacaktım, o beni çok itti. O daha gençti, mücadele etmek istiyordu, bırakmaya hazırdım ama ben de onun sayesinde kuvvetleneyim diye devam ettirdim. Erman Kunter de dahil olmak üzere Türk basketbolunda çok değerli oyuncular yer aldı, geçti… Çok beğendiğim bir isim olarak, Harun Erdenay’ı basketbola çok yakıştırıyordum, basketbol topunu oynayışını çok beğeniyordum. Fundamental olarak ise Orhun Ene ve Levent Topsakal’ı söyleyebilirim.

Çubuklu forma altında sahaya çıktığınız en unutulmaz maç ve saha dışında yaşadığınız en ilginç, enteresan olay neydi?

Çok maç var, çok zaman geçti… Ama galiba Real Madrid maçı, 1998-99 sezonu. O maç çok özeldi. EuroLeague’de son 16’ya kalmıştık. Ama böyle unutamadığım maç diye baktığımızda, geldiğim sezonun ilk üç maçıydı açıkçası. Onun sebebi de şu: Atmosfer çok farklı. Fenerbahçe taraftarına karşı oynamakla Fenerbahçe taraftarının senin sırtında olması arasında dünyalar kadar fark var. Kolay bir şey değil, gerçekten insanın eli ayağı titriyor. O süreci geçmek üç maçımı aldı, daha sonra seyircinin çok destek vermesine alıştım. E tabii, Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynayınca çok tanınıyorsun. Ben rahat bir adamdım, istediğimi yapan bir adamdım, kimseden de çekinmezdim, ama Fenerbahçe’ye gelince bir parça görünmemeye çalıştık. Bakkala kadar herkes maçı soruyor, o zaman büyük marketler o kadar yoktu tabii. “Ağabey, o maçı neden kaybettik?” diye soru geliyordu, haydi ona anlat. Yan komşu sorardı… Yani kısacası Fenerbahçe Spor Kulübü çatısında oynamak, büyük kulüplerde oynamak özel ve önemli bir şey. Ama Fenerbahçe başka.

Bir de taraftarı olduğunuz kulüp olunca daha farklı oluyor tabii…

Tabii, ister istemez hal ve hareketlerine daha çok dikkat ediyorsun.

Murat Özgül, sizin de hocanız. Kendisiyle röportaj yaptığımızda “Fenerbahçe geleneklerini ve kültürünü öğrenmeye çalıştım” demişti, gerçekten böyle olunması gerekiyor. Fenerbahçe’nin bir geleneği vardır, bu geleneğe ait isimlerden biri de sizsiniz.

Allah’a şükür, o şansı ve ayrıcalığı yakaladık.

Fenerbahçeli basketbolseverlerin aklında estetik şut stiliyle ve yüksek üçlük yüzdesiyle yer etmiş bir isimsiniz. Bu yeteneğinizi neye borçlusunuz?

Bu şut meselesi birazcık Allah vergisi bir şey. Ama geliştirilebilen bir şey mi? Evet, geliştirilebilen bir şey, tecrübeyle daha yüksek gözüküyor ama benim o özelliğim açıkçası Allah’ın bana vermiş olduğu bir nimet. Ama bunu o seviyede tutabilmek için tabii ki çok çalıştık. Şut yüzdesi iyi olmayıp yüz tane şut atan varsa, benim yüzdemin çok yüksek olmasına rağmen her antremandan sonra 300-500 tane şut atardım. Seviyeyi korumak ve biraz daha üzerine taşıyabilmek çalışmayla oluyor.

Ekşi Sözlük’te hakkınızda yazılanlara baktığımızda, 19 Kasım 1998’de İstanbul’da Pau Orthez’i 78-71 mağlup ettiğimiz EuroLeague maçının ardından rakip takıma soyunma odası tünelinin kapısını göstererek verdiğiniz tepkinin unutulmadığını gördük. Sizin için nasıl bir hatıraydı, sinirlenmenize rakip takımın hangi hareketleri sebep olmuştu?

Ben biraz sert, biraz pis oynamayı seven bir oyuncuydum. Kavga etmeyi çok seviyordum, sokak çocuğuyuz. Öyle yetiştik biz. Onlarla deplasmanda oynuyorduk, ikiz kardeşler vardı, isimlerini hatırlamıyorum. (Didier Gadou – Thierry Gadou) Onlarla biraz itiş kakış oldu, sertleştik küfürleşmeler falan vardı. Maçı kaybettikten sonra biraz alay ettiler, biz de çıktık. Arkamdan da laf söylediler, ben de dayanamadım, onlar saha ortasına toplanmıştı, ben de aralarına girdim, iki kardeşe “Sizi dışarıda bekliyorum, gelin oraya” dedim. “Nasıl olsa gelecekler İstanbul’a” dedim.

Geldiler, maçtan sonra koyunca da ben birazcık hazırdım. Bu aslında komik bir sahneydi, çünkü bunların simgesi horoz, ben de nereye gitseler bunları kümese sokmaya çalışacağım, şey gibi, bakıcıları gibi. En komik sahnesi: Onların hepsini odalarına yolladım, masör geldi, masörün önüne geçtim “Eşyaları alamazsın” diye. O biraz komik, herhalde insanlar en çok bu kısmı gördüler, öyle güzel bir anı olarak kaldı.

Serdar Ağabey, bu sporculuğun temelinde var aslında… Nasıl desek, biraz agresif, rakibi böyle sakatlamadan tabii. Bizde de vardı açıkçası, mesela okul takımında basketbol oynarken… Hani maçı kazanma hırsı mı desek, o sertlik mi desek, vardı. Sizde de vardı herhalde.

Sporcuyu belli bir yere getiren şey, hırs. Tabii ki sırf hırsla basketbolcu olunmuyor, profesyonel olunmuyor. Yeteneğe ihtiyacınız var, bunların hepsinin birleşmesi gerek. Her spor branşı için geçerli bir şeydir bu. Dışardan bakınca, seyirci gözüyle bakınca “Ulan şunu yapamıyor, ben bile yaparım” diyorsun. Evet, yapabilirsin ama olmuyor, o öyle kolay bir şey değil. Her şeyin bir araya gelmesi; iyi antrenör, iyi takım ve doğru zamanda doğru şartların oluşması ile birlikte bu faktörler oyuncuları ve kulüpleri ortaya çıkarıyor.

Galatasaray, Efes Pilsen ve Beşiktaş ile oynanan maçların takım ve taraftar için önemi neydi?

Bitmek bilmeyen bir rekabet var, basketboldaki en büyük rekabet, futbolda olduğu gibi Fenerbahçe ve Galatasaray arasında. Doğruya doğru, eğriye eğri. Bu her zaman da böyle diye düşünüyorum. Bu büyük maçlar kavga gibidir, tabii ki bir heyecan oluyor ama zaman içerisinde atlatılıyor, sahaya çıkıp ısınmaya başladığında bitiyor haliyle. Oyuncular için şöyle söyleyebiliriz: Hiçbirinin farkı yok, hangi maça çıkarsan çık, herkes kazanmak için çıkıyor, yani kulüp maçı olarak bakmıyor. Büyük taraftar kitlelerine sahip olan takımların oyuncusu isen, Fenerbahçe gibi, sen konsantre olmak istemesen de, kendini kötü hissetsen de sakat olsan da, taraftar seni bir şekilde motive edip oynatıyor.

Sizin de döneminizde olan Henry Turner ile mail üzerinden röpörtaj yaptık, “Galatasaray maçında kırık ayakla oynamıştım” demişti mesela. “Galatasaray ve Beşiktaş maçları, Efes maçlarına göre daha rekabet ortamında geçiyor” diyebilir miyiz?

Rekabetli geçiyor ve geçti tabii. Onlar da iyi kadrolara sahipti ve iyi maçlar ortaya çıkıyor haliyle. Hem atmosferi çok farklı… Atıyorum o zamanlar Anadolu’dan gelmiş bir takıma karşı taraftarın Abdi İpekçi’ye gelmesi pek kolay bir şey değil. 10 bin kişilik salona iki bin kişi geliyor, etraftakiler geliyor, çok sevenler geliyor ama büyük maç olduğu zaman dışarıda bir 10 bin kişi daha oluyor.

Serdar Apaydın’ın Yeşilgiresun Belediyespor’daki menajerlik döneminden. (Kaynak: karadenizgazete.com.tr)

Fenerbahçe’de hiç keşkeleriniz oldu mu?

Şöyle oldu, TED Kolejliler’den geldiğimde Fenerbahçe ile anlaşmak üzereydim, aslında biraz şey oldu, süre uzadı. O zaman başlasaymışım daha güzel olurmuş açıkçası. Daha uzun süre Fenerbahçe’de oynamış olurdum. Bir de çocukluktan İzmirli olduğum için, İstanbul ulaşılması kolay bir şehir değil. O yüzden en başında başlasam daha güzel olurdu tabi ama basketbol kariyerim olmayacaktı.

Takımımızda en iyi ve en kötü oynadığınız maçlar hangileriydi?

En kötü oynadığım maçı hatırlıyorum. Milano maçıydı galiba. O Tofaş maçının sonu gibi bana faul yapıldı, ikide sıfır serbest atış attım. İbrahim gitti, inanılmaz zor bir üçlük soktu yakaladık. Sonra yine son saniye attılar, sonra yine bana faul yaptılar, yine ikide sıfır attım. Çok üzülmüştüm, İbrahim de çok üzülmüştü, hatta 42 sayı mı ne attı, kaşı yarıldı, öyle oynadı. En unutamadığım maçtır. Ülkerspor’da oynadığım zamanda da, yarı final serisinde şampiyonluğa giderken Levent’in sakatlanıp benim guard oynamak zorunda kaldığım seri, kötü bir anı olarak kaldı. Ama bütün maçlara baktığımız zaman, böyle bir kulüpte oynayabilme hakkını elde etmiş çok nadir ve şanslı oyunculardan biriydim.

Fenerbahçe’de forma giydiğiniz dönemin unutulmaz salonu, Abdi İpekçi Spor Salonu’ydu. Eski bir oyuncu olarak o salona, atmosfere ve Fenerbahçe taraftarının desteğine dair neler söylersiniz?

Abdi İpekçi Spor Salonu inanılmaz bir salondu, çok da üzgünüm o salonun yıkılmasına. Çok anılarımız var. O salonun büyüsü çok enteresandı açıkçası, şimdi yine aklıma gelince, sahanın içerisinde olan insanlar… Tribün, uzak ama neredeyse yakın. Zaten o salonda oynadığım boş tribün çok azdır, bir tane veya iki tanedir. Çok özel bir salondur, Türk basketboluna çok hizmet etti o salon. Şimdi imkanlar çok çoğaldı, her bir yerde bir salon var ama o zaman tek salon gibiydi, bütün maçlar orada oynanıyordu, o yüzden atmosferi harika bir salondu. Kendinden önceki maçı seyrediyorsun, senden sonraki maça kalabiliyorsun, seyredebiliyorsun. Yani bütün vaktini orda geçiriyorsun. Çok eğlenceliydi, yani imkansızlıklar içerisinde inanılmaz bir imkana sahip bir salondu orası.

Rakip olarak karşılaştığınız veya savunduğunuz, en beğendiğiniz isim kimdi?

Saydığım oyuncular takım arkadaşım da oldu ama rakip de olduk, onlara karşı oynamak her zaman zordu. Savunma olarak düşününce en zorlandığım isim Haluk Yıldırım idi. Altı yıllık takım arkadaşımdı ama ondan sonra karşılıklı rakip olduk, sayı atma konusunda en zorlandığım isimdi. Tutmakta zorlandığım ise Harun Erdenay, Levent Topsakal, bir de Orhun Ene. Ama tabii şöyle bir şey daha söyleyeyim: Bir döneme damga vurmuş olan Petar Naumoski’yi de unutmamak lazım.

Fenerbahçe’nin teknik ekibinde uzun yıllar çalışmış bir basketbol adamı olarak, 2012 yılında Damir Mršič’ten boşalan A Takım menajerliğine getirilmiştiniz. Sizin için nasıl bir deneyim olmuştu?

Basketbolun maalesef her yerinde bulundum: Altyapılarda, A takımlarda, hem antrenör hem de yönetici olarak… O sezon da Kemal Dinçer Aydın Ağabey’den (Aydın Örs) sonra CEO olarak gelmişti. Onun takım arkadaşıydım, çok yakın arkadaşlığımız vardı zaten hayatımı çok etkileyen insanlardan biriydi. Onunla birlikte ben de takım menajerliğine soyunmuştum, çok da iyi bir kadro idi. Ama oradaki tek şey, herhalde Simone Pianigiani’nin ilk defa yurt dışında bir takım çalıştırıyor olmasıydı. Ama onu da pek fazla şey yapamıyorsunuz. Adam da Avrupa şampiyonu olmuş bir antrenör, takımın kimyası herhalde uyuşmamıştı, o zaman öyle bir terslik oldu. Sonrasında tabii Obradović gibi bir antrenör geldi ve başarılar geldi. Tabii bu başarı devamlı sürdürülebilen bir şey değil, ara sıra sekteye uğruyor ama gelinen noktaya baktığımızda Fenerbahçe, Avrupa’nın sayılı kulüplerinden bir tanesi.

2000’li yıllarla beraber basketbolda büyük bir atılıma geçen Fenerbahçe, bu atılımın en büyük meyvesini 2017’deki EuroLeague şampiyonluğu ile aldı. Bu atılımın içerisinde yer almış bir isim olarak, bahsettiğimiz altın dönemi ve takımın bu sezonki performansını nasıl görüyorsunuz?

Tabii Željko Obradović faktörü diye bir şey var. Sonsuza kadar da sürmeyecekti bu, pandeminin bu seviyeye gelmesi ve kulüp bütçelerinin yükselmesi, tabii ki bunun etkenlerinden bir tanesi. Şu andaki antrenörümüz (Igor Kokoškov) de çok kariyerli bir antrenör, çok iyi bir antrenör ama bunları sağlayan, tabii ki her zaman için yönetimler. Ben inanıyorum ki, böyle bir salona sahip bir spor kulübü, bundan sonraki yıllarda da, onlarca yıl boyunca buna devam edecektir. Basketbol zaten çok seviliyor, taraftar kitlesi de her zaman için buna destek vermeye hep hazır. O yüzden Fenerbahçe basketbol takımı her zaman var olacak. Yani o küp ağzına kadar doldurulmuş durumda. Artık hafif su damlayacaktır, dışarıya boşalacaktır ama tekrar doldurulacaktır.

Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçelilere mesajınız nedir?

Taraftara mesaj hep aynıdır: Biz de ne kadar oynamış olsak da, tuttuğumuz takım olduğu için biz de taraftarız. Takımı yalnız bırakmamak en önemli şeylerden biri. Her zaman için destek olmak, oyunculara, antrenörlere destek olmak tabii ki taraftarlık görevlerimizden biri. Kulübümüzün başarısı için de en önemli şey taraftardır. Bu sezona da şöyle baktığımızda, pandemiden dolayı taraftar yoktu. Tabii oyuncu için de çok zor. Hazırlık maçıymış gibi geliyor ara sıra. Ama inşallah önümüzdeki sezon taraftarla tekrar o tribünde olup daha da güzel günler görecektir Fenerbahçe.

Serdar Ağabey, röpörtajımıza katıldığınız için size çok teşekkür ederiz. Sağ olun, var olun.

Eyvallah, başarılar diliyorum size de. Başarınız daim olsun.

Yorum bırakın