Ahmet Özokur: “Obradović Benim İçin Bir Öğretmendi”

Fenerbahçe’nin basketbolda Ülker ile güçlerini birleştirdiği dönemde, kulübümüzde ve Yıldız Holding’de yöneticilik görevi yapan Ahmet Özokur; sponsorluk sürecini, altın yılları, Obradović’in sözleşme imzaladığı anı ve hatıralarını Salon Tribünü ekibinden Erdi Tiran’a anlattı.

Çok değerli Ahmet Bey, öncelikle hoş geldiniz. Fenerbahçe basketbol tarihinin bir dönemine yakından tanıklık etmiş ve kulübümüze büyük katkılar sağlamış bir isme sayfalarımızda yer verdiğimiz için mutluyuz, röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. 1980 yılında, Ülker Grubu’nun kurucusu Sabri Ülker’in torunu olarak dünyaya geldiniz. Ülker markasına, Fenerbahçeli olma hikayenize ve kariyerinize dair neler söylersiniz?

Türkiye’de doğup da bir takım tutmamak çok mümkün değil. Çok küçüklüğümüzden beri sporla, takım kültürü ile, Fenerbahçe ile bir ilişkimiz başladı. O da şöyle: Benim babam hem futbolu, hem de sporu çok seven bir adamdı, o yüzden bizleri de, yani hem beni, hem de ağabeylerimi sporcu olarak yetiştirmeye gayret etti. Böyle olunca, sporla biraz haşır neşir olmaya başlayınca da bir takımın parçası olmak icap ediyor. Benim babamın ailesi Kadıköylü. E tabii, doğduğumuz toprakların, var olduğumuz toprakların da biricik kulübü vardır doğrusunu söylemek gerekirse. Ben gözümü açtığımda Fenerbahçe’yi gördüm. Aslında babam da öyle büyümüş, tabii öyle olunca… İnsanlar Yahu zoraki olmuş, başka takım görmemişin ki Fenerbahçeli olmuşsun” diyorlar, fakat bizimki çok zoraki değil. Şöyle ki, ben ayağıma ilk kez top değdiğinde üzerimde Fenerbahçe forması vardı, yani o sevda daha o yaşlarda başladı.

Babamın, özellikle Orhan Bey’in büyük bir spor sevdası vardı, bu sevdanın sonunda da Ülkerspor ortaya çıktı. Orhan Bey büyük zorluklarla rahmetli Sabri Bey’i ikna etmişti. O zaman Nasaş Basketbol Kulübü vardı, o kulüp satın alınarak, birleştirilerek Ülkerspor kurulmuştu. O şeyle spor dünyasının içersine girdik. Oynamaktan, sporseverlikten takımcılığa başladık, tabii biraz yarı yarıya oldu. O zamanlar benim için hayatın yüzde 50’si Fenerbahçe, yüzde 50’si Ülkerspor’du. Onun bende şöyle güzel hatıraları var, ilerleyen zamanlarda benim için bir kimlik bunalımı gibi oldu. Yarısı Fenerbahçeli, yarısı Ülkersporlu Ahmet, gün geldi, 2006 senesinde “Fenerbahçe Ülkerli Ahmet” olmak gibi bir şansla karşı karşıya geldi. Bu, benim hayatında çok kıymetli bir şeydir. Çünkü o iki kişilik, bir anda çok güzel bir şekilde tek kişiliğe dönüştü. Öyle olunca, her yerde rahatça çıkıp Ben Fenerbahçe Ülkerli Ahmet’im” diyordum. Hikayem böyle başladı.

Kendi kariyerim ile ilgili de… Ben profesyonel anlamda uzun yıllar hem kendi işimde, hem de aile işimde çalıştım. Aslında bunun en keyifli yılları da sponsorluk ve inşaat yıllarıydı. Belki bunlarla ilgili sorular gelecektir ama, benim Fenerbahçe basketbolu ile ilgilenme zamanlarım özellikle 2009, hatta 2008 yılında başladı. Daha sonra da, 2009 yılında Ülker Sports Arena’nın inşaatı başladı. Bununla beraber, kariyerim de bir noktada Fenerbahçe ile beraber gelişmeye başladı, o senelerde hayat öyle devam ediyordu. Sonra yöneticilik geldi, Aziz Bey (Aziz Yıldırım)sağ olsun öyle bir teklifte bulundu, ben de seve seve kabul ettim. Fenerbahçe taraftarıydım, o zamana kadar taraftarlık ve basketbol tarafında profesyonel yöneticilik yapıyordum. Aziz Bey “Gel, bir de yönetici ol” deyince, tabii ki de her taraftarın hayalidir. Bana o zamanlar “En büyük hayalin ne?” diye sorarlardı. Bir taraftar olarak en büyük hayalim yönetici olmaktır, o hayalim de gerçekleşti. Böyle başarılı ve güzel bir zaman geçirdik. O yıllar, Türkiye’de basketbolun altın çağlarından birisiydi. Yani hem o dönemde Fenerbahçe Ülker, bugün de halen Fenerbahçe ve Anadolu Efes… Benim de bu iki büyük basketbol takımının beraberce getirdiği mutlu zamanlara şahitlik etme şansım oldu.

Kaynak: Fanatik

Ülker Ailesi olarak 1993 yılında kurduğunuz Ülkerspor, Türkiye’de ve Avrupa’da önemli başarılar elde etmişti. Sürecin içinde yer alan birisi olarak, bir müessese kulübüne sahip olmanın artıları ve eksileri nelerdi?

Müessese kulübünün en büyük artısı… Tabii ben yönetici olduktan sonra da bunu yakınen gördüm, kulüpçülük çok zor bir zanaat. Dernekçilik veya kulüpçülük, çünkü profesyonel bir yapı değil, çok fazla gönül bağının olduğu bir yer. Bizim şansımız şuydu, Ülkerspor zamanlarında insanların çok ciddi bir gönül bağı vardı. Ülker markasına karşı gösterdikleri o teveccühten dolayı, kendi içerisinde bir taraftar kitlesi oluyordu. Bir yandan müşteriniz olan, sizin ürünlerinizi tüketen insanlar, aynı zamanda gelip basketbol maçlarını da izliyorlardı. Ama ne yaparsak yapalım, bunun bir artı olmasına rağmen, bütçelerin iyi olmasına rağmen, ne yaparsak yapalım, müessese kulüplerinde o taraftar ateşini, sizin grubunuzun havasını yakalamak mümkün değil. Çünkü ne yaparsak yapalım, müessese kulübünde benim doğduğumda Fenerbahçe formasıyla kurduğum duygusal bağ gibi bir bağı kurmak mümkün değil, halen de mümkün değil, ta ki bunun etrafına bir taraftar olgusu, duygusal bağ kurana kadar…

Ki Ülkerspor yıllarında, rahmetliyi anmadan edemeyeceğim, bu röportajda da ismi geçsin: Yüksel Günay başkanımız bize çok yardımcı olurdu. Ülkerspor’un geçmişinde Fenerbahçe ile böyle bir yakın teması vardı, hiçbir zaman çok sert bir rekabet olmadı. Her ne kadar Ülkerspor o zaman Fenerbahçe’yi yense de… Bu da o yıllarda müessese kulüplerinin bütçelerden dolayı çok ön planda olmasındandı. Ama nihayetinde, böyle bir birliktelik olunca o taraftar, dernekçilik, duygusal bağ eksikleri de ortadan kalkıverdi ve çok güzel bir birliktelik oldu.

Ülkerspor, 2003 yılı. Kaynak: sabriulkerinhayathikayesi.com

Fenerbahçe’nin yüzüncü yılını kutlamaya hazırlandığı 2006 yazında Ülker, büyük bir sponsorluk hamlesi ile Ülkerspor’un Fenerbahçe ile birleşmesini sağladı. Ülkerspor’un EuroLeague katılım hakkının kulübümüze geçmesi ile, Avrupa’daki yerimiz perçinlendi. Bu iş birliği, fikir olarak nasıl ortaya çıktı? Anlaşmanın perde arkasında neler yaşandı?

Aslında bu anlaşmanın iki tane mimarı var: Bir tanesi Aziz Başkan, diğeri de bizim yönetim kurulu başkanımız Murat Ülker. Murat Bey çok iyi bir Fenerbahçeli. Belki o da benim az önce bahsettiğim gibi bir kimlik çatışması yaşıyordu. Bir yanda Ülkerspor var, diğer yanda Fenerbahçe var, hangisini tutalım, hangisinin maçına gidelim, nasıl yapacağız… Aslında bunun altında o iki duyguyu birleştirme ve tek bir kişiliğe bürünme fikrinin olduğunu düşünüyorum. Günün sonunda büyük bir markayı büyük bir markayla birleştirmenin hem ticari faydası, hem reklam faydası, hem de kitlesel bir faydası var. Bu iki büyük marka, ki belki hatırlarsınız, Galatasaray Spor Kulübü ile Cafe Crown, Beşiktaş ile de Cola Turka anlaşması yapılmıştı. Fakat bunların içerisinde, gönül bağı münasebeti ile, ailenin en büyük markası olan Ülker markası o zaman Fenerbahçe ile birleşti.

Ki çok ilginçtir, o zamana kadar Ülker markasını hiçbir markanın arkasına koymamak gibi bir aile kuralı vardı, yani hep önce Ülker olacaktı. Fakat o zaman Aziz Bey ile yapılan istişareler, rahmetli Yüksel Başkan da o dönem bu şeylerin içerisindeydi, onların gayretleri ile bu şey kırıldı ve dendi ki, “Fenerbahçe de Ülker kadar büyük bir marka, ikisi beraber çok güzel bir birliktelik kuracaklar”. O zaman böyle bir toplantı salonunda oturuldu, hiç unutmuyorum, Fenerbahçe Ülker olarak el sıkışıldı ve bu aslında bir sponsorluktan çok daha öte bir şey. Çünkü bununla beraber, ben de bir anda aileden birisi olarak Fenerbahçe Ülker ve basketbol ile ilgilenmek üzere görevlendirildim. Yani hem sponsor olundu, hem de aileden birisi bu işlerle ilgilensin diye bir misyon kuruldu. Diğer işlerim devam ediyordu ama bir yandan da Fenerbahçe Ülker ile ilgilenmeye başladım, bu da oraya verilen değeri gösteriyor… Sana da dediğim gibi, bu basit bir sponsorluk gibi değil. Daha çok sahip çıkma, ileriye götürme gibi. Hem Türkiye basketbolu açısından, hem Türkiye’deki spor çevresi açısından, hem de Fenerbahçe’miz için daha büyük hedeflerin ortaya konup gerçekleşebileceği bir dönemin başlangıcı oldu.

Bir ekleme yapmak istiyorum: Deplasmanlı Türkiye Ligi 1967 yılında başlıyor, ilk şampiyonluğumuz 1991 yılında. 1991 yılından sonraki ilk şampiyonluğumuz Fenerbahçe Ülker adında oluyor. Oradan EuroLeague şampiyonluğuna geldiğimiz sürece kadar, Ülker Grubu’nun kulübümüze katkıları ortada, kendi adıma sizlere çok teşekkür ederim.

Fenerbahçe Ülker” isminin kullanıldığı 2006-2015 arası dönemde Ülker Grubu, Erkek Basketbol Takımımızın yönetiminde söz sahibiydi. Ülker olarak, kulübümüzün yönetimiyle nasıl bir diyaloğunuz vardı, yetki dağılımı nasıl sağlanıyordu?

İlk birleşmeden sonra hafif kaotik bir dönem oldu, çünkü kimse bu işi nasıl yapacağını bilemedi. Basketbolun idari kanadıyla, benim olduğum ve daha çok finans ile sponsorluk ilişkilerini yönettiğimiz kanat arasında ilk başta ideal bir uyum yakalayamadık. Fakat zaman içerisinde menajerler değişti. Bir dönem Mirsad Türkcan’ı emekli etmiştik, formasını salonumuza asmıştık, ondan sonra kendisini menajerlikle bir arada, bir tercüman gibi kullanmaya başladık. Daha sonra Ömer Onan geldi, bir dönem Kemal Dinçer genel menajerlik yaptı, böyle bir çok şey denedik ama bütün sorunların tek bir çözüm mercii vardı, o çok rahatlatıcı bir şey. Aziz Başkan bize o kadar güzel bir alan açıyordu ki, çünkü Fenerbahçe’nin basketbol alanındaki hedeflerini hepimizden, çoğu zaman benden bile daha iyi anladığını düşünüyorum. Ki ben çok tutkulu bir Fenerbahçeliyim, yöneticiydim ama Aziz Bey’in o tutkusu, o isteği, onu anlaması…

Hatta şöyle ki, 2009 yılından itibaren Aziz Bey şubenin hemen hemen bütün yönetimini bana bıraktı. Hatta öyle bir şeydi ki, sadece maçlara geliyordu. Başkanı arıyordum, “Başkanım, akşam gelecek misiniz?” diyordum, kendisi de “Geleceğim, hemen koltuğumu şey yapın” diyordu. Bench arkasında oturmak, bizim için çok büyük bir usuldü. Bu, Fenerbahçe Ülker usulüydü. Yönetim olarak mutlaka takımın arkasındaki sırada oturuyorduk. Çünkü buna çok inanıyorduk. Bazen şöyle eleştiriliyorduk, “Takıma baskı kuruyorlar” diyorlardı. Özellikle çok şenlikli olan, sorunlu olan Galatasaray maçlarında oradan müdahale ederdim. Diğer maçlarda, EuroLeague maçlarında, hani çok müdahale ediyormuşuz, takıma da karışıyormuşuz gibi… Ama aslında böyle bir şey yoktu, çünkü aramızdaki ilişki çok profesyonel bir hale oturmuştu. Bunun dönüşümündeki en büyük iki ismi de anmadan geçemeyeceğim, bunlardan bir tanesi Maurizio Gherardini. Şöyle ki, Željko Obradović ile imzayı attıktan sonra, senin de dediğin gibi Erdi, 2 Temmuz 2013 tarihinde imzayı attık imzayı, ki onun da hikayesi enteresan bir hikaye…

Željko Obradović’in imza töreninden. Kaynak: fenerbahce.org

Sizden dinlemek isteriz…

Tabii ki. Büyük bir koç getirmenin iki üç tane zorluğu var, bir tanesi karakter. Sonuçta büyük bir koç ile konuşmak çok kolay değil. İkincisi para, bu arada koça vereceğiniz paranın çok büyük bir ehemmiyeti yok, onu bir şekilde buluyorsunuz. Ama büyük koç getirdiğiniz zaman diyor ki, Ben büyük bir takım kurmak istiyorum”. Diyelim ki koça 10 lira verdin, sonra da diyorsun ki “Ben 15 liralık bir takım kuracağım”, koç da Olmaz. 10 lira bana verdin, şimdi 30 liralık, 50 liralık bir takım kurmamız lazım” diyor. Büyük koçun ikinci zorluğu bu. Üçüncü zorluğu ise, bu denklemin içerisinde bir de Aziz Bey’in olması. Çünkü o da ikna edilmesi zor; ticari bakış açısıyla, bilgisiyle, kulüpçülüğü ile çok derinlikli bir başkan. Zaten bu üç denklemi bir araya getirmek oldukça zaman aldı, o dönem yönetimde Semih Özsoy da vardı. Semih Bey, ben ve Mirsad, beraber Obradović’i nasıl ikna ederiz” diye bayağı turlar attık. Ondan sonra Obradović ile görüştük, başkan ile görüştük derken… 2013 yılının Temmuz ayının başıydı, Çırağan Oteli’nde başkan ile beraberdik, bunu anlatırsam başkan kızmaz diye düşünüyorum… (gülüyor)

Obradović ile Çırağan’ın çay bahçesinde oturuyoruz, ondan sonra başkan da geldi, dedim ki Başkanım, gelin artık, bitirelim bu işi”. Veyahut gidecekse de adamı gönderelim, iş bitsin. Ondan sonra Semih Bey, ben, Obradović’in menajeri ve Aziz Bey, masada oturuyoruz. Aziz Bey Ne kadar paramız var?” dedi. Ben de Bu kadar paramız var, bütçe yapıyoruz dedim. Ondan sonra Bunun bu kadarını verelim, sen söyle dedi, ben söyledim. Obradović Ben bir yukarı çıkayım, siz menajer ile konuşun” dedi. Öyle olunca başkan bozuldu, Ben menajerle konuşmam, adamın kendisiyle konuşacağım” dedi. Ben yukarı, Obradović’in yanına gittim, “İnelim, başkan ile birebir şekilde bunu bitirelim”. O başkan Ben gidiyorum” dedi, yani bitiyor iş, olmayacak… Neyse, tekrar herkesi topladım , Başkanım, son bir kez oturalım. Bakın, adam da geldi” dedim.

Neyse, oturup çay kahve söyledik falan… Başkan bir tane kağıt peçete çekti. Benim kaç yıllık bir iş tecrübem var, ilk defa böyle bir şey gördüm. Bunu sonra da gülerek kendi arkadaşlarıma da anlatmıştım. Başkan bir tane peçete çekti, önüne koydu. Kalem var mı?” dedi, kalemi verdik. Üzerine bir rakam yazdı, Maaş bu kadar, Türkiye Ligi şampiyonluğu bu kadar, EuroLeague’de Final-Four oynarsak bu kadar, final oynarsak bu kadar, şampiyon olursak bu kadar… Ben gidiyorum” dedi. Bir kağıt peçete, bizim Obradović ile ilk sözleşmemizdir.

Bu arada Obradović de şaşırdı, çünkü o da hiç böyle bir şey görmemiş. Ondan sonra döndüm ve “Vallahi başkan son şeyi söyledi” dedim. Obradović’in de şöyle güzel bir tarafı vardı, o da bizim ve başkanın vizyonunu gördü ve tuhaf da olsa bu teklifi orada kabul ediverdi. Hatta altına ben imza attırdım, yani peçetenin üzerine imza attırdım, kim bilir o peçete şimdi nerede, dört beş gün sonra kulübe bırakmıştık ama… Tabii üzerinde rakamlar vardı, ne yaptılar bilmiyorum ama böyle bir imza atıldı, şimdi bilmiyorum nerededir… Neyse, ondan sonra zaten imza atıldı. Çok keyifli ve güzel bir süreçti ve hakikaten vizyon ortaklığında bize bir mutabakat sağladı.

Kaynak: twitter.com/Fenerbahce

Ek bir soru sormak istiyorum, bu sorunun cevabını sizlerden duymak çok önemli. Aydın Örs ve Obradović, yakın zamanlarda basketbol tarihimizde çok önemli yerleri olan iki isim. Bu iki isimle çalışmış biri olarak, iki isim arasındaki temel farkları, oyun anlayışı ve karakter yapıları arasındaki farkları anlatabilir misiniz?

Ben teknik olarak, koçluk yorumu yapmayı kendi haddime yakıştıramam, ikisi de kendi alanlarında, bizim yakın tarihimizin de çok önemli iki koçu. Burada tek fark şu: Obradović Avrupa basketbolunda biraz daha tecrübeliydi, yani şöyle… Aslında ben kendi yöneticilik dönemimde de bununla çok sık karşılaştım: Maalesef hiçbir maç, sadece parkedeki oyuncu karakteriyle, oyuncu hırsıyla veya oyuncu yeteneği ile kazanılmıyor. Kazanmanın bir çok komponenti var. Bunun içerisinde birtakım siyaset var, Obradović’in hepimizin yakınen tanıdığı ve bildiği o kıpkırmızı suratıyla sinirlenmesi var; bağırması, çağırması, hakemlere kurduğu baskı var… Hatta çoğu zaman birçok EuroLeague toplantısına Obradović ile beraber gittik. Orada kurduğu diyalog, yaptığı lobi çalışmaları, bize öğrettiği şeyler… Çünkü ben de EuroLeague’de ilişkilerin çoğunu nasıl yöneteceğimizi bilmiyordum. Uzun yıllardan gelen bu deneyimden dolayı, neyi nasıl yöneteceğimizi bize gösterdi. Böyle bir tecrübe farkı vardı.

Tabii Aydın Hocam şöyle, Aydın Hoca ile de tabii ki tanışıyorum, kısa bir dönem de de olsa çalışma fırsatımız oldu…

Gerçekten çok değerli bir insan, buradan kendisine selamlarımızı iletelim.

Kendisi bir kere karakter olarak dünya harikası bir insan. Ve şöyle, istekli ve basketbol tekniğine çok hakim bir hocamız. Ama yeni basketbol, belki yeni oyuncular katılıyorlar, birtakım teknik şeyler değişiyor… Belki o dönemlerde Aydın Hocamız, kendisini biraz geriye çekmiş olabilir. Yoksa teknik bilgi ve beceri anlamında ikisini kıyaslamak mümkün değil. Bizim kendi tarihimiz açısından ikisi de çok değerli koçlar.

Ülker’in Fenerbahçe’ye basketbolda kattığı bir diğer şey ise, Ataşehir’de inşa edilen ve 2012’de hizmete açılan 13.800 kişilik Ülker Spor ve Etkinlik Salonu oldu. Salonun projelendirme, inşa ve açılış sürecine dair aklınızda kalanlar nelerdir?

Herhalde temel attığımızda 2009’un Kasım ayıydı. O temel atma günü, benim için çok özel bir gündü. Çünkü başkanla beraber uzun bir çalışma yapılmıştı. Divan Kurulu’nda, Yönetim Kurulu’nda, Genel Kurul’da sunumlar yapıldı… Ve burası, gerçekten çok iyi bir mimari ekiple beraber projelendirildi. Dünya standartlarında, hayal ettiğimizde Amerika’daki bir NBA salonundan farkı olmayacak şekilde dizayn edildi. Hem Türkiye için bir yenilikti, hem de Fenerbahçe Ülker’e yakışan bir girişim oldu. O temel atma gününde hepimiz çok duygulandık. Şöyle ki, hem Yüksel Günay ağabey geldi, işte o ilk betonun atılması, arazinin tekrar gezilmesi, Aziz Başkan’ın ara ara inşaata müdahale etmeleri… Yani Buraya bunu yapalım, buradan kapı açalım” diyordu. Başkanım, proje bitti, böyle” diyorum, başkan da Yok yok, sen şimdi buradan bir kapı daha açtır” diyordu. Tabii kendisi inşaatçı olduğu için bizden çok daha deneyimli, gerçekten de dediği birçok şey daha sonra doğru çıktı.

Şunu da söylemekte fayda var, benim hiç unutmayacağım, hiçbir Fenerbahçelinin de asla unutmaması gereken bir süreç yaşandı: Yanılmıyorsam açılış 2012 yılının Ocak ayındaydı ve başkanımız, bugün Fenerbahçelilerin halen bedelini ödediği bir kumpasın altında, cezaevindeydi. Biz maalesef, onun çok büyük hayalleriyle, çok büyük destekleriyle, çok büyük emeğiyle yapılan bu salonu onsuz açmak zorunda kaldık. Ben müsaade almak için onu ziyaretine gittim, içeri girdim, başkan tabii orada hep çok neşeli. Başkanım, benim gönlüm razı gelmiyor, ne var, altı ay sonraya erteleriz, üç ay sonraya erteleriz, yani bir sene sonra olur…”. O zaman da sürecin nasıl sonlanacağını bilmiyoruz, ama “Ben siz olmadan bunu yapmak istemiyorum” dedim. Başkan “Yahu, bizim işimiz ben değilim, bizim derdimiz daha büyük. Boşver, sen açıver salonu” dedi.

Yani bazen “Aziz Yıldırım’ı ne farklı kılıyor?” diyorlar ya, Aziz Yıldırım her şeyden önce Fenerbahçe’yi koruyordu, o gün de Fenerbahçe’yi koruyordu. Yoksa bir başkan olarak gayet rahat şekilde “Ne var, üç ay sonra açın” diyebilirdi. Fenerbahçe Ülker olarak bunu yapacak finansal gücümüz de vardı. Ama başkan o gün “Siz Armani Milan maçıyla açılışı yapın” dedi. Başkandan müsaadeyi alınca, ki o zaman çok güzel videolar da hazırlamıştık… Hatta ertelendi, çünkü biz bir ceza almıştık. Bunu da söylemeden edemeyeceğim, EuroLeague’in bize yaptığı da ayrıca bir yanlıştır. “Açılış yapacağız” dememize rağmen, maçımızı Sinan Erdem’e verip, iki hafta sonraki maçı Ülker Arena’ya vermeleri de EuroLeague’in bize yanlışıdır. Daha sonra bize o yaptıklarını yememeyi öğrendik.

Kaynak: fenerbahce.org

Size burada ek bir soru soracağım: 2012-13 ve 2013-14 sezonlarında EuroLeague’de başarısız olduğumuzu söyleyebiliriz. 2013-14 sezonunda kazandığımız bir lig şampiyonluğu var. Bu iki sezonda EuroLeague’de neler yanlış gitti, bunları kısaca açıklamanız mümkün müdür?

O sene Obradović’in birinci senesiydi. Birinci sene, aslında bu tip yapılaşmalarda en zor senedir. Çünkü o zaman Maurizio da henüz takıma katılmamıştı. Obradović bunu okusa belki bana kızar ama doğrusunu söylemek gerekirse Obradović’i yönetmek de biraz zor bir iş. Çünkü kendi oyuncularını ister, kendi oyun sistemini kurmak ister, ki bir antrenörün de en doğal hakkıdır. Ama tabii bütçeler var, sponsorluk anlaşmaları var, beklentiler var, yönetilmesi gereken çok fazla beklenti var, o sene herkes için zordu.

Bir de şöyle bir durum var, tabii çok başarılı olmayan bir takımdan dönüşüme geçtik. Çünkü bir önceki sezonda en son Ertuğrul Erdoğan vardı, Simone Piangiani’nin olduğu seneydi, Türkiye Kupası ile sonlanmıştı. Yine ligde başarısız bir performans ortaya koymuştuk Karşıyaka’ya elenmiştik. Zaten o takımla… Ve o dönem de, doğrusunu söylemek gerekirse Obradović’e çok fazla alan veremedik. Gerek transferler olsun, gerekse eski oyunculardan kurulan bir takım olması olsun… Hatırlarsan Erdi, o takımın ışığında ancak bu kadar yapabildik. Bir de şunu da söylemeden, eklemeden geçmemek lazım: EuroLeague de bize bir Obradović ile bir Hoş geldin” çekti. Yani gerek EuroLeague olsun, gerek hakemler olsun… Özellikle Milano maçındaki kararlar… Sahada ince kıyımlar, bir şeyler oluyordu.

O Milano maçı kazanılsaydı, Top 8 şansımız devam edecekti…

Aynen öyle. Ben aslında onu çok başarısız bir sezondan ziyade, biraz haksız geçmiş bir sezon olarak nitelendiriyorum. Ki ondan sonraki sezonlarda, biz de yönetim olarak EuroLeague tarafında ağırlığımızı artırınca, Obradović ile beraber, Maurizio’nun da gelmesiyle beraber ciddi bir aşama katettik.

Tarihimizde Final-Four’a kaldığımız ilk sezon olan 2014-15 sezonuna yönetici olarak, 2017’deki EuroLeague şampiyonluğuna ise taraftar olarak yakından tanıklık eden insanlardan birisisiniz. Bu sezonların sizin için anlamı nedir?

2014-15 sezonunda Final-Four’a kalmıştık, o seneden en güzel hatıram şu: O zaman yöneticiyim, soyunma odasından final maçına çıkıyoruz. Tüm düşüncem şu: Biz kupayı alacağız, götüreceğiz, artık o noktadayız. Çünkü güzel bir play-off serisi de geçirmişiz, Alıp götüreceğiz” gibi bir düşüncemiz var. Hiç unutmam, okursa o da hatırlayacaktır: Nemanja Bjelica’nın elleri zangır zangır titriyordu. Yani bizim de skorerimiz, takımın belkemiği. Ondan sonra Ne oluyor?” dedim. O zaman koç Obradović de “Ahmet, takım ilk defa Final-Four oynayacak, bu hiç kimse için kolay değil, sen titremiyor musun?” dedi. Bir baktım ben de titriyorum, gerçekten ben de titriyorum (gülüyor)… Çünkü kupa o kadar yakın ki, elimizi uzatsak alacağız.

Yani o heyecan var, ve hatırlarsın Erdi, o finalde de Bjelica çok düşük bir performans sergilemişti. Bu da o deneyimle, o deneyimi kazanmakla ilgili. Ki daha sonra gelen EuroLeague şampiyonluğunun temelinde de o günkü deneyimler var. Yani ne kadar çok Final-Four oynarsanız, ne kadar çok play-off oynarsanız, ne kadar çok final oynarsanız kupayı kazanma şansınız o kadar oluyor. Çünkü bu şans ile değil, tecrübe ile elde edilen bir şey. EuroLeague şampiyonluğu ise bambaşka bir rüya. Yani şimdi desen ki Ne hatırlıyorsunuz?”, vallahi baştan sona her şeyini bir rüya gibi hatırlıyorum, o kadar güzel bir şeydi, çok büyük bir mutluluk. Çünkü şunu görüyorsunuz, yıllarca emek verilmiş… Bu arada Ülker o zaman sponsor değildi.

Metro olarak bir göğüs sponsorluğunuz vardı…

Evet, önde forma sponsorluğumuz vardı Fenerbahçe sponsorsuzdu, ana sponsoru yoktu. Bu da Fenerbahçe için çok kıymetli bir şeydir, çünkü basketbolda kendi başına bir isim ve bir marka olabildiğini gösterdi. Ve o, her anlamıyla, her anıyla, baştan aşağı çok harika bir süreçti. Böyle taçlanması hepimiz için, bu süreçte emeği geçmiş herkes için, ben olayım, yöneticiler olsun, idari kadro olsun, başkanımız olsun, yöneticilerimiz olsun; herhalde herkesin en mutlu olduğu, gurur duyduğu an; o gün, o kupanın o sahanın ortasında, ellerin üzerinde yükseldiği andı. Unutulmaz bir andı.

Aziz Yıldırım ve Ahmet Özokur, 2015 yılındaki Final-Four yarı finali öncesi Fenerbahçeli basketbolcuları ziyaret ediyor. Kaynak: fenerbahce.org

2014-15 sezonu için bir yorum getirdiniz, ben de müsaadenizle yorum getirmek istiyorum: Mesela Real Madrid’e karşı, ilk Final-Four tecrübemiz olduğundan dolayı sindik, daha doğrusu bizi dövdüler. Ve sonrasında, 2015-16 sezonunda Real Madrid’i bozacak bir takım kurduk. Pero Antić’i aldık, Nikola Kalinić’i aldık, kavgacı oyuncular aldık. Play-off’ta onları eze eze yendik ve Final-Four’a çıktık. Ondan sonra, şampiyon olduğumuz sezonda yine Real Madrid’i Final-Four’da ezerek yendik. Ahmet Ağabey, sizin de dediğiniz gibi, bunlar hep tecrübe oluyor, bundan kaynaklanan bir şey, yaşanılarak ediniliyor. Ben rakipleri analiz ederek buralara geldiğimizi düşünüyorum açıkçası.

Çok doğru, yani ben idari kadroda, özellikle de teknik kadroda şunu gördüm: Çok fazla maç izleme, çok fazla maç analizi, maçtan sonra tekrar oturup Ne oldu, ne yanlış gitti, ne doğru gitti”… Yani doğru gitmiş bir maç olsa bile, emin ol Erdi, yani 20 sayı ile kazanılmış bir maç dahi olsa arkasından Neyi yanlış yaptık” toplantıları mutlaka yapılıyordu. Muhtemelen halen de yapılıyordur. Çünkü bu, antrenörlüğün temelinde olan bir şey. Hepsinden bir şeyler öğreniyoruz. Bunların hiçbiri şöyle değil, herkes şöyle beklentilerde oluyor: Yeni bir yönetici geldi, yeni bir koç geldi, yeni bir takım kuruldu, haydi bu sene şampiyon oluyoruz”. E öyle olmuyor, bunların hepsi bir süreç, keşke böyle olsa. Bu durumda en çok sponsorlar mutlu olur ama öyle olmuyor.

Her sezonun bir hikayesi var Ahmet Ağabey, Ozan Balaban ağabey de sizin söylediklerinizi bizlere söylemişti, kesinlikle haklısınız. Yöneticilik döneminizden, aklınızda kalan başka anılar var mı?

Mesela bir TOFAŞ maçı var. Ben bench arkasında oturuyorum, ondan sonra bir şey oldu, bir olay oldu, ondan sonra Obradović Bjelica’yı çağırdı, bir fırça… Küstü, Bjelica’yı paldır küldür kovdu, içeri gönderdi. Ondan sonra dedim “Ne oldu, adamda bir şey mi var, nereye gitti?”. Sonra Erkan Karaca’yı çağırdım, “Erkan, ne oluyor?” dedim. O da şokta, herkes şokta, koç kızmış. Bu arada koça arkadan sesleniyorum, o da dönüp bakmıyor bile. Sonuçta bizim yönetici olarak, oyunculara karşı da bir sorumluluğumuz var. Neyse, dışarıya çıktık, Obradović yok. Aradık, “Neredesin koç?” falan dedik. Böyle biraz soğudu, onun böyle bir “cool off” periyodu vardır. Sonra geldi, olayı anlattı. Bize “Artık benim çizdiğim oyun şekline uymayınca ona kızdım, o da küstü” dedi. Böyle de küsme olmaz, hani göndereceğiz gibi… Neyse, sonra Bjelica’yı göndermedik, tabii daha sonra kendisi gitti ama bu inanılmaz bir şeydi. Çünkü, sonuçta hep o bahsettiğim dengeyi, koç-idareci-oyuncu dengesini her zaman sağlayıp, onları hep elinin üstünde tutman gerekiyor.

En unutulmaz hatıralarımızın da hepsini deplasmanlarda yaşadık. Şöyle komik bir şey söyleyeyim: Rusya’ya deplasmana gitmiştik. Otelimizle maçın oynanacağı salonun arası 500 metre, yakın. Ben takım için öyle otelleri tercih ediyordum, ki hemen gidilip gelinebilsin. Fakat şunu bilmiyorum, şehir çok soğuk. Sonuçta Rusya’da, çok soğuk. Ondan sonra Obradović’e Koç, salona yürüyelim, yolda da iki muhabbet ederiz” dedim. Ya, gerçekten yürüyecek misin? Soğuktur burası dedi. Ben de Ya, ne kadar soğuk olabilir ki? Çıkar yürürüz” dedim. Döner kapıdan çıktık, aynı şekilde geri geldim, Koç, buradan salona yürünmez” dedim. Ben sanaburada yürünmez diye dedim ama” dedi. Ben ne bileyim bu kadar soğuk olduğunu, hatta oyuncuları da göndermek istemedim. Gittik, 500 metre için bir tane büyük otobüs tuttuk, aldık, getirdik. Otel Kapıdan binecekler” dedi, “Olmaz, otobüs otoparka inecek, çünkü çocuklar üşüyecek, hasta olacaklar” dedik. Otobüsü geri geri otoparka indirdik, orada çocukları bindirdik, biz de bindik, kaloriferleri açtırdık, sıcacık oldu, 500 metreyi öyle gittik. Bir daha orada, dışarıda bir yerde oturmayalım, otel, araba, öyle gezelim” dedim. Böyle güzel bir hatıramız vardı, bayağı da üşümüştük yani.

Daha önce sitemize konuşan Sayın Ozan Balaban, verdiği röportajda dönemin başkanı Aziz Yıldırım’ın basketbola büyük önem verdiğini ifade etmişti. Aziz Yıldırım’a, kendisinin basketbola olan bakışına ve aranızdaki ilişkiye dair neler söylemek istersiniz? Ayrıca, kulübümüzün sponsorlarından birisi olarak, mevcut başkan Ali Koç ile nasıl bir diyaloğunuz var?

Bir kere Aziz Bey’i tanımış olmak, benim için çok özel bir şey. Şöyle ki, Aziz Bey gerçekten çok vizyon sahibi; kulüpçülüğü, yöneticiliği, idareciliği çok iyi bilen, uzun yıllar bunu deneyimlemiş, hatalar yapmış, çok doğrular yapmış, bunlardan bir şeyler öğrenmiş ve çok daha iyilerini yapmış; fakat hepsinden öte; hayatından, her şeyden daha öne Fenerbahçe’yi koymuş bir başkandı. Bu çok önemli bir şey. Yani Aziz Yıldırım dediğinizde aklınıza sadece Fenerbahçe gelir, Fenerbahçe dediğinizde de aklınıza Aziz Yıldırım geliyor. Yani Fenerbahçe’yi Fenerbahçe yapan çok önemli bir kişi. Tabii ki Fenerbahçe’yi bugünlerine getiren bir çok yöneticimiz oldu, bir sürü başkanımız oldu, tabii ki bunların hepsi çok kıymetli ama benim gözümde Fenerbahçe’ye altın çağını yaşatmış olan kişi, Aziz Bey’dir. Şimdi eleştirebilirler, Futbolda başarı gelmedi, orada o olmadı, şu olmadı…”.

Aziz Bey’in döneminde neler oldu? Futbolda, UEFA Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadık, UEFA Avrupa Ligi’nde yarı finalimiz var. Basketbolda EuroLeague şampiyonluğumuz var, bunun yanında Türkiye kupaları var, lig şampiyonlukları var, bunlar da var, yok değil. Hem basketbolda, hem futbolda, hem diğer branşlarda… Dolayısıyla Aziz Bey’de hep şunu gördüm. Aziz Bey amatör branşlara, ki ben basketbolu amatör branş olarak saymıyorum, ama futbol dışındaki branşlara da en az futbol kadar önem verirdi.

Bir gün yöneticiyim, Yönetim Kurulu toplantısındayız. Tuttu, tutuldu, Boks Şubesi konuşuluyor. Şimdi tabii profesyonel yöneticileriz, büyük bütçeler yönetiyoruz, bir de Boks Şubesi’nde 10 bin lira verilecek, 10 bin dolar verilecek, falan o konuşuluyor. O zamanlar daha yeniyim, toy bir yöneticiyim, Başkan, konuşulacak çok mühim şeyler var” dedim. Aziz Bey de Bu mühim değil mi?” dedi. Ne bileyim, diğerleriyle kıyaslayınca çok mühim değil” dedim, o da bana Burası spor kulübü, biz bu bütün spor kulübünün yönetim kuruluyuz” dedi. Fenerbahçe’de kürekten, yelkenden, bokstan masa tenisine kadar, her branşta böyle bir titizlik vardı. Kimi başarılı oldu, kiminde başarısızlıklar vardı, her neyse, o sportif başarı ama Aziz Bey her biriyle bizzat alakadar oluyordu. Yöneticilere bunlarla ilgili sorular soruyordu, çok ilgileniyordu, basketboldaki ilişkiyi de bu hale getirdi.

Ama benim şöyle bir şansım vardı: Aziz Bey sağ olsun, bana çok büyük bir alan bırakmıştı. Yani bütçeyi yönetmek, çalışmak istediğim insanları seçmek anlamında rahattım. Bana çok ciddi bir alan bırakmıştı, biraz bunun rahatlığı da vardı. Aslında onun yönetim modelinin sonucunda da bu başarılar geldi ama şöyle bir dünya, “Ahmet, burada istediğin gibi top koştur” gibi bir şey yoktu. Aziz Bey’i sürekli ensemde hissederdim ama kendi alanım vardı, ve bu çok büyük bir rahatlık.

Şimdiki yönetimle ilgili… Ali Bey (Ali Koç) ile arkadaşız. Tabii ki bir şeyimiz yok, çünkü yine Fenerbahçe her şeyden daha önde. Ben kendisini çok seviyorum, kendisine çok da başarılar diliyorum. İnşallah da iyi olacak, hakikaten çok çok iyi olsun. Kendisi de bunu fazlasıyla hak ediyor, Fenerbahçe de bunu çok hak ediyor, en önemlisi de Fenerbahçe’nin renklerine gönül vermiş taraftarlar bu başarıları çok hak ediyor. Kendisinin de çok istediğini biliyorum, inşallah en kısa zamanda, en güzel başarıları Fenerbahçe ile beraber yaşamak ona nasip olur.

Merhum Hakan Dinçay, Ahmet Özokur ve Aziz Yıldırım. Kaynak: Eurosport

Fenerbahçe basketboluna en büyük başarısını yaşatan efsane başantrenörümüz Zeljko Obradović, sizin döneminizde sarı-lacivertli aileye katılmıştı. Obradović’e ve yaşattığı başarılara dair neler söylersiniz?

Obradović, çok ilginç bir kişilik. Bu belki de çok tuhaf bir şey değil, herkesin yakınen bildiği bir şey. Obradović ile benim ilişkim de biraz değişikti, bazen ağabey-kardeş, bazen yönetici-antrenör, bazen arkadaş, bazen benim için bir öğretmen bile oluyordu. Kendisinden birçok alanda, çok fazla istifade ettim. Öyle ki, spor dışındaki profesyonel hayatımda bile bazı yöneticilik derslerini kendisinden aldım. İnsanları nasıl yönetiyor… Çünkü sonuçta kendi yaptığımız işte, aslında biz de bir takım yönetiyoruz. Rakiplerimiz var ve bir takım yönetip, o insanlardaki en iyiyi ortaya çıkartıp bir başarı elde etmeye çalışıyoruz, iş hayatı da böyle bir şey. Tekniği biraz farklı olmakla beraber, o da sahada aynı şeyi yapmaya çalışıyor.

Sonuçta metodoloji aynı, bu metodolojiyi izleme fırsatı yakaladım, o esnada ondan çok şey öğrendim, eminim o da benden bazı şeyler öğrendi. Çünkü onun da finansal tarafı biraz zayıftı. Yani her oyuncuyu isterdi. Sabah kalkar, Miloš Teodosić’i isteriz, öğlen Nick Calathes’e geçeriz, o yılların şeyleri… Ondan sonra “O olmazsa NBA’den kimi getirelim”e bakarız… Günün sonunda, alt alta toplayınca bir bütçe çıkıyor, yapması mümkün değil. Ama o isterdi. Güzelliği de şuydu: Masa etrafında otururduk, Obradović ile konuşurduk, günün sonunda hep bir yerde mutabık kalır, anlaşırdık. Her iki taraf da biraz fedakarlık yapardı, gerçekten başarılı olma ihtimali olan ideal kadroyu oluştururduk. Bu, onun kişiliğinin güzel bir özelliğiydi, çünkü uyumlu çalışabiliyorduk, hep uyumlu çalıştık. Obradović ile hiç tartışmadık, hiç kavga etmedik, hiçbir şey yaşamadık, çatışmadık, hakikaten karşılıklı, naif ve iyi bir ilişki götürdük. Herhalde bu da ikimizin karakterlerinin birbirine biraz uymasıyla alakalıydı. Başarı da böyle geliyor zaten.

Sıkı bir Fenerbahçeli ve basketbolsever olarak, takımımızın son yıllardaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şöyle diyeyim, hakettiği yerde değil tabii ki. Şöyle geçmişten bir şey yapayım: Benim ilgilendiğim dönemlerde Bogdan Tanjević vardı, Aydın Hoca vardı, Neven Spahija geldi, Simone Pianigiani geldi, Ertuğrul Erdoğan geldi, Obradović geldi, o dönemde 5-6 antrenör gördük. Çok antrenör değişti, Obradović’in yedi yıllık o periyoduna gelene kadar, sık hoca değiştirdiğimiz dönemlerde asla başarı gelmedi. Yani bazen ne olursa olsun, bir hocaya karar verip, o hocada biraz inat edip, o hocanın gerçekten doğru hoca olduğuna inanıp, onunla ısrar etmenin faydaları olduğunu düşünüyorum. Sürekli hoca değişikliği, sürekli takımın omurgasını değiştirmek veya ilavelerle birtakım iyileştirmelere gitmek, sanki kısa vadede hızlı sonuçlar getirmiyor. Uzun vadeli sonuçlar için de daha stratejik ve doğru şeyler yapmak, uzun soluklu yatırımlar yapmak gerekiyor. Ama bu tabii benim şahsi düşüncem.

Basketbol şubesinde şimdi de kıymetli bir yöneticimiz var (Sertaç Komsuoğlu). O da tabii ki kendi doğruları ile, kendi bakış açısıyla, şimdiki yönetimin bakış açısıyla Fenerbahçe için en doğru kararları vermeye gayret ediyor, inşallah sonuçları da iyi olacak. Dediğim gibi, takımımız hak ettiği yerde değil ama takımımızın hakettiği yere gitmemesi için de hiçbir nedeni olmadığını düşünüyorum.

Ülker Grubu, şu anda Erkek Basketbol Takımımızın sponsorluğunu yapmamasına rağmen salonumuzun isim sponsoru ve kulübümüzün sponsorlarından birisi konumunda. Ülker olarak, futbol ve basketbol takımlarımız ile salonumuzla ilgili gelecek planlarınıza dair bilgi vermeniz mümkün müdür?

Ben Ülker Grubu’nda profesyonel yöneticilik yapmıyorum, o yüzden oradaki kurumsal soruya cevap vermem çok mümkün değil. Ama şöyle ki, söyleşinin başında da söylediğim gibi, Ülker ve Özokur ailelerinin Fenerbahçe ile olan gönül bağı, çok derin bir gönül bağı. Sponsorluktan, içeride bir yöneticinin olmasından veya isim sponsoru olmaktan çok daha öte bir bağ. Bu bağ, bu aileler ve kurumlar var olduğu sürece bir şekilde, ama daha az, ama daha fazla, farklı şekillerde, farklı hüviyetlerde devam edecektir tabii ki. Bundan çok şüphe duymaya gerek yok ama dediğim gibi, miktarlar değişir, şekiller değişir, başka şekillerde olur ama hiçbir şey olmasa gönül olarak, taraftar olarak bu aile hep Fenerbahçe taraftarıdır. Yani bu da bence çok keyifli ve güzel bir şey diye düşünüyorum.

Ahmet Özokur. Kaynak: startup.capital.com.tr

Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Ben yöneticiyken de bunu söylerdim, halen de kendi arkadaşlarıma söylüyorum: Bir takım tutmak, tutkuyla alakalı bir şey. Tutku, uzun soluklu bir iştir. Mesela şu aralar, hem futbol takımında, hem de basketbol takımında dönem dönem başarısızlıklar olduğu zaman çok üzülüyorum. Sahada hatalar olduğu zaman kendi taraftarımız, kendi takımımızı ve kendi kulübümüzü yuhalıyor.

Çok yakın zamanlarda da çokça şahit olduğumuz bir durum Ahmet abi.

Evet, daha yeni de olduk. Yani, benim aklım hayalim almıyor. Ben çok üzüldüm. EuroLeague’de Barcelona’dan 100 sayı yemiştik, ondan sonra ben çıktım, kenarda ağladım, çünkü kendime yakıştıramadım. Parçası olduğum bir kulübün 100 sayı yemesini, sahada resmen böyle elimiz ayağımız bağlı bir şekilde kalmamızı yakıştıramadım. Ki yanılmıyorsam 40 veya 50 sayı fark vardı. Ama çıkıp da kimseye kızmadım, kimseye küfür etmedim. Çünkü niye? Bu takıma taraftar olmak, o günlük ve o anlık bir şey değil. Eğer öyleyse, zaten o zaman vazgeçelim ve gidelim, başka bir takım tutsun insanlar. Böyle bir şey olabiliyor mu? Olamıyor. O zaman bu koşulsuz ve karşılıksız bir sevgi, taraftarlık böyle bir şey. Üzüleceğiz, sevineceğiz, çok üzüleceğiz, çok sevineceğiz ama bu renklere gönül verdiysek, belli kurallar çerçevesinde takımımıza en iyi desteği vereceğiz.

Bu arada en zor destek takım en aşağı gittiğinde verilen destektir, ama en kıymetli destek de budur. Çünkü kulüpleri kulüp yapan şey, Ülkerspor hikayesinde anlattığım gibi, taraftarıdır. Ve o taraftarın sevgisi, emin olun ki bütün taraftarlara da bunu söylemekte çok fayda görüyorum. O taraftarın bir motive edici sözü, o oyuncu için ne ifade ediyor, bunu bilemezsiniz. Onu yerdiğinizde, veya işte bir küfür anında, bir şey anında, ne kadar farklı bir psikolojiye girdiğini tahmin edemezsiniz. O yüzden koşulsuz sevgi, karşılıksız sevgi… Taraftarlık böyle bir şey, o yüzden herkese bunu öneririm, çünkü her düşüşün mutlaka bir çıkışı vardır, her kötü günün daha iyi bir günü var. Yani bugün olabilir, bugün iyi oynayabilir, yarın kötü oynayabilir, bir sonraki gün çok daha iyi oynayabilir, bunun farkına varıp takımı, oyuncuları ve yönetimi hep desteklemek lazım diye düşünüyorum Erdi.

Size ben, ekip arkadaşlarım ve Fenerbahçe taraftarları adına, bu güzel anılar için çok teşekkür ederim Ahmet Ağabey, var olun.

Ben de sizlere teşekkür ediyorum Erdi, çünkü bu güzel günler, bu hatıralar, siz değerli taraftarlar da olmasaydı asla olmazdı.

Yorum bırakın