Altar Tunçkol: “Salona En Erken Gelip En Geç Çıktım”

Salon Tribünü’nün ilk yazısında, @bonussimo5′in aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz ilk röportajımızla sizlerleyiz. 1992 yılından 1996’ya kadar Fenerbahçe formasını terleten ve bugünlerde yaşamını ABD’de sürdüren eski milli basketbolcumuz Altar Tunçkol, sorularımızı büyük bir içtenlikle cevapladı.

Altar Abi, bizleri kırmadığınız ve röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz.

Merhabalar. Rica ederim, her zaman elimden ne geliyorsa yardımcı olmaya da çalışırım. Sorular çok güzel, keyifle yanıtlamaya başlıyorum 😉

• Basketbola Ankara DSİ’de başladınız ve Oyak Renault altyapısında yetiştiniz. 1.80 ülkemizde basketbol için kısa bir boy olarak algılanıyor, bu durum başlarda size zorluk yaşattı mı?

Aslında annem ve babam eski milli voleybolcular oldukları için spora voleybol ile başladım. Ancak babamın “Boyun çok uzun olmayacak, voleybolda kısa boyla daha zorlanırsın, basketbolu da çok iyi oynuyorsun ve görüyorum ki çok da seviyorsun.” demesiyle ilkokul dördüncü sınıfta ilk basketbol maçıma çıktım. O zamanda da yaşıtlarıma göre kısaydım ama her maçta neredeyse takım skorunun çoğunu ben yaptığım için bir anda sivrilmeye başladım. DSİ küçük takımına ilk çıktığımda kendimden 2 yaş büyüklerle oynuyordum. Hatta takımımız da oldukça iyiydi ve Türkiye dördüncüsü olmuştuk. O sene epeyce zorlandım (Sanki takımın maskotu gibiydim 😀) ancak daha sonraki yıllarda boyumun kısalığı benim için hiç sorun olmadı.

• Rahmetli eski başkanımız Metin Aşık döneminde, 1992 yılında çubukluyu giymeye başladınız. Bu transfer nasıl gerçekleşti?

Efes Pilsen’le 91-92 sezonunu hem şampiyon olarak, hem de Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı alarak tamamlamış ve büyük sürprize imza atmıştık. Yarı finalde Fenerbahçe, finalde de Paşabahçe’yi devirmiştik. Tek yabancıyla oynanan 91-92 sezonunun sonrasında Federasyon 92-93 sezonu için iki yabancıyla oynama kuralını getirdi. Yazın, Ümit Milli Takım’la Avrupa Şampiyonası’ndan dönmüştüm ve Aydın Abi (Örs) beni kulübe çağırdı. Artık iki yabancı kuralının uygulanacağını, kendisinin de bu hakkını bir oyun kurucudan (Naumoski) yana kullanacağını söyledi. “Takımda kalmanı çok isterim fakat süren konusunda sıkıntılar olabilir.” dedi, ben de düşünmek için süre istedim. Tam hatırlamıyorum ama sanırım 1-2 gün içinde, nurlar içinde yatsın, sevgili Doğan Hakyemez aradı ve “Fenerbahçe’de oynamayı düşünür müsün?” diye sordu. Şok olmuştum. İçimden “Eveeeet!” diye bağırasım gelmişti ama tabi ki soğukkanlılığımı korumuştum. İşe bakın, çubuklunun hastası olan ben belki de o formayı giyecektim. Ertesi gün Kızıltoprak’ta rahmetli başkanımız Metin Aşık’ın ofisinde buluştuk ve beni Fenerbahçeli yapan imzayı atmış oldum.

• Fenerbahçe forması altında oynadığınız, sizde en çok iz bırakan maç hangisiydi?

94-95 sezonu yarı final serisinde Efes Pilsen’e karşı 2-0 geriye düşmüştük. Üç maç kazanan rakibini eliyordu ve bu yüzden bizim için her maç final niteliğindeydi. Üçüncü maçı kazanıp durumu 2-1‘e getirmiştik. Dördüncü maç inanılmaz çekişmeli geçiyor, Efes’in o dönem çok iyi yaptığı 2-1-2 alan savunmasına karşı epeyce problem yaşıyorduk. Son dakikaya girilirken, sanırım voleybol üç metre çizgisine yakın noktadan üst üste iki üçlük soktum ve maçı kazandık. Hayatımda isabet bulup en çok sevindiğim üçlüklerdi. Zaten beşinci maçı da rahat kazanıp finale kalmayı başarmıştık.

Gazete kupürü: fenerbahcetarihi.org

• Fenerbahçe’de Conrad McRae, İbrahim Kutluay, Henry Turner, Dallas Comegys gibi unutulmaz isimlerle aynı anda oynadınız ve kaptanlık yaptınız. Çubuklu forma altında beraber oynadığınız en iyi basketbolcu kimdi?

Fenerbahçe’de bir çok yerli ve yabancı iyi basketbolcu ile oynama şansını yakaladım. Yabancılar arasında kuşkusuz Henry Turner oynadığım en iyi oyuncuydu. Her yönden çok kaliteli bir insandı. Kırık ayağı ile tamamladığı ve kazandığımız Galatasaray maçını asla unutamam. Ayrıca benim en büyük şansım o yılların en iyi yerli oyuncuları ile beraber oynamam oldu. Düşünsenize; aynı takımda Hüsnü, Harun, Levent, Ömer Büyükaycan ve İbrahim Kutluay’la beraber oynuyorsunuz…

• Ülkemizde en uzak mesafeden üç sayı isabeti rekorunu kırmış bir oyun kurucusunuz. İyi bir üçlükçü olmak için nasıl antrenmanlar yaptınız?

Bana kimse şutu nasıl atmam gerektiğini göstermedi. Küçük takımın ilk senesinde çift el atarken, bir yaz boyunca kendi kendime çalışıp tek elle atmayı öğrendim. Yetenekliydim ama çok çalıştım. 15 yaşında lise takımında, Oyak Renault’un yıldız-genç takımında ve A takımında oynuyordum. Günün 6-7 saatini salonda geçiriyordum. Akşam eve geldiğimde yatağı zor buluyordum. Sadece yetenek yetmiyor, tekrar çok önemli. Şut antrenmanlarını hep aynı ciddiyetle ve bence en önemlisi, maç temposunda yaptım. Salona erken gelip en geç ben çıktım.

Kulübümüzde oynadığınız dönemde yaşadığınız unutulmaz veya ilginç bir olay var mı?

Maalesef var. 95-96 sezonunda Bursa’da bir Tofaş maçı sonrası Dallas’ın vurulduğu geceyi asla unutamam. O gece hafta içi Türkiye Kupası maçı sonrası Bursa’da kalmıştık ve ertesi gün lig maçı için Ankara’ya geçecektik. Takım izinliydi, ben ise otelde kalıp dinlenmeyi tercih etmiştim. Gece birisi odamın kapısını büyük bir gürültüyle vuruyordu. Kapıyı açtım karşımda Henry’i gördüm. Hüngür hüngür ağlıyordu, beti benzi atmıştı. “Henry ne oldu? Ailene mi bir şey oldu?” diye sordum. “Kaptan, Dallas vuruldu, çabuk giyin, gitmemiz lazım!” dedi. Şok olmuştum. “Dallas vuruldu” ne demekti? Hemen takım menajeri Hakan Artış’a haber verdik. Sonrası kabus. Sabaha kadar hastane ve karakoldaydık. Neyse ki Dallas kalbinin hemen yanından vurulmasına rağmen büyük bir şans eseri hayattaydı.

Abdi İpekçi Türk basketbolunda unutulmaz anlara tanık olmuş ve Fenerbahçe tribününün en güzel zamanlarına ev sahipliği yapmış bir salondu. O salonda, Fenerbahçe taraftarının önünde oynamak sizin için nasıl bir duyguydu? Bugünkü şartlarla ile aradaki fark neydi?

Aslında Spor ve Sergi Salonu sonrası Abdi İpekçi bir çoğuna uzak geliyordu. Büyük maçlar haricinde 300-500 kişiye oynuyorduk. Özellikle Galatasaray maçları, iki takımın taraftarının da olmasıyla müthiş keyifli geçiyordu. Ülker Sports Arena ise müthiş bir salon. Arena’daki seyirci profilimiz biraz daha oturarak seyreden bir profil ancak daha bilinçliler. Basketbolu ve hakemi nasıl etki altına alacaklarını çok iyi biliyorlar. İki dönemin de tadı ve keyfi farklı diye düşünüyorum.

Kariyerinizde Efes Pilsen, Darüşşafaka, Tuborg ve İTÜ formalarını da terlettiniz. Fenerbahçe’yi bu takımlardan ayıran, özel hale getiren şey ne idi?

Tabii ki de büyük taraftarı.

Fenerbahçeli olmak Türkiye’de bazen zor durumlara sebep olabiliyor. Nitekim 2011 Mayıs ayında Trabzonspor’la başantrenörlük için anlaşmışken Fenerbahçeli olduğunuz için tepkiler almıştınız ve anlaşma iptal edilmişti. Bu olayı anlatmanız mümkün müdür?

O sene, futbolda şampiyon olduğumuz meşhur 2010-11 sezonu. Ben zaten hiç bir maçı kaçırmıyordum ve çok aktif olmasa da Twitter’da bir şeyler paylaşıyordum. Son dakikalarda kazandığımız Gaziantepspor maçından sonra Twitter’a “Bakalım Gaziantep bize gösterdiği mücadeleyi Trabzonspor’a karşı da gösterecek mi?” gibisinden bir tweet attım. İlerleyen haftalarda çok doğru bir tweet olduğunu gördük zaten. Hepsi bu. Trabzonspor ile ilgili olumsuz yazdığım en ufak bir şey yok. Bir de işin ilginç tarafı, baba tarafından Trabzon Tonya’lıyım ve hakikaten o zamana kadar Trabzon’a çok sempati duyan biriydim. Neyse, ismim Trabzon yerel gazetelerinde çıktıktan sonra Twitter’dan bir sürü olumsuz mesaj ve tehdit geldi. Doğan Abi’ye (Hakyemez) “Benim yüzümden sen de sıkıntı yaşama, ben gitmek istemiyorum” dedim. Zaten sonrasında yönetim değişti ve Doğan Abi’nin de görevine son verdiler.

Fenerbahçe 2000’lerin sonunda büyük bir atılım yaptı, EuroLeague şampiyonluğu dahil büyük başarılar elde etti ve bir anda Türk basketbolunda lokomotif haline geldi. Bu dönemi ve takımımızın içinde bulunduğumuz sezonki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz Fenerbahçelilerin en çok gurur duyduğu şey kulübümüzün bir futbol kulübü değil, bir spor kulübü olması. Bunu da eski başkanımız sayın Aziz Yıldırım’a borçluyuz. Özellikle Ülker Sports Arena’nın açılmasından sonra Aziz Yıldırım başkanımız hatırı sayılır yatırımlar yapmaya başladı ve bütçeyi daha da yükselterek takımın başına Avrupa’nın en büyük koçu olan Obradovic’i getirdi. Sonrasında her yıl gidilen Final Four ve EuroLeague şampiyonluğu…

Bu sene dünyanın içinde bulunduğu malum durum, Obradovic’in ayrılık kararı ve bütçenin düşmesi sonrasında, iki yıldızımızı (Vesely ve De Colo) takımda tutup etraflarına nispeten daha düşük maliyetli oyuncular transfer ettik. Koç olarak ise daha çok NBA’de asistan koçluk tecrübesi olan ancak omuzunda Slovenya Milli Takımı’yla “Avrupa Şampiyonu” apoleti taşıyan Kokoskov getirildi. Basketbol şubesinin ve takımın bence en büyük şanssızlığı, Obradovic ve giden yıldız oyuncuların ardından hala beklentilerin çok yüksek olması. Seyirci olmadan, yeni koç ve şu anki kadroyla eski başarıları yakalamak çok kolay olmayacak. Şahsi fikrim, oyuncularımız tek tek kötü değil ancak Kokoskov’un, oyuncuları geliştirmede ve onlardan yeteri kadar verim alma konusunda biraz eksik kaldığını düşünüyorum. Üst üste kaybedilen dört EuroLeague maçı ve ligdeki Büyükçekmece mağlubiyeti Kokoskov’un kredisini oldukça azalttı. Bakalım takım, seri gelen mağlubiyetler sonrasında tekrar pozitif bir reaksiyon verebilecek mi?

Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Mesajım şu: Bu sene futbol takımımız için çok önemli. Zaman zaman kötü sonuçlar, sakatlıklar ve şanssızlıklar olacak. Sezon çok uzun. Tabi ki eleştireceğiz ama kişisel olmamalı. En önemlisi ise, taraftarımız yapılan provokasyonlara gelmesinler, birlik ve beraberlik içinde olup takımlarımızı sonuna kadar desteklesinler.

Yorum bırakın