Can Sonat: “Fenerbahçe Türk Halkının Takımıdır”

RÖPORTAJI PODCAST OLARAK DİNLEMEK İÇİN: Spotify / YouTube

NCAA’de oynayan ilk Türk oyuncu olan ve 1988’den 1992’ye kadar oynadığı Fenerbahçe’mizde iz bırakan isimler arasına giren Can Sonat; 26 Şubat 2021 günü, emeklerinden dolayı onurlandırıldığı Anadolu Efes maçı öncesinde Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’ın sorularını içtenlikle ve keyifli bir şekilde yanıtladı. (Yayına hazırlayan: Osman Talha Sümer)

• Can Bey, öncelikle hoşgeldiniz. Salon Tribünü ekibi olarak, röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için size teşekkürlerimizi sunarız. 1959’da Ankara’da doğdunuz ve ortaöğreniminizi Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamladınız. Daha sonra üniversite eğitiminiz için ABD’ye gittiniz. Basketbolun bu süreçte sizin için çok önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu spora başlamanız nasıl gerçekleşti?

Öncelikle bu röportaj için, bana da fırsat verdiğiniz için ben de sizlere çok teşekkür ederim. Eski bir oyuncu olarak böyle hatırlanmak, kaç sene sonra bile akılda kaldığını görmek insan için çok mükafatlandırıcı bir şey. Hakikaten çok duygulandım. Tam istediğim gibi yapamadık ama eninde sonunda bir araya gelebildik, birazcık uzun bir haftaydı benim için.

Ben Ankaralıyım, 1959, Ankara doğumluyum. Ankara Maltepe Hürriyet İlkokulu’nun arka tarafında bir basket sahası vardı. Ağabeyim de eski bir basketbolcu, Cihangir Sonat, o Galatasaraylıydı. Orada onunla beraber, o benden büyük olduğu için daha evvel başladı basketbola, o sahada oynardık. Hemen mahallemizde, evimizin ötesinde bir arsa vardı, oraya bir tane pota dikmişlerdi. Ankara Atatürk Lisesi arkasında sekiz-on tane yan yana açık saha vardı. Oraya giderdik, cumartesi sabah sekizde giderdik, akşama kadar atardık. Öyle başladım ama ilk ciddi başlamam şöyle oldu, ağabeyim ODTÜ Spor Kulübü’nde lisanslı sporcuyken ben de ara sıra onunla idmanlara gider gelirdim ve aralarda atardım sahada falan. Ondan sonra asıl başlamam, 1970 senesinde Tarsus Amerikan Koleji’ne başladığımda oldu diyebilirim. O zamanlar sizin bileceğiniz kimler vardı, mesela Sinan Güler’in babası Necati Güler benim iki sınıf büyüğümdür, eskilerden Bekir Abi vardı, sonradan oynayanlardan bahsediyorum. Benden sonra işte Fahri’ler, Ekrem, Hayri Uğur oynadı ve orada başladım. Basketbol ile asıl tanışmam, böyle ciddi ve lisanslı idman yapar şekilde Tarsus Amerikan Koleji günlerimde oldu.

• 1978-1982 yılları arasında Kuzey Dakota Üniversitesi’nin basketbol takımında oynayarak, NCAA’de oynayan ilk Türk oyuncu olma başarısını gösterdiniz. Sportif ve kişisel gelişiminiz açısından, sizin için nasıl bir deneyim oldu?

Güzel soru. Birazcık da memleketimizde basketbolun öğrenciler için bir yerden sonra ileriye gidememesine veya öğrencilerin -daha doğrusu öğrenci sporcuların- bir yerden sonra neden bir yol ayrımına geldiklerine iyi cevap olacak, ışık tutacak bir soru bu. Çok güzel bir deneyim oldu, çünkü Amerika’da zaten bir kulüp sistemi yok. Hiçbir zaman bir kulüpte oyuncu olmuyorsun, orada spor okullardadır. Okullardan, üniversiteden çıktıktan sonra NBA veya Avrupa ligleri gelir, sana talip olurlarsa kulüp lisansın çıkar. Genelde okuldadır bu işler. Orada bir kampüs sisteminde öğrenci-sporcu olmak daha kolay. Ben kendi oğlumdan hatırlıyorum, kaç sene evvel o da Fenerbahçe altyapısında başladı. TED İstanbul Koleji’nden akşam geliyordu, oradan başka bir servisle veya benimle kulübe gidiyordu, idman akşam dokuzda bitiyordu, geliyor bu çocuk, yemek yiyecek, ders çalışacak ve sabah altıda servise yetişecek. Şimdi orada böyle şeyler yok. Yatakhane, yemekhane, spor salonu, bunların hepsi bir kampüsün içinde. En fazla 600-700 metre yol yürürsün. Dersten çıkıyorsun, zaten ders programı ona göre ayarlanıyor. Bizim idmanlar üç buçukta olurdu, en son dersimiz üçte biterdi, üç buçukta idmana başlar, beş buçuk altıya kadar idman yapar, ondan sonra yemekhaneye gidip yemek yer, oradan yatakhaneye çekilir ve dersimizi çalışırdık. Yani ne dersinden feragat ediyorsun, ne de okulundan. Dolayısıyla benim için çok güzel bir fırsat oldu, hem okulu hem sporu beraber yürütebildim. Çok güzel anılarla ayrıldım.

Can Sonat’ın muhtemelen askerlik yıllarından veya takımıyla kamp günlerinden bir fotoğrafı. Kaynak: twitter.com/SporSergi

• 1982 yılında Efes Pilsen’e transfer olarak ülkemize geri döndünüz, bu süreçte Türk basketboluna yeniden adapte olma konusunda zorluk yaşadınız mı? Ayrıca ABD’de kalmanız durumunda orada kendiniz için daha ihtişamlı bir kariyer rotası çizmeniz mümkün müydü?

Döndüğüm sene, 1982’de çok zorluk çektim. Hatta hemen hemen aynı şeylerden çektim çünkü o zaman Avrupa’da basketbol daha farklı oynanıyordu. Ben çok sistemci bir basketbol oynayan, düzenlere ve kalıplara bağlı takım oyunu oynayan bir takımdan geldim. O zaman Türkiye’de basketbol tamamıyla bireyseldi. Takım oyunu oynayan takımlar genelde çok fazla yıldız oyuncusu olmayan takımlardı, ona adapte olmakta çok zorluk çektim. Ben topu daha paylaşan, iyi pas veren, herkesin skor kovaladığı gibi skor kovalayan bir oyuncu olmadığım için üç dört sene adapte olamadım. Bir de pozisyonsuz kaldım. Orada uzun forvettim, buraya geldiğimde uzun boylu olduğum için herkes diyor ki, “Sırtını dön, potaya git, orada top bekle”. Ben öyle bir oyuncu değildim. Beş sene falan bunun mücadelesini verdikten sonra kendimi ilk olarak Fenerbahçe’mizde buldum. Orada benim oyun stilim asıl nedir, belli oldu. Aslında böylece beş seneyi istediğim şekilde geçirememiş oldum.

Orada kalsam… Orada kalmak istemedim ben, zaten Türkiye’ye gelmek istedim, öyle bir şey yoktu zaten. Şimdi mesela NBA’e giden kaç tane oyuncumuz var? O zamanlar rüyasını kuramayacağın kadar uzak bir yerdi NBA. Şimdi öyle değil. Şimdi Avrupa’da da oyun çok değişti, bizde de çok değişti. Öyle bir şey düşünmedim. Her zaman için Türkiye’de bir basketbol kariyeri yapmak istedim, onun için hiç geçmedi bile aklımdan.

• 1986’da Çukurova Sanayi’ye geçtiniz ve 1988 yazında da Tahsin Kaya’nın başkanlığını yaptığı Fenerbahçe’ye transferinizi gerçekleştirdiniz. Sarı-lacivertli renklere bağlanma sürecinizi bizlere anlatabilir misiniz?

Aslında bu çok enteresan bir hikaye. Hiç kimse Fenerbahçe’ye benim geldiğim gibi gelmemiştir. Çukurova’da oynadığım son sene, Spor ve Sergi Sarayı’nda Larry Spriggs’in orta sahadan attığı bir topla Fenerbahçe’yi eledik. Fenerbahçe şampiyonluğa gidiyordu. Pete Williams, Erman Kunter, Şadi Olcay, Ferhat Oktay, Aliço (Ali Limoncuoğlu), Fatih Özal, Murat Şen… Onların olduğu bir kadroydu, güzel bir kadroydu. Birazcık kısa bir takımdı ama Pete Williams uçanı kaçanı toparlayan bir oyuncu olduğu için sorun olmuyordu. O son saniye atışı ile yendiğimizde Mersin’de oturuyorduk tabii, o gün ben ilk defa Spor Sergi Sarayı’nda seyirciden korktum. Çünkü Spor Sergi’de sahaya çıktığında bakarsın, sıra sıra kafalar görünür. O gün sıra, mefhum falan gitmiş, herkes üst üste gelmiş, kapıları zaten 4’teki maç için öğlen 1’de kapatmışlar. Hiç kimse içeriye giremiyor, seyirci bizi tehdit ediyor, “İnşallah kazanmazsınız” gibisinden, daha da kuvvetli kelimeler kullanılıyordu tabi… Ama şimdi bu röportajda o kelimeleri söylemeyeyim. Neyse, eledik gittik. Ertesi sabah uçakla Mersin’e döndük, orada rahmetli eşim “Sen neden Fenerbahçe’ye gitmiyorsun? Bu sene sözleşmen bitiyor, hem sen de seyircili takımlarda daha iyi oynuyorsun.” dedi.

Efes’te dört sene boyunca iki yüz kişiye oynuyorduk; seyircili olan maçlar yine Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş maçlarıydı. Eczacıbaşı – Efes maçında seyirci 300-500 taneydi, daha fazlası yoktu. Ben de transfer sezonu açıldığında rahmetli Doğan Hakyemez’in Karaköy’deki yerine gittim, o zaman takım menajeri oydu. “Ben Fenerbahçe’ye gelmek istiyorum” dedim. “Hiç gündemde yoktu böyle bir şey, neden istiyorsun?” dedi. Ben “istiyorum” dedim, “Bu takımda oynamayı gerçekten hak ettiğimi düşünüyorum, bunu gönülden arzuluyorum” dedim. “Tamam” dedi, başkan Fazıl Tokatlı’ya telefon etti. Hemen karşıya, Kadıköy’deki yerine geçtik, orada imza attım. Konuşmamla imza atmam arasında hemen hemen “gideyim de, düşüneyim de, konuşalım da” gibi durum olmadı. Yani boş kağıda imza atmış gibi geldim Fenerbahçe’ye.

Can Sonat, Efes Pilsen formasıyla Fenerbahçeli Calvin Roberts’a karşı. Kaynak: twitter.com/SporSergi

• Fenerbahçe’deki ilk yılınız olan 1988-89 sezonunda -biraz da tartışmalı hakem kararları sonucunda- istediğimizi alamasak da, ertesi sezon ezeli rakibimiz Galatasaray’ı 95-86 mağlup ederek Cumhurbaşkanlığı Kupası’nın sahibi olmuştuk. Öncelikle bu başarıya dair ne söylemek istersiniz?

Tabii, ilk senemizde Ankara’da bir play-off oldu. Ligi ilk iki bitiren Eczacıbaşı ve Çukurova, play-off’tan çıkacak olan iki takımla Ankara’da yarı final oynayacaklardı. Biz kötü başladık, ikide sıfır ile başladık. Önce Galatasaray’a yenildik, sonra Efes’e yenildik, sonra üç maç arka arkaya kazandık, ondan sonra -ne yazık ki ismini vermeyeceğim şimdi- bir antrenörün, başka bir takım antrenörüne söz vermesiyle maçı kaybettiler. Biraz sıkıntılı bir durumdu yani. Çok enteresandır, iki takım da play-off’tan çıktı ama hemen biri Eczacıbaşı’na, biri Çukurova’ya elendiler. İlahi adalet diyelim. Ama hala düşündüğümde içim burkulur. Orada ikide sıfır başlayıp, üç maç arka arkaya kazanıp, son maçın sonucunu bekliyorsun ama o iki ekipten birisi dörtte dört ile gidiyor, son maçta kaybediyor…

Cumhurbaşkanlığı Kupası’na gelirsek… Aslında Harlem Globetrotters orada ilk maçı yaptı ama Abdi İpekçi’nin açılış maçı, Türkiye Ligi’ndeki Fenerbahçe – Galatasaray maçı ile oldu. Orada yendik Galatasaray’ı. Ondan sonra, ikinci yarıda yine yendik. O sene birinci bitirdik ama Paşabahçe’ye elendik. Galatasaray şampiyon oldu. Şampiyon ve lig birincisi, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Kupası oynayacaktı. Çok güzel bir anıydı o. Böyle “şampiyon 90” tişörtleriyle çıktılar, havalılar falan… Ama öyle bir yendik ki, üçte üç yaptık o sene. Galiba o zamanki başkan Faruk Süren soyunma odasına girip “Sizi hiçbir zaman affetmeyeceğim, üç kere yenildiniz Fenerbahçe’ye!” demiş, bunu da çok yakın bir Galatasaraylı arkadaşım söyledi. Güzel bir başarı hikayesiydi o. Favori gösterilmeyen takımdık, üç kere yendik ama hep de ikna ede ede, 8-10 sayı farklarla yendik.

• 1990-91 sezonunda formamızı giymiş birçok oyuncuya sorduğumuz gibi, size de aynı soruyu sormak istiyoruz: Güçlü bir kadro kurduğumuz bu sezonda, Antalya’da oynanan son maçta Tofaş SAS’ı mağlup ederek ilk lig, dördüncü Türkiye şampiyonluğumuzu kazanmıştık. Bu serideki bir maçtan önce koç Çetin Yılmaz’ın soyunma odasında yaptığı duygusal konuşma da, ilginç bir anekdot olarak göze çarpıyor. Bu başarıya, size yaşattığı hislere ve hemen ardından yine Tofaş’a karşı kazanılan Cumhurbaşkanlığı Kupası’na dair bize neler anlatırsınız?

O konuşmayı o kadar net hatırlıyorum ki… Isparta’daki maçın öncesiydi. O günlerde Larry de takımda olduğu için ya ben, ya da Kemal Dinçer tercüme ederdi. Koç Çetin Yılmaz başladı konuşmaya, böyle dokunaklı konuşmaları çok iyi yapan, motivasyonu çok iyi yapan bir antrenördü. “Bu takım günün birinde dağılacak” dedi, elindeki yüzüğü gösterdi, “Şu yüzük eşim Çiğdem ile aramda nasıl bir bağ ise, bu maçı kazanırsak alacağımız kupa da, Larry Richard Amerika’dan geldiğinde, o kupayı gördüğünde, o bizim aramızdaki timsal olacak işte” dedi. Ama o kadar dokunaklıydı ki, Kemal tercümeyi bitiremedi.

Antalya’da on sayıyla falan yendik, şampiyon olduk. Tabii, deplasmanlı ligdeki ilk şampiyonluğumuz. Altmışlardan beri oynanıyor, o zamana kadar, yirmi dört senede ilk defa şampiyon olduk. 3-2 yendik ama biz onları açık farklarla yendik, onlar bizi bir-iki sayılık farklarla yendiler. Ama çok denk kuvvetlerin mücadelesiydi, süpürmedik onları, aslında zorlanarak yendik. Çok güzel bir şeydi tabii. Ondan sonra Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda da yendik, o sene zaten ligde iki kere, play-off’ta beş kere, toplam sekiz kere oynadık TOFAŞ ile. Sekiz kez oynadık, beşini biz kazandık, üçünü onlar kazandı.

1990-91 sezonu şampiyonu Fenerbahçe, Kadıköy’de taraftarın huzurunda. Can Sonat en soldaki isim, karenin en sağında ise Paşalı Birol var. Kaynak: twitter.com/FBTarihiOrg

• Fenerbahçe formasını bugün de bağlantıda kalmaya devam ettiğiniz birçok oyuncuyla birlikte terlettiniz: Ali Limoncuoğlu, Hakan Artış, Necdet Ronabar, Pete Williams ve Larry Richard gibi. Fenerbahçe’mizde beraber oynadığınız en unutulmaz isim kimdi?

O takımı olduğu gibi söyleyebilirim aslında. Her biri kişilik olarak farklı ama değerli kişilerdi. Tabii, takımın beygirleri Larry Richard ve Pete Williams diyebilirim. Ama herkes kendi kabiliyetine göre katkıda bulunuyordu. Mesela Aliço; ver topu saklasın hiç kimseye vermesin, Hüsnü’ye ver üçlük atsın, Levent Topsakal bir şeyler yaratsın, Güray Kanan sonradan gelsin katkı versin, Hakan Artış’ı koy enerji koysun, Fatih Özal’ı koy, oyun zekasıyla, atışlarıyla karşı takımı cezalandırsın, Necdet Ronabar bütün sezon boyunca senin motivasyon faktörün olsun. Biz onunla pozisyon mücadelesi yapardık, birbirimizle rekabet ederdik, deli gibi idman yapardık, birbirimizi motive ederdik. O ekip olduğu gibi çok güzel bir ekipti.

• Formamızı giydiğiniz toplam dört sezonda oynadığınız ve sizde en çok iz bırakan maç hangisiydi? 

Demin bahsettiğim Cumhurbaşkanlığı Kupası. Çünkü 1989-1990 senesinde Galatasaray’ı ligde iki kere, hem de bayağı belirgin şekilde yenmişiz ama Galatasaray gitmiş şampiyon olmuş. Şimdi gerçek şampiyon kim? Tamam, federasyon kayıtlarında lig şampiyonu onlar ama iki kere de Fenerbahçe yenmiş. O maç sanki düğümü çözen maç gibiydi. O sene biz daha iyi takımdık, aslında benim bir sakatlığımdan dolayı elendik biz Paşabahçe’ye. Benim belimde bir kemik kırıldı, o kemik kırılmasa biz net şampiyonduk. Bunu Galatasaraylılar da biliyor, biz de biliyoruz.

• Ayrıca bu süre zarfında saha dışında yaşadığınız en ilginç veya unutulmaz olayı anlatmanız mümkün müdür?

En güzel şeylerden biri… O zamanlar Feneryolu’nda otururdum ben. Maçtan sonraki her gün, mutlaka Feneryolu Sabit Pazarı’na giderdim. Oradaki muhabbetleri unutmam. Herkesle oturup çay içerdik, konuşurduk, tartışırdık, futbol takımını konuşurduk. Onlar küçük ama çok güzel anekdotlardı. Çünkü Fenerbahçe’miz bizim, Türk halkının takımı. Oradaki yüz esnafın belki yetmişi Fenerbahçeliydi. Her biri gelir, çay ısmarlar, oturursun, konuşursun… Belki beklediğiniz gibi bir cevap olmadı ama onlar benim en çok aklımda kalanlar. Bir de benim seyirci ile çok özel bir diyaloğum vardı. Bana “Altobelli” derlerdi. Beni futbolcu Altobelli’ye benzetirlerdi. Hatta “Altobelli buraya, yumruk havaya” diye çağırırlardı beni. O hala kulaklarımda çalınır, üzerinden otuz sene geçmesine rağmen.

Abdi İpekçi’nin açılış maçı olan Galatasaray derbisi. Can Sonat en solda. Kaynak: twitter.com/FBTarihiOrg

• Türkiye’de toplam üç takımın formasını giydiniz. Büyük bir taraftar kitlesine sahip olmasıyla diğer kulüplere göre öne çıkan Fenerbahçe’yi, sizin için özel kılan şey neydi?

Sorunun cevabını zaten soruda verdin. Fenerbahçe’miz Türkiye halkının bir takımı, onun için şimdiki adıyla Anadolu Efes bir müessese takımıydı, seyircisi de pek yoktu, orada daha profesyonel şartlar vardı. Bizler daha amatör ruhla oynadık Fenerbahçe’de. Maddi imkanları şimdiyle kıyasladığında fındık fıstığa oynadık da diyebilirim. Ama maddiyat hiçbir zaman bende ukte kalmadı. Keşke daha evvel Fenerbahçe’ye gelseymişim. Dört sene Efes, iki sene Çukurova… Tabii Çukurova’nın benim için özel bir yeri var, çünkü ben Tarsus Amerikan Koleji’nde okudum. Oraya tekrar dönmek güzeldi, birçok sınıf arkadaşlarım, Mersinli arkadaşlarım oradaydı. Onlarla güzel zamanlar geçirdik. Çukurova ile final oynadık, yenildik. Orada da kazansak, ben üç takımda da şampiyon olmuş bir oyuncu olacaktım. Ne yazık ki o sene finalde Eczacıbaşı’na yenildik. Çukurova da seyircisi çok, ateşli, tipik bir Güney takımıydı ama hiçbir şey Fenerbahçe’miz ile ölçülemez. Hele Abdi İpekçi açıldıktan sonra o dolu tribünlere oynamak ayrı bir keyifti.

• 1992 yazında Fenerbahçe’den ayrıldınız ve o zaman 2. Lig’de mücadele eden Netaşspor’a transfer oldunuz. 1993’te basketbolu bıraktınız ve iki sene sonra ABD’ye geri döndünüz. Katılır mısınız bilmiyoruz ama bunun diğer sporculara göre erken alınmış bir karar olduğunu söylemek mümkün. Uzun boyunuza rağmen takımın en iyi şut atan isimlerindendiniz, Fenerbahçe’den ayrılmanız ve basketbolu bırakıp ABD’ye yerleşmenize ne sebep oldu?

1992 senesinde topuk sakatlığımdan dolayı bayağı maç kaçırdım. O sene sonunda federasyonun enteresan bir kararı çıktı. Ben serbest oyuncuyken, “Fenerbahçe’de kaç sene oynadıysan, o kadar sene çarpı elli milyon bonservis parası vereceksin” gibi bir karar çıktı. O sene de Çukurova Basketbol kapattı, Paşabahçe kapattı, bütçeler daraldı, benim bonservis paramı verecek kimse kalmadı. O zaman “Ben kalayım, jübilemi yapayım” dedim, olamadı, olmadı. Onu yaptıran kişilerden bahsetmek istemiyorum, onlar şimdi Fenerbahçe’nin parçası değiller ama Fenerbahçe’nin aldığı bir karar değildi bu. Belki son sezonu biraz da sakatlıkla geçirdiğim için beni çok üzen bir karardı, çünkü ben Fenerbahçe’ye para için gelmemiştim, o kadar sene emek verdikten sonra jübile yapıp ayrılmayı istemiştim. O da yapılamayınca kırgınlığın üstesinden gelmem çok uzun senelerimi aldı. Hakikaten çok kırılmıştım ama kırgınlığım asla Fenerbahçe’ye değil, o günlerde bu kararı alan kişilereydi. Onları da affettim gitti.

26 Mayıs 1990, Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonu Fenerbahçe. Can Sonat, 4 numaralı formasıyla. Kaynak: fenerbahcetarihi.org

• Basketbolu 34 yaşında bırakmanızın ardından hayatınıza nasıl devam ettiniz, kendinize nasıl bir yol çizdiniz?

Önce burada küçük bir ticaret işi ile uğraştım. Ondan sonra, 1995 senesinde öğrenci yerleştirme olayıyla Amerika’ya gittim. Orada oğlumuz dünyaya geldi. Bir de yarım bıraktığım master’ımı tamamladım. Ondan sonra “O zaman biraz daha kalalım” dedik. Sonrasında enteresan bir şekilde, kırk yaşında uluslararası nakliye işine başladım. Bu işi hala yapıyorum. Arada dört sene fitness ekipmanları satış ve satış sonrası hizmet işi yaptım. Ama son yirmi bir senedir nakliye işleri ile uğraşıyorum. “Emekli olayım mı” diye düşündüm ama sanırım emekli olmak için gencim, çünkü hala enerjim çok.

• Fenerbahçe’miz, sizin döneminizde maçlarını Spor ve Sergi Sarayı ile yeni açılan Abdi İpekçi Spor Salonu’nda oynuyordu. Bu da, röportaj yaptığımız her isme sorduğumuz bir soru: Spor Sergi’deki atmosfer ve her iki salondaki müthiş taraftar desteği, sizin için neler ifade ediyordu? Özellikle Efes Pilsen ve Galatasaray’a karşı oynanan maçlarda dair neler söylersiniz?

İkisinin de ayrı ayrı ortamları vardı, ancak Fenerbahçe’miz gibi kulübün seyircileri 1500-2000 kişilik Spor Sergi’de de, Abdi İpekçi’de de aynı. İki tarafı da bayram yerine çeviriyorlardı. Büyük taraftar tezahüratı ve desteği ile oynadık. Efes ile oynanan maçlar farklı, Galatasaray maçlarını ezeli rekabet de olduğu için farklı değerlendirmek lazım. Spor Sergi’de seyirci ile çok iç içesin, Abdi İpekçi’de biraz daha mesafe vardı. Banka oturduğumuzda seyirciler bize değebiliyorlardı, gelip beşlik veriyorlardı. Moda tribünü şurada beş metre, çok yakındık seyirci ile. Soğuktu, sıcak suyu bazen çalışmazdı ama oranın atmosferi farklıydı, keyfi farklıydı. Orayı çok özlüyorum, ne yazık ki alınan kararla orası sonradan fuar merkezi oldu. Çıktık, protestomuzu yaptık ama bir şey değişmedi. Abdi İpekçi biraz daha farklıydı, daha fazla seyirci vardı. Merkezi bir konum değildi, Taksim’de olmadığı için gidip gelmek biraz daha zordu. Ama oranın farkı da şu, ilk defa o kadar seyirci önünde oynuyoruz. Şimdi artık her yer öyle. Şimdiki salonumuz on dört bin kişi falan.

Anadolu Efes maçlarından çok Galatasaray maçları aklıma geliyor. Maç hafta sonu ise benim mental hazırlığım pazartesiden başlardı. Bir Galatasaray forması alır, duvara asardım, ona bakarak hazırlanırdım. O ezeli rekabetin getirdiği bir şey, tabii kötü hislerle değil, “Ben seni çıkıp yenmeye çalışacağım, yenemesem de elimden gelenin en iyisini yapıp o sahayı terk edeceğim” gibi bir kişisel kuralım vardı. Her maçta da yaptığıma inanıyorum. İlk sene üç kere oynadık, ikisini kaybettik, ikinci sene üçte üç ile yendik, üçüncü sene ikide bir ile yendik, son sene hepsinde yendik galiba, 10-12 maçın hemen hemen yüzde yetmişini kazandık. Onun için bu da bana büyük bir kıvanç verir.

Can Sonat, 26 Şubat 2021 tarihindeki Anadolu Efes maçı öncesi Necdet Ronabar ve Cenk Renda ile birlikte. Kaynak: fenerbahce.org

• Fenerbahçe, 2000’li yıllarda büyük bir atılıma geçerek, 2017’de ülke basketbolunun en büyük başarısı olan EuroLeague şampiyonluğunu kazandı ve tüm bu süreç, kulübümüzü “Türk basketbolunun lokomotifi” haline getirdi. Bu sürece ve eğer takip ediyorsanız, takımın bu sezonki durumuna dair neler söylemek istersiniz?

2017 EuroLeague şampiyonluğu bize çok büyük gurur verdi, aslında ondan bir sene evvel de neredeyse kazanmıştık ama hakemin enteresan oyunlarıyla resmen katledildik, yoksa iki sene arka arkaya şampiyon olmamız bence işten bile değildi. Basketbol artık ayrı bir platformda oynanıyor, rekabet seviyesi çok gelişti. Obradović seneleri malum, tabii geçen gün bir programda şunu konuştuk: Bizde hem teknik ekip değişti, hem de sekiz-dokuz oyuncu değişti. Bence hiçbir EuroLeague ekibinde geçen sene ile bu sene arasında bu kadar büyük değişiklik olmadı. Muhakkak ki artık bir alışmanın, kaynaşmanın getireceği süreyi geride bıraktık. Gudurić’in gelmesi, ne tesadüf ki aslında tamamen onun eseri değil, tabii bu takım zaten çıkışa geçecekti, bir yerde onu sıçrama tahtası yaptık Kızılyıldız maçında. O zamandan beri maşallah, onda on falan gidiyoruz (*). Bence bu devam edecek.

Geçenki diğer programda da söyledim, galiba dokuz maçın beşi dışarıda, dördü içeride ve beni tek çekindiren maç Milano maçı. Diğerlerinden o kadar çok çekinmiyorum. Tabii Pau Gasol geldi Barcelona’ya, o biraz rengi değiştirir ama ben dokuz maçta sekiz dedim geçen, en aşağı yedi galibiyet bekliyorum. Ben Final-Four’a gideceğimize kesinlikle inanıyorum ve bu takımın Final-Four’a gitmesi benim beklediğim bir şey. Sevineceğim tabii, ancak hoplayıp zıplayıp “Vay be, imkansızı başardık” demeyeceğim. Çünkü bu takım oraya zaten giderdi. Geçiş sürecinde biraz tökezledik, bazı maçları kaybettik, sakatlıklar yaşadık, yeni transferler falan derken bu noktaya geldik. Ama bence sağlıklı kaldığımız sürece Final-Four’dayız.

(*): Bu röportaj 26 Şubat 2021 tarihindeki Anadolu Efes maçı öncesinde yapılmıştır.

• Son olarak, biz Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Fenerbahçelilik bir ayrıcalıktır. Her zaman bunun bilincinde olsunlar. Tezahüratlarımızda her zaman ateşleyici olmalıyız ama belli sınırlar içerisinde kalmalıyız. Bu artık çok gelişti. Rakip takımın üzerinden hiçbir zaman baskıyı eksik etmemeliyiz ama bunu güzel sınırlar çerçevesinde yapmalıyız. Fenerbahçeliliğin bir ayrıcalık olduğunu her zaman bilsinler, çünkü biz hakikaten özeliz. Fenerbahçe çok özel bir yer. İnsanın kanından, damarından hiçbir zaman çıkmıyor, öyle bir ateş hakikaten Fenerbahçe. Ben bugüne kadar o aynı günlerin heyecanını yaşıyorum. Teşekkür ediyorum.

Yorum bırakın