Murat Özgül: “Dereağzı, Fenerbahçeliliğin Okuluydu”

1990’larda ve 2000’lerin başında Fenerbahçe basketbolunu takip etmiş olan her taraftar, Murat Özgül’ü bilir. Altyapılarda görev yaparak yetiştiği kulübümüzde 1995-1998 ve 2001-2004 yıllarında başantrenörlük yapan Özgül, o yılları, yaşanan zorlukları ve duygusal anları Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’a büyük bir içtenlikle anlattı. (Transkripsiyon sürecindeki emekleri için yeni ekip arkadaşımız Rıza Yurtsever’e teşekkürlerimizle.)

Kıymetli Murat Hocam, hoşgeldiniz. Öncelikle röportaj isteğimizi geri çevirmediğiniz, bizleri kırmadığınız için Salon Tribünü ekibi adına sizlere teşekkür ederiz. 1964 doğumlu bir basketbol adamı olarak çocukluk ve gençlik yıllarınızı hangi şehirde geçirdiniz? Basketbolla yollarınız nasıl kesişti? Antrenörlük kariyeri öncesinde oyunculuk deneyiminiz oldu mu?

Merhaba. Öncelikle ziyaretiniz için, yapmış olduğunuz hazırlık için teşekkür ederim. Evet, 1964 doğumluyum. İstanbul’da doğdum. Fenerbahçe Kulübü’nde büyüdüm. Fenerbahçe Kulübü’nde, ilk başta masa tenisiyle sporla tanıştım. Masa tenisinden sonra ilkokulu bitirdiğimde basketbol sahasına girdim ve giriş o giriş… Fenerbahçe Minik Takımında başlayan sporculuk hayatım, daha sonra yine Minik Takımdan başlayıp A Takıma çıkan bir teknik adamlık süreciyle geçti. En fazla bulunduğum kulüp, içinde yaşadığım kulüp Fenerbahçe Spor Kulübü. 41 yıllık üyesiyim Fenerbahçe Spor Kulübü’nün. Yaşıma göre çok uzun bir süre. Fenerbahçeliliği Fenerbahçeli büyüklerimden, onlardan almış olduğum terbiyeyle edindim. Bu bakımdan kendimi çok şanslı hissediyorum, çok şanslıyım. Dereağzı’nda eski sporcuların vermiş oldukları Fenerbahçelilik terbiyesi bana ileriki yıllarımda, antrenörlük ve sporculuk yıllarımda çok katkı sağladı. Onları minnetle anıyorum her zaman. Üzerimdeki emekleri için de hep çok teşekkür ediyorum.

Antrenörlüğe başlamanız hangi kulüpte, nasıl gerçekleşti? Fenerbahçe’mizin başına geçmenizden önceki kariyer sürecini bize anlatmanız mümkün müdür?

Demin de bahsettiğim gibi, antrenörlüğe Fenerbahçe Kulübü’nde başladım. Fenerbahçe’de -1981-82 sezonuydu yanılmıyorsam- Ali Şen’in büyük bir basketbol hamlesi başlattığı sene. Ben de Genç Takımdan A Takıma çıkma aşamasındaydım. Ve böyle büyük bir hamle sırasında elbette benim kadroda yer alabilmem mümkün değildi. Ben de basketbola olan ilgimi kesmemek için antrenörlük tarafına yöneldim, 1982-83 civarıydı yanılmıyorsam, spor okuluyla başlayan, minik takımıyla devam eden basketbol antrenörlüğü sürecim başladı. O sürede ilk yıllar gerçekten çok zordu. Çünkü Fenerbahçe’nin bir basketbol tesisi yoktu. Çok çeşitli salonlarda antrenman yapan, çok dağınık bir basketbol organizasyonu vardı. Kendine ait bir masası bile bulunmayan bir basketbol organizasyonuydu. Daha sonraki yıllarda Dereağzı’ndaki salon tamamlandı. 1987 yılıydı sanırım. Ve o tarihten sonra Fenerbahçe basketbolda büyük bir hamle başlattı. Ve ben de o hamlenin içerisinde artık Yıldız Takım antrenörlük seviyesine gelmiş ve Fenerbahçe’nin içinde yetiştiğimden dolayı camianın desteklediği genç bir antrenör olarak bu hamleye dahil oldum. Bu hamlede rahmetli Doğan Hakyemez’in büyük emeği var. Yakın zamanda görüşeceğinizi duyduğum Çetin Yılmaz’ın büyük emeği var. Ben de bu hamle sırasında onlarla bulunarak basketbol antrenörlüğünü geliştirme fırsatı yakaladım ve bu fırsatı da iyi kullandığımı düşünüyorum. Çünkü Minik Takımdan antrenörlüğe başlayıp Fenerbahçe tarihinin en genç A Takım koçu olmak bana nasip oldu. Bunun kolay kolay gerçekleşecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Açıkçası bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum. Tabii ki, demin de bahsettiğim gibi kolay bir süreç değildi. İnişi çıkışlı zamanlar oldu, zahmetli zamanlar oldu ama insanın kendi kulübünde, yürekten bağlı olduğu kulübünde aşamayacağı bir zorluk olmadığını düşündüğümden  hepsiyle yüzleşerek üstesinden gelmeye çalıştım. Böyle bir süreçti.

1995-96 sezonunun ilk çeyreğinde, 1907 Derneği’nin yönetimindeki Fenerbahçe’nin asistan koçuydunuz. Murat Didin’in görevden ayrılmasıyla 1 Aralık 1995 tarihinde takımımızın başına geçtiniz. Bu süreç nasıl gerçekleşti?

1995-96 sezonuna gelmeden evvel asistan koçtum. Epey uzun süredir asistan koçluk yapıyordum. Ondan önce iki yıl boyunca Fenerbahçe’nin Deplasmanlı Lig’deki ilk Kadın Basketbol Takımının başantrenörlüğünü yaptım. Ondan önceki yıllarda, Yıldız – Genç Takımda altyapı sorumluluğu yaptım. Dolayısıyla çok uzun bir süreçten geliyordum. Altyapıdan yetiştirmiş olduğum, benimle birlikte büyümüş oyuncularım bulunmaktaydı. 1995-96 sezonunda 1907 Derneği’nin yönetiminde olan basketbol şubesinde Murat Didin, görevinden o sezon için erken ayrıldı. Bu erken ayrılıktan sonra zamanın 1907 Derneği başkanı rahmetli Mustafa Koç ve Murat Özaydınlı, bu görevi benim yapmamı istediler. Ve çok kısa bir görüşmeden sonra, kulübün başkanı Ali Şen’in de onayını alarak beni anons ettiler. 1 Aralık 1995’te, Fenerbahçe Basketbol Takımı’nın tarihindeki en genç başantrenör olarak göreve başladım. Ama tabii ki kolay bir görev değildi. Benim görevimi kolaylaştıran kulübün çok içinden birisi olmam, bütün camianın sınırsız desteğini arkama almam ve o günkü kadroda genç takımdan birlikte çalışarak geldiğimiz yedi oyuncunun olmasıydı. Sonsuz destekleri vardı. Bunlardan bir tanesi İbrahim Kutluay, diğeri Güray Kanan, diğeri Zeki Gülay, bir diğeri Zaza Enden… Bunun gibi yedi tane oyuncu vardı. Saydığımız zaman, hepsi uzun yıllar Fenerbahçe’ye hizmet ettiler. Bu göreve başlarken sonsuz destek gösterdiler. Başlangıcım bu şekilde oldu.  

Takımımızın başına geçtiğiniz sezonun sonunda, tüm sakat oyuncularımıza rağmen Ülkerspor’a direnmiştik. Fakat yarı final serisinde 3-2 ile elenmekten kurtulamamıştık. Göreve başlamanızın hemen ardından da Efes Pilsen’e averajla elenmiştik. Sizin için nasıl bir sezon geçmişti?

Aslına bakarsanız sezon gayet iyi gidiyordu. Göreve üst üste dokuz galibiyetle başladım. O sırada iki kulvarda yarışıyorduk. Bir tanesi Koraç Kupası’ydı. Koraç Kupası’nda da zorlu rakipleri geçerek çeyrek finale gelmiştik. Çeyrek finalde rakibimiz, bizim gibi bir diğer Türk takımı olan Efes Pilsen’di. Efes Pilsen, sezon başında kurgu olarak Koraç Kupası’nı kazanmak için yola çıkmış bir takımdı. Dolayısıyla kadro derinlikleri bizden daha fazlaydı. Biz aynı hedefle yola çıkmış olmamıza rağmen, yıl içinde oynadığımız maçlarda Koraç Kupası’nın önceki turlarından göstermiş olduğumuz performansla çeyrek finali yakaladık ama ne yazık ki çeyrek finalin ilk maçı istediğimiz gibi gerçekleşmedi. Çok farklı bir mağlubiyet aldık. İkinci maçta da aynı şekilde farklı yendik ama aradaki fark turu geçmemize yetmedi. Efes Pilsen o yılın flaş takımıdır. Petar Naumoski o sene inanılmaz bir performansla oynuyordu. Ve haklı bir şekilde Koraç Kupası’nı kazandılar. O yıllarda Türkiye’de kupa kazanmak çok kolay bir iş değildi, Türk basketboluna da bir ivme kattılar. Bu bakımdan onları o gün kutlamıştık, bugün de kutlamamız gerekiyor.

Diğer bir konu, kadro derinliği olarak çok fazla genç oyuncunun olduğu bir kadroydu. Yedi tane genç oyuncudan bahsettim. Bunlardan bazıları elbette takıma katkı sağlarken, bazıları ileriki yıllar için hazırlanma sürecinde olan oyunculardı. Dolayısıyla antrenmanlarda faydalı olmalarına rağmen maçlarda, sezon içerisinde çok fazla destek olamıyorlardı. Bir de bunun üstüne, olmayacak şeyler yaşandı. Bunlardan bir tanesi, bir Galatasaray maçı. Ayhan Şahenk Spor Salonu’nda oynanan bir Galatasaray maçının uzatma periyodunda Henry Tuner’ın ayağı kırıldı. Henry Tuner’ın ayağı kırılınca, Henry Tuner’sız oynama periyoduna girdik. O sırada Rickie Winslow diye bir oyuncu transfer ettik. Rickie Winslow ne 3 numaraydı, ne 4 numaraydı, arada bir oyuncuydu ama çok faydalı oldu. Ama bir Henry değildi. Bizim bütün düzenimiz altüst olmuştu.

Tam da Henry Turner’ın ameliyatından sonra, “İyileşti, takıma geri döndü” derken çok fazla kişinin hatırlamayacağı bir olay gerçekleşti. Dallas Comegys Bursa’da, bir silahlı saldırıda göğsünden vurularak ölümden döndü, ağır yaralandı. Uzun süre hastanede yattı, ameliyat oldu ve sezonu kapattı. Bütün bunlar üst üste geldiği zaman bir türlü kendini toparlayamayan, istediğini sahadan alamayan bir durumdaydık. Buna rağmen sezonu üçüncü bitirdik. Üstümüzde Efes Pilsen ve Ülker vardı. Üçüncü bitirdikten sonra, ilerleyen zamanda oynadığımız play-off maçlarında Ülker’le karşılaştık. Ülker serisine geldiğimizde, ne yazık ki Darüşşafaka serisinde İbrahim Kutluay’ın burnu kırıldı. Tüm bunları anlattığımda, röportajı okuyanlar, hatta sen bile bir kabus olduğunu hissediyorsundur. Biri bitiyor biri başlıyor, biri bitiyor biri başlıyor… İbrahim Kutluay’ın burnu kırılınca –ki Darüşafaka’lı Amerikalı oyuncu kasten kırmıştı- İbrahim sezonu kapadı. Bu şartlar altında oynadığımız Ülker serisinden ne yazık ki istediğimiz sonucu alamadık ve elenerek sezonu kapadık. 1995 sezonunun kısa özeti, ama kabus bir özeti bu.

Evet Murat Hocam. Aslında şöyle bir benzetme yapmak gerekir: EuroLeague’de 2018-19 sezonunu domine ettik ama ligin sonlarına doğru yaşadığımız sakatlıklar, maalesef bizi bayağı etkilemişti ve Final Four’da elenmemize sebep olmuştu. İkinci sezonunuz olan 1996-1997 sezonunda, İbrahim’in sakatlığı elinizi zayıflatmıştı ve play-off çeyrek finalinde Tofaş’a elenmiştik. Türkiye Kupası finalinde ise ilk yarısını önde kapadığımız maçta Efes Pilsen’e 84-71 yenilerek kupayı alamamıştık. Takımımız yanlı hakem kararlarını protesto ederek kupa törenine çıkmamıştı. Sezona ve kupa finaline dair neler söylemek istersiniz?

Evet, artık bu ikinci sezonda elimizde oturmuş bir kadro vardı. Buna yeni oyuncular ekleyerek bir maceraya girmek istemiyorduk, zaten imkanlarımız da daha fazlasını yapacak durumda değildi. Ve cesaretle 1996-97 sezonuna girdik. Dallas kısmen iyileşmişti, İbrahim iyileşmişti. Henry Turner ve Dallas Comegys ile üçer yıllık sözleşmemiz vardı, ikinci yıllarına başlıyorlardı. Rickie Winslow çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen, takımda kalmasını çok istememe rağmen ne yazık ki yollarımızı ayırmak zorunda kaldık. Gerçekten önemli bir kayıptı. Eğer o olsaydı, bizim için o sezona çok değer katardı. Rickie takımdan ayrıldı.

O yıl EuroCup’a katılıyorduk. EuroCup’ta çok önemli maçlar oynadık. EuroCup’ı kazanmayı çok istiyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam grubu birinci bitirdik. Grup maçlarında arkamızda ASK Riga geliyordu. Daha sonraki turlarda da kazanarak gideceğimizden çok emindik ama Hapoel Jerusalem’i çok hesaba katamadığımızı düşünüyorum. Çünkü Hapoel Jerusalem çok deneyimli bir kadroydu. Bizden önceki tur, Almanya’da maçlarını izlediğimde bizim için çok zor bir tur olacağını fark ettim ve gelip arkadaşlarımla bunu paylaştım. Gerçekten de zor bir tur oldu. İlk maçın Jerusalem’de olması, bizim için çok büyük dezavantajdı. Çok zor bir salonda –Jerusalem salonu zor bir atmosferdir- farklı kaybettik. Yanlış hatırlamıyorsam 13 sayı farkla kaybettik. İstanbul’daki maçı 12 sayı farkla kazanmamıza rağmen üzülerek bu kupadan elendik. Bu bizim için büyük bir yıkımdı.

Daha sonra ligin sonuna yaklaştık. Ligi o sene ne yazık ki beşinci sırada bitirebildik. Üzerimizde dört tane müessese kulübü vardı. Müessese kulüplerinden sonraki ilk kulüp yine Fenerbahçe’ydi. Play-off maçlarında, demin senin de bahsettiğin gibi, ne yazık ki şanssızlıklar peşimizi bırakmadı. İbrahim’in bir tur önce elinin kırılması, bizi çok olumsuz etkiledi. Çünkü İbrahim artık oyunculuğunun zirvesine yaklaşmaktaydı. Hem savunmada, hem hücumda çok önemli bir oyuncumuzdu. Savunmada rakibin en etkili oyuncusunu savunurken, hücumda da bir bakıma sayı makinemizdi. Öyle bir oyuncudan yoksun şekilde play-off oynamak ne yazık ki çok kolay olmadı, söylediğin gibi Tofaş’a elendik.

Ve Türkiye Kupası var. Avrupa Kupası’ndan elendikten ve ligde beşinci olduktan sonra Türkiye Kupası’nı kazanmayı çok istiyorduk. Bütün dikkatimizi Türkiye Kupası’na vermiştik. Türkiye Kupası, Kütahya’da oynanıyordu. Bu maç öncesinde İbrahim, inanılmaz derecede gergin ve yorgundu. Hatta bundan sonra şut sokamayacağına dair bir psikolojik baskı altındaydı. Türkiye Kupası maçlarına gittiğimizde neticenin ne olacağına dair çok fazla bir şeyimiz yoktu. Ancak kupayı kazanmayı çok istiyorduk. İşte orada devreye giren şuydu: Takımın ve oyuncuların birbirine çok bağlı olması, aynı hedefe, aynı inanca sahip olmaları. Bu, İbrahim’i kısa sürede tekrardan kazanmalarına sebebiyet verdi. İbrahim, zorlu bir Galatasaray yarı finalinde yanlış hatırlamıyorsam 35 sayı atarak turu geçmemizi sağladı. Galatasaray’ı eleyerek finale çıktık. Ancak orada şöyle bir şey var: Kütahya’daki salonda maç günü büyük bir elektrik arızası oldu ve bizim maçımız dört saat geç başladı. Bütün dengemiz bozulmuştu. Çünkü hak verirsiniz ki, böyle bir maçta yemeğini ona göre yiyorsun, salona giderken dinlenmeni ona göre yapıyorsun, hazırlıklarını ona göre yapıyorsun ve bunlar dört saat şaşıyor. Bu yetmezmiş gibi, normal sürenin son saniyesinde Galatasaraylı oyuncunun ayağı çizgide olmasına rağmen hakem üçlük atışı geçerli saydı ve maç berabere biterek uzadı. Çok sinir bozucuydu, çünkü bariz bir şekilde ayağı çizgideydi. Sadece saha içindeki oyuncular değil, tribündeki herkes bunun farkındaydı. Bir tek hakem bunun farkında değildi. Burada bir art niyet aradık, sinirimiz çok bozuldu. Üstüne bir de uzatma devresi oynadık. Yanlış hatırlamıyorsam otele gittiğimiz, yemek yiyip dinlenmeye geçtiğimiz saat gece 11 buçuktu.  Ertesi gün sabah antrenmanı yapacağız, Efes Pilsen finaline hazırlanacağız ve maçı oynayacağız, ki maç herkesin evine zamanında dönebilmesi için erken saatte, öğlen 1 veya 2’de.

O gerginlikle Efes Pilsen maçına çıktık ve ilk yarıda –söylemek istemiyorum ama- Efes Pilsen’in kayırıldığına dair inanılmaz bir duygu içerisine kapıldık. Buna rağmen, devre arasına başa baş girilirken Zaza Enden soyunma odası koridorunda teknik faul aldı. Hakemle ilgisi olan bir konu değildi. Zaza ve Mirsad koridorda tartışıyorlardı. Koridordaki bu tartışmadan Zaza’ya teknik faul verdiler ve Efes Pilsen ikinci devreye faul atışlarıyla başladı. Bu kırılma noktasıydı, buradan sonra zembereği boşalmışçasına kontrolsüz bir itiraz, durmalar, bağırışmalar, kavgalar, gürültüler derken maç kaybedildi ve bu haksızlığa dayanamadık. Bu haksızlığa dayamadığımız için de törene çıkmadık. Törende verilen ödülü almadık. Verilen hediyeleri de almadık, hiçbir şey almadık ve İstanbul’a çok üzgün bir şekilde döndük.

Kaynak: basketfener.blogspot.com

Bu söylediğinize bir ekleme yapmak istiyoruz: Bu, Fenerbahçe – Efes rekabetinin 2008-2009 sezonunun öncesinde de olduğunun en büyük kanıtı. Böyle nitelendirebiliriz.

Çok doğru söylüyorsunuz. Çünkü o dönemde Efes Pilsen’in saha içinde ve dışında ciddi bir hegemonyası vardı. Buna direnen, mücadele eden tek kulüp Fenerbahçe’ydi. O dönem Efes Pilsen’i yenebilen tek spor kulübü de Fenerbahçe’ydi. Bu tabii ki Fenerbahçeliler için bir mücadele. Bir kazanma, kaybetme, başarılı olma noktası. Ama ben buna rekabet diyemiyorum. Sonuçta sadece o platformda bir mücadele. Fenerbahçe’nin gerçek rekabeti, gerçek rakibiyledir. Fenerbahçe’nin gerçek rakibi de Galatasaray’dır. Fenerbahçe, Galatasaray ile kazandığı ve kaybettiği maça bakardı. Bugün çok içerisinde olmadığım için bir şey diyemiyorum ama benim yüreğim hala bu rekabetle çarpar.

İlerleyen sorularda Galatasaray maçlarıyla ilgili düşüncenizi alacağız ama maalesef şöyle üzücü bir durum var: Basketbolda Galatasaray ile oynadığımız maçlar, önemini sanki biraz daha yitirdi gibi gözüküyor. Umarız insanlar bu maçların önemini yine anlarlar. 1997-1998 sezonuna, kadromuzu Levent Topsakal gibi isimlerle takviye ederek girmiştik. Ligde normal sezonu üçüncü sırada bitirsek de, play-off yarı finalinde Ülkerspor’a elenmiştik. Türkiye Kupası’nda ise Efes Pilsen’e bu sefer yarı finalde elenmiştik. Takım olarak nasıl bir sezon geçirmiştik?

1997-98 sezonu,  Levent’in ve Serdar’ın katılmasıyla kadro derinliğinde biraz olsun rahatlamaya sebep vermişti. Ayrıca Levent, ilk şampiyonluğu kazandıran takımın çok önemli bir figürüydü. Hem genç oyunculara, hem de yabancı oyunculara karşı bir güven merkeziydi. Levent’in birleştirici yönünden faydalanmayı çok istiyorduk. Levent aynı zamanda iyi bir arkadaşımdı, yaşıt sayılırız. Aynı dönemde basketbol oynamıştık. Ve o sezon onunla iyi bir işbirliği içerisindeydim. Her şeyi konuşabiliyorduk. Serdar altıncı oyuncu olarak sahaya giriyordu ve girdiği her an takıma inanılmaz bir katkı sağlıyordu. Dallas ve Henry artık yerli oyuncular gibi olmuşlardı. Bu sezon şampiyon olmayı çok istiyorduk. Ve açıkçası şampiyonluk için çok hazırdık. Saha dışındaki yaşananlar bizi çok ilgilendirmiyordu, önemli olan saha içerisinde ne yaptığımızdı. Ve de bir mottomuz vardı, hatta bunu ilk Zaza Enden söylemişti: “ Bu takım hiçbir zaman iki maç üst üste kaybetmeyecek”. Bunu hiç unutamıyorum. Ve bu inadımızla iki kere üst üste kaybetmemek, her maçı kazanmak, kaybettiğimiz bir maç olursa bu mottodan dolayı ertesi maç kazanmak için iki üç kat fazla çaba harcadığımız bir sezondu.

Ancak kolay bir sezon değildi. Fenerbahçe’de bir yönetim değişikliği süreci vardı. Ali Şen bu sezon başkanlığı bırakacağını, devam etmeyeceğini söylüyordu. Böyle bir dönemde tabii ki birtakım sıkıntılar baş gösteriyordu. Ancak birbirine o kadar kenetlenmiş ve o kadar ruhuyla mücadele eden bir takımdı ki… En azından bununla bile mücadele edebiliyordu, etmeye çalışıyordu. Birbirini maddi ve manevi anlamda destekliyordu… Sadece ve sadece sezon sonunda şampiyon olabilmek için. Ne yazık ki istediğimiz şampiyonluğa ne Türkiye Kupası’nda, ne de ligde varamadık. Burada arkasına sığınmak istemiyorum ama, dinamik olduğumuz hatta 2-1 öne geçtiğimiz Ülker serisinde Levent’in ayağı burkuldu. Bu burkulma çok şiddetli bir burkulmaydı. Ne kadar uğraştıysak uğraşalım, tedavi edilmesini sağlayamadık ve de Levent’siz bir şekilde Ülker’e elendik. Ama bu sezonun en büyük kazanımı, Fenerbahçe’nin EuroLeague’e katılma hakkını elde etmesidir. Bileğinin hakkıyla elde etmiştir. Ve bence bu sezon Fenerbahçe’nin silkelenip EuroLeague’i aklına koyduğu sezon olmuştur. Ben böyle görüyorum ve bu sezonun bu manada faydalı olduğunu düşünüyorum.

Sakatlıklar maalesef Fenerbahçe’nin en kritik maçlardaki kaderi. Bu şu an futbolda da böyle, basketbolda da böyle. Levent Ağabey o maça sağlam çıksaydı belki Ülker’i eleyebilirdik.

Levent o dönemde çok çılgın bir oyuncuydu ve çok formdaydı. Levent’in liderliğinde, şampiyonluk takımın hafızasına yazılmıştı. Şampiyon olmamak diye bir şey aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Levent en formda olduğu dönemde, ne yazık ki daha iyi ve daha rahat oynayacağını düşünerek o maçta bandaj yapmamış. Kendisini daha sonra çok suçladı, kendisine çok kızdı ama ne yazık ki kaderin önüne geçilemiyor. Levent ve arkadaşları, Levent’in önderliğinde bizi şampiyon yapmak için o güne kadarki bütün sezonlardan daha hazırdı. Olmadı, kısmet değilmiş…

Fenerbahçe’mizdeki ilk döneminizin son yılı olan 1998-99 sezonunda ise NBA’daki lokavt sebebiyle Mahmoud Abdul-Rauf, Zan Tabak gibi isimler takımımıza katılmış, bunlara Conrad McRae de eklenmişti. Ne yazık ki sezon başında görevinizden ayrılmıştınız. Bu ayrılığınızın sebebi neydi?

Evet, nihayet ligin büyük bir takımı olmuştuk ama sezona başlarken hedefler gerçeklerin biraz ötesinde belirlendi. Ben sezonun başında başkana hedeflerin yüksek olmasına karşın saha içinde ve dışında buna varılacak deneyime ve tecrübeye sahip olmadığımızı söyleyerek affımı ve altyapıya dönerek yeni bir yapılanma başlatmak istedim, ancak kabul görmedi. Lokavt sebebiyle serbest kalan oyunculardan Mahmoud Abdul-Rauf çok kariyerli bir oyuncuydu. Bine yakın NBA maçı oynamıştı ancak psikolojik sorunları olduğunu biliyorduk. Zan Tabak çok uzun zamandır oynamayan bir bench oyuncusuydu. Açıkçası ikisinin Dallas ve Henry ile aynı performansı vereceklerine fazla inancım yoktu. Olmaması için dil döktüm, ancak ne yazık ki o dönemde bu maceraya Avrupa şampiyonu olmak için giriliyordu. “Oradaki tek şeyim bu ikisi oluyorsa o zaman üçüncüyü ben seçeceğim, Conrad McRae’yi istiyorum dedim. Çünkü Conrad’la daha önce asistan koçken çalışmıştım. 1993-94, Fenerbahçe’de ilk oynadığı sene. Ama az oynadı, üç ay oynadı. Çaylak yılıydı, kolejden yeni çıkmıştı. Conrad’la o dönemden iyi bir dostluğumuz vardı. Conrad’la kısa bir telefon konuşması yaptım ve Fenerbahçe’ye gelmeyi kabul etti ve burada dahil olduğum tek durum, onu transfer etmek oldu.

Zor bir sezona başlıyorduk, İbrahim’e Tofaş’ın transfer teklifi vardı, bunun iç işlerini bugün konuşmaya gerek yok, sonradan Fenerbahçe’de kaldı. Bir takımı kurmuş olmak, oyuncular transfer etmiş olmak sonucu belirlemez. Çünkü bunlar insandır, insanların birbirleriyle anlaşma ve uyum süreçleri vardır. Fabrikanıza makine almıyorsunuz, bir basketbol takımına eleman alıyorsunuz. Bunların uyum, birbirlerini tanıma ve anlama süreçleri, performansı zaman içinde olumlu veya olumsuz etkiler. Hedefin Avrupa şampiyonluğu olduğu bir sezonun başında alınan istenmeyen sonuçlar, ne yazık ki hepimizi zorlamaya başladı. Bu sırada benim takımın başında durmam çok zorlama olacaktı. İkinci defa affımı istedim, kulüp sağ olsunlar saygı duydu ve ben üçüncü haftadaki Tofaş maçından sonra görevimden ayrıldım. Mesela bu süreçte Abdul-Rauf doğru düzgün oynamadı. Çünkü bir gün gözünde enfeksiyon oluyordu, başka bir gün sakatlanıyordu, başka bir gün bilmem ne oluyordu… Aradan bir ay geçti ya da geçmedi, Abdul-Rauf gitti, yerine George Gilmore diye bir oyuncu geldi. Ondan sonra McRae gitti, Levent Topsakal gitti, benden sonra takım tamamen değişti. Sezon başında “Böyle olmaz” diyenin haklılığı, burada biraz olsun ortaya çıkıyor. Ne yazık ki yaşandı. Keşke yaşanmasa idi.

Fenerbahçe’mizdeki ikinci döneminiz ise 2001 yazında Damir Mršič ve Nedim Dal (Edin Delić) ile beraber katıldığınız imza töreniyle başlamıştı. Bu defa başkan Aziz Yıldırım’dı. Basketbol takımımız çok kısıtlı bütçeler ve mütevazi kadrolarla mücadele etmek durumundaydı. Kulübümüze geri dönüş süreciniz nasıl gerçekleşti?

İkinci dönemim aslında biraz tesadüfi oldu. Çünkü o dönem İzmir’de, Troy Pilsner’de çalışıyordum. Troy Pilsner çıkış yakalamış bir müessese kulübüydü ve ilk defa bir müessese kulübünde çalışıyordum. Fenerbahçe’den çok farklıydı, imkanlar çok iyi olmasa da her şey zamanında ve akışkandı. Kulübün tek faaliyet alanı basketboldu, çok değerli yöneticileri vardı, basketbolla yatıp basketbolla kalkan bir İzmir kulübüydü. Orada da iyi işler yapıyorduk ve Avrupa kupalarına katılma hakkı elde etmiştik. Play-off’ta Galatasaray’ı eleyip yarı finale kalmıştık. Aynı dönemde Fenerbahçe’nin çok değerli oyunculardan kurulu kadrosunu da İzmir’de bir önceki sezon Türkiye Kupası’ndan üzülerek elemiştik, bunların hepsini üst üste koyduğumuz zaman hiç hesapta olmayan bir geri dönüştü. Çünkü Troy Pilsner ile daha yapacağım işlerin olduğunu düşünüyordum. O sırada Ümit Erkek Milli Takımımızı çalıştırıyordum ve bu takımımız Avrupa şampiyonasına hazırlanıyordu, 1982-83 jenerasyonu. Dolayısıyla yazım da, kışım da doluydu. Ancak Fenerbahçe Kulübü’nden bir telefon aldım. Murat Özaydınlı çok sevdiğim ve rahmetli Mustafa Koç ile beraber, ilk dönemde de takımımızın başına geçmemde katkısı olan kıramayacağım kişiler idi. ”Seni Fenerbahçe’mizin başında görmek istiyoruz” dediler ve uzatmadılar, Ümit Milli Takım kampındaydım, antrenman sonrası konuştum, ”Seni takımın başında görmek istiyorum” dedi ve telefonu kapadı. Söyleyecek bir şey kalmamıştı. O zamanın takım menajeri Remzi Dilli ile Divan’da yemek yedik ve Troy Pilsner’den affımı isteyerek Fenerbahçe’nin başına geçtim. Onlar da anlayış gösterdiler, ek olarak küçülmeyi planlıyorlarmış. Ekonomik bir kriz vardı ve müessese kulüpleri bundan çok etkileniyordu. Damir Mršič ile Nedim Dal’ın benimle beraber ayrılmasına izin verdiler ve takımımıza geri döndük.

Kulübümüzdeki ikinci dönemize daha geniş bir perspektiften bakmak istiyoruz: 2001-02 sezonunda lig ve kupada aradığımızı bulamamıştık. Fakat Kuzey Avrupa Ligi’nde son 16’ya kalmıştık. Galatasaray ve Beşiktaş ile beraber sezon başında lige katılmama kararı aldığımız, ancak karardan vazgeçip iyi bir hazırlık süreci geçiremeden lige girdiğimiz 2002-03 sezonunda ise play-off’ta Galatasaray’a elenmiştik. Kulübümüzdeki son yılınız olan 2003-04 sezonunda ise ligi son 22 sezonun en kötü sezonu olan 10. sırada bitirmiş, EuroCup Challenge Kupası’nda ise Güney Konferansı’nı üçüncü sırada tamamlamıştık. Bu sezonlarda başarılı olamamamızın en büyük sebebi bütçemizin zayıflığı idi. Siz bu sezonlar, oyuncularımızın gösterdiği performans ve mücadeleler hakkında neler söylemek istersiniz?

Burada yaşanan bir sürü talihsizlik var: Mesela Fenerbahçe 2001 yılından itibaren genç oyuncular ile uzun vadeli bir plan içerisine girmek istedi, bunu da benimle yapmak istiyorlardı. Çünkü ben o sırada Ümit Milli Takım’ın kocuydum. Ümit Milli Takım’da gelecek vadeden oyunculara koçluk yapıyordum ve hepsiyle iyi ilişkilerim vardı. Onlarla birlikte bir süreç başlatmak istiyorduk ve hedef 2007’deki yüzüncü yıla hazırlanmaktı. Aziz Yıldırım’ın en büyük hedefi buydu. O dönem basketbola fazla bir bütçe ayırmadan 2007’ye hazırlanmak istiyordu ve o sırada da futbol takımımızdan haklı olarak performans bekliyordu. Bütçemiz bir önceki yıla göre maalesef yüzde 75 küçülmüştü. Bütçenin küçülmesiyle birlikte aslında hem iyi hem de kötü bir konu daha var: O sezon ligden düşme yoktu, bu tabii bir rahatlamaya sebep vermişti. Ve biz de bu rahatlığın içerisinde ne yazık ki çok kötü bir sezon geçirdik. Mustafa Abi ayrılmıştı, Serdar Apaydın basketbolu bırakmıştı. Onun yerine gelen oyuncular Damir’di, yabancı oyuncu olarak Glen Whisby vardı, Nedim vardı. Zaza Enden takımdan ihrac edilmişti, onu geri kazandık. Baktığımız zaman gençlerle biraz daha tecrübeli oyuncuların bir araya getirilmesiyle kurulmuş bir kadroydu. Bu kadro ligde istediği sonuçları ne yazık ki çok fazla gerçekleştiremedi.

Dönemin Fenerbahçe teknik ekibi.

Bu dönemde de ligde çok müessese kulübü vardı. Müessese kulüpleri daha yüksek bütçelerle, istedikleri gibi hareket edebiliyorlardı. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş gibi lokomotif kulüpler bu durumdan oldukça rahatsız oluyorlardı ve alınıyorlardı. Bunu en çok dile getiren kişi, dönemin başkanı Sayın Aziz Yıldırım’dı. Kendisi bu duruma dair çok büyük bir hassasiyet kazanmıştı. Bu rekabetin haksız olduğunu, spor kulüpleriyle müessese kulüplerinin dengesiz kaynaklar sebebiyle haksız rekabet içinde olduğunu her platformda söylüyordu. Böyle başlayan bir sezonda ligde istediğimiz sonuçları elde edemeden oynamaya, diğer taraftan da Kuzey Avrupa Ligi gibi liglerde mücadele etmeye, genç oyuncularımızı yetiştirmeye ve onlara deneyim kazandırmaya çalışıyorduk. Onlar istediğimiz performansları yakalasın diye uğraşıyorduk. Taraftardan biraz uzaklaştığımız, taraftarın da bizden uzaklaştığı hoş olmayan sezonlardı. Bu sezonlar içerisinde maddi sıkıntılar dönem dönem baş gösterdi. Dönemin yabancı oyuncuları bunu hiç anlamıyorlardı, anlamak da istemiyorlardı, baktığımızda benim açımdan zor bir üç sezondu. Keza sporcular açısından da öyleydi. O dönemki sıralamalara baktığımız zaman Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş ardı ardına sıralanıyorlar, play-off’ta eşleşiyorlar, biz onları, ertesi sene onlar bizi eliyorlar…

Böyle bir süreç, tatsız bir süreç ama bu sürecin en tatsızı benim son dönemim, 2003-04 sezonudur. Gerçekten benim açımdan zor bir sezondu. Tek başıma kalmıstım, tabii ki Remzi Dilli’yi, Murat Yosmaoğlu’nu, takım oyuncularımı, arkadaşlarımı bunun dışında tutuyorum. Murat Aşık, eski başkan Metin Aşık’ın oğlu, basketbol sube sorumlusuydu. Basketbol takımımızı çok küçük bir grupla hayatta tutmaya çalışıyorduk. Bunu çok samimi şekilde söylemek istiyorum. Çünkü o sezonu ciddi manada düşme riski ile geçirdik. Bursa’da oynanan son bir Oyak Renault maçı vardı, o maçta Mark Dickel bir üçlük atış soktu, hiç planlanmamış bir atıştı. O atış girmese, Fenerbahçe belki başka bir konumda olacaktı, bu çok üzücü. Burada değineceğim başka şeyler de var ama o konular diğer sorularda çıkar. Mesela o sene Oyak Renault ve Tofaş küme düştü, Galatasaray 12. oldu, Fenerbahçe 10. oldu… Ne kadar sıkıntılı bir durumda olduğumuzu bilmem anlatabiliyor muyum… Son saniyede yendiğimiz takım küme düştü. Çok zor bir sezondu. Bana o gün destek olan, benimle birlikte aynı hedefe yürüyen arkadaşlarım çok emek harcadılar.

• Fenerbahçe’den ayrılışınız ise ani şekilde gerçekleşmişti: 26 Nisan 2004 tarihinde, Türk Telekom ile oynadığımız play-off ilk tur karşılaşmaları sırasında “oyuncuların saha içindeki sağlıksız davranışları ve tur arifesinde radikal kararlar alarak kulübe zarar vermemek” için istifa ettiğinizi açıklamıştınız. Sizi istifa etmek durumunda bırakan sağlıksız olaylar nelerdi?

O sezon, demin de söylediğim gibi zor bir sezondu. Çok yorulmuş, yıpranmış ve kaygılıydım. Bir önceki sezona başlarken Fenerbahçe, basketbol faaliyetlerini durdurduğunu açıkladı. Aziz Bey “Basketbol faaliyetlerini durduracağız” dedi ve burada liderlik yaptı. Bunu Galatasaray ile Beşiktaş da takip ettiler. Aziz Bey sezon başında hazırlıklara, antrenman yapmamıza bile izin vermiyordu. Takımda kalan oyuncularla Caferağa Spor Salonu’nda gizli gizli antreman yaptığımı öğrendiğinde de bana bozuldu, ”Sen benim planlarıma zarar veriyorsun” dedi. O kulübün içerisinde büyümüş birisi olarak, sevgili başkan Aziz Yıldırım ile de çok uzun yıllardır bir hukukumuz vardı, hiçbir gün kötü bir sözünü duymadım ama ikimiz de kulübün değerlerini çok iyi bildiğimiz için bunları birbirimize söyleyebiliyorduk. Olabilecekleri tahmin edebildiğim için, gizli gizli antreman yaptığımızı duyduğu zaman çıkışması çok doğal ve olağandı. O salona bile girmemizi yasaklamıştı. Bu sezon basketbolda çok dar bir bütçemiz vardı, size söylüyorum: TRT’den gelen aylık 100 bin lira, artı olarak Metin Aşık’ın Sinan Erdem Spor Salonu inşaatının taşeronlarından almış olduğu göğüs reklamları, haftalık beş bin lira ve yedi bin beş yüz lira arasındaydı, bu reklamları Murat Aşık getiriyordu. Tüm bütçemiz bu idi… Bununla erkek ve kız takımları mücadele ediyordu.

Böyle bir sezonda üstüne üstlük, hiç unutmuyorum: Bir gün Haldun Alagaş’ta bir Galatasaray maçı var. Bu salondan nefret ederim, çünkü Fenerbahçemizin enerjisini alan, taraftarlarımızın da çok gelmek istemediği bir salondu. Ben taraftarın katkısına çok inanan bir koçum. Onları çok iyi anlıyordum, o salondan kurtulmak istiyordum. Galatasaray maçı öncesinde soyunma odasından çıkıp sahaya gireceğimiz kapının orada Galatasaraylı eski bir ağabeyimiz yanıma geldi, “Bak koç, çok zorluyorsun. Fenerbahçe ile Galatasaray’ın basketbolda düzelmesinin yolu, bugünkü bulundukların durumun bedelini ödeyerek küme düşmelerinden geçiyor. Gel, el ele dedi düşelim. Bak o zaman Fenerbahçe ile Galatasaray nasıl kalkınıyor” dedi. Ben de ona “Sevgili ağabeyim, ben önümüzdeki sezon olmayacağım, bu sezon görevimi bırakacağım. Bunu bırakırken alnıma bu kara lekeyi sürdürmem, güvenli limana takımımı yanaştıracağım, ondan sonra da görevi bu şekilde tamamlayacağım. Bunu duymamış olayım, ben bu yolda ilerlemeye devam edeceğim” dedim. Biz yaka paça, zar zor 10. olduk, onlar 12. oldu, yani düşüyorlardı. Sezonun tamamında hep beraber inanılmaz bir yıpranma yaşadık: Ben, Remzi Dilli, Murat Yosmaoğlu, Murat Aşık… Murat Aşık zaten dayanamadı, sezonun ortasında ayrılmak zorunda kaldı. Oyunculardan da Zeki Gülay. Zeki, arabasını satıp takımımıza katkı sağladı.

Kaynak: fenerbahce.org

Yaşananlara baktığımız zaman, bitmek tükenmek bilmeyen sorunlar sezonunda play-off’a kaldık. Bırak küme düşmeyi, play-off’a kaldık. Türk Telekom ile eşleştik, seride 2-1 öndeyken Ankara’daki maçta artık her şey su yüzüne çıkmıştı. Oyuncular birbirleriyle saha içerisinde, benim geleneklerime ve kulüpten edinmiş olduğum terbiyeye aykırı davranışlar içerisindeydiler. Maç oynanırken çok iyi hatırlıyorum, molada bazı oyuncuları tam da soyunma odasına gönderecekken, o anda kadrodan çıkaracakken kendi kendime ”Yapma” dedim ve maçı tamamladık. Soyunma odasına gittğimde bir karar verdim: Ya o gün takımdan dört beş oyuncuyu kadro dışı bırakacaktım ve 2-2 olmuş seride İstanbul’da oynanacak son maçı da kaybederek elenecektik, ya da ben bırakacaktım, takım ivme kazanacaktı, son maçı kazanıp turu geçecektik. Ben kendimi feda ettim, bıraktım. Zaten daha sonrasında olmayacağımın kararını vermiştim. Takım bir sonraki maçta turu geçti. Bu bir görüş meselesi, hiç unutmam:

O maçtan sonra hiç unutmuyorum Güray Kanan’ı çağırdım, Güray geldi ve beni salondan aldı, yakındaki Bilkent Üniversitesinin kafesine gittik. 25 Nisan 2004 tarihinde oynadığımız ve 3-1 kazandığımız Fenerbahçe – Beşiktaş derbisini ayakta, tribünde izler gibi izledik, bağırdık, çağırdık, sevindik ve ben İstanbul’a ayrı döndüm. Takım ile beraber dönmedim ve görevimi o şekilde tamamladım. Benim gönlüm rahat, çok uzun zaman geçti ama kulübümün her kategorisinde, her döneminde, görev bilinciyle, takımıma ve kulübüme zarar vermeyecek şekilde, maksimum performans ile işimi yapmaya çalıştım. Tabii ki eleştiriler olacaktır, beğenilmeyen taraflarım olacaktır, buna da saygı duyuyorum. Ama geçmişimizden ders almamız ve geleceğimizle ilgili planlarımızı ona göre yapmamız lazım. O gün yaşananlar, bugünkü başarıların da altyapısını oluşturuyor. O gün onlar yaşanmasaydı, bugün bunlar yaşanmayacaktı. Bugün Fenerbahçemiz, dünya ve Avrupa basketbolunun lokomotif kulüplerinden bir tanesi, bu da hepimiz için bir gurur kaynağı.

• Fenerbahçe’deki ilk döneminizde İbrahim Kutluay, Henry Turner ve Dallas Comegys; ikinci döneminizde ise Damir Mršič, Erdal Bibo ve 1994’ten beri kulüpte olan Zaza Enden gibi isimlerle çalışma fırsatı buldunuz. Beraber çalışmaktan en keyif aldığınız, unutamadığınız oyuncular kimler?

İbrahim Kutluay minik takımdan oyuncum. İbrahim ile hukukumuz ayrı. İbrahim ile 1985’ten beri antrenör, sporcu ve 2001’den sonra kurmuş olduğumuz spor organizasyonunda ortağız. İbrahim ile artık abi kardeşiz. Dolayısıyla onun yeri bambaşka. Ailecek de görüşüyoruz, bambaşka bir ilişki içerisindeyiz. Burada ismini saymadığın Güray Kanan var. Güray Kanan benim sporcu olarak çalıştığım en iyi Fenerbahçelilerden, en dürüst sporculardan bir tanesidir. Güray ile Fenerbahçe’de tanıştık. Onu Adana Çukurova Birlik’ten Genç Takım’a getirmiştim. 1989’dan 1998’e kadar beraber çalıştık. Sonra onu Troy Pilsner’e aldım, orada takıma çok büyük abilik yaptı. Çok hizmetler verdi. Sonra yollarımız ayrıldı ama şimdi her gün görüşüyoruz. Ağabey-kardeş ilişkimiz Güray ile de devam ediyor. Onun yeri bende çok ayrı. Zeki Gülay da yeri bende çok ayrı olanlardan bir tanesi.

Yabancı oyunculara gelince, Henry Turner ile Dallas Comegys… Henry biraz da NBA’den gelmenin etkisiyle biraz kibirli, kendini beğenmiş, kendisini NBA’e daha ait hisseden bir oyuncuydu ama çok iyi bir insandı. Çok iyi bir aile babasıydı. Çok da önemli bir basketbolcuydu. Dallas keza, daha babacan bir adamdı. Onların yeri ilk dönemimde ayrı. İkinci dönemde Damir ile Troy Pilsner’den beraberdik. Daha önceki yıllarda da rakip olmuştuk. Damir kendine has bir adamdır ama iyi sporcudur. Her maça kendini hazırlar. Takımı için her gün iyi şeyler yapmak üzerine kendini planlar, programlar.

Bunların içerisindeki en enteresan adam Zaza Enden’dir. Zaza Enden’in Fenerbahçe’ye gelmesi de bir maceradır, Fenerbahçe’deki süreci de bir maceradır. Fenerbahçe’den ayrılması da yine bir maceradır. Zaza Enden zor bir sporcu gibi gözükür ama yüreği çok temizdir, çocuk kalplidir. Çok sevdiğim bir sporcu. İyi yönetilirse iyi insan, kötü yönetilirse daha farklı bir insan olabilir. Kesinlikle kötü insan olur demiyorum. Ben Zaza ile çok iyi anlaştığımı, onu çok iyi yönetebildiğimi, onun da benim sözümden hiç çıkmadığını, her istediğimi koşulsuz yerine getirdiğini gayet biliyordum. Kendisine hep iyi örnek olmak istedim, ona iyi bilgiler vermek istedim. Onu hep iyi yönetmek istedim, o da buna saygı duydu. Bir gün olsun bir dediğimi iki etmedi. Çok yürekten oynadı. Hala daha fanatik bir Fenerbahçeli. Ben mesela düşünüyorum, “Bir insan Türkiye’de doğmamış, Türkiye’de büyümemiş, Fenerbahçe’ye sonradan katılmış, bu kadar Fenerbahçeli nasıl olabilir” diye. Herhalde tek örnektir. Müthiş bir Fenerbahçeli. Müthiş bir kişilik. Doğru isimler seçmişsin. Ben hatırımda kalanlar ve eklediklerimle, Fenerbahçe’de bende yeri ayrı olan, çalışmaktan keyif aldığım, unutamadığım oyuncular bunlar ama daha başka yaşı büyük oyuncular da var. Ben asistan koçken sevgili Hüsnü Çakırgil ile çalıştım. Levent Topsakal ile çalıştım. Can Sonat ile çalıştım. Necdet Ronabar (Baba Necdet) ile çalıştım. Onların zaman zaman ağabeyliklerini, babacanlıklarını arkamda hissettim. Mesela kaptan Necdet Ronabar bende ayrı yeri olan birisi.

• Fenerbahçe’nin başında parkeye çıktığınız en unutulmaz karşılaşma ve saha dışında yaşadığınız en enteresan olay neydi?

Bir gün Çukurova deplasmanında istatistik tutuyorum, herhalde üçüncü asistanım, tribündeyim, maç Mersin’de. Fenerbahçe olarak Çukurova’yı yendik. Maçtan sonra tribünde Fenerbahçeli falan yok. Çukurovalılar hırslarını benden almaya kalkıştılar, beni tartaklamaya başladılar. Gencim herhalde, yirmili yaşların başındayım. Kaptan soyunma odasına giderken bunu fark etti. Koşarak tribüne çıktı ve bir tribün insana saldırdı, beni aralarından almak için. Mesela bunu hiç unutamam. Böyle şeyler yaşadık. İnsanın Fenerbahçeliliği o zaman daha da pekişiyor.

Aslında en önemlisi, göreve ilk geldiğim dönemdeki bir Avrupa Kupası maçı. 1907 Derneği, rahmetli Mustafa Koç, basketbolu yönetiyorlar. Çok büyük bir macera. Otuz yaşındaki bir asistan koça takımı teslim etmişler ve sezonun hemen başı. Kazanılmış bir maçtan sonra koç değişikliğine gittiler. İspanya’da Estudiantes’i yendik. Oradan sonra, maçın akşamında koç değişikliği kararı alındı ve beni göreve getirdiler. O maçın rövanşı benim için unutulmaz, çünkü kazanırsak tur atlayacağız. 1907, böyle bir ortamda salonu donattı. Her tarafta bayraklar, Abdi İpekçi ağzına kadar dolu. İçerideki kadar dışarıda da insan var, bir gün evvel antrenmana gittiğimizde kafamızı bir kaldırdık, Abdi İpekçi Spor Salonu’nun tavanına herhalde on beş bin tane sarı-lacivert balon, file içerisinde yerleştirilmiş. Maçı kazandıktan sonra o balonlar sahaya dökülecek. Bunu bizim gördüğümüz gibi, Estudiantesli sporcular da gördü. Sporda şöyle bir şey vardır; rakibi kızdırırsanız performansının çok daha fazlasını sahaya yansıtır. Siz bir kutlama yapacağınızı bir gün önceden ilan ediyorsanız, o gün orada antrenman yapan rakip de bunu görüyor ve ertesi güne hazırlanıyor. Onu size yaşatmamak isteyecektir tabi ki. Böyle olunca biz çok korktuk. Neyse ki kaygılandığımız gibi olmadı. Maç bittikten sonra binlerce balon sahanın içerisine döküldü ama o maçın stresini, gerginliğini, maçtan sonraki sevinci hayatım boyunca unutmayacağım. Her platformda da söylediğim en unutulmaz maçtır benim için. Eğer o salondaki o balonlar dökülmeseydi ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum. Çok korkunç bir şeydi.

• Kulübümüzde çalıştığınız dönemler ile ilgili “keşke”leriniz var mı?

Yaşadığım bütün olumlu, olumsuz olaylara rağmen hiç keşkem yok. Elimden gelenin en iyisini yaptığımı düşünüyorum. Kulübümün o dönemki değerlerine sadık kaldığımı, takımımı ve kulübümü mahçup etmeden her platformda, her yaş grubunda elimden gelenin en iyisini yaptığıma, sporcuların da yapmasına gayret gösterdiğime inanıyorum. Elbette spor bu, başarılar var başarısızlıklar var. Takdir elbette ki izleyenlerin, takip edenlerin. Ancak ben özeleştiri yaptığımda “Keşke şöyle yapsaydım, keşke böyle yapsaydım” demiyorum. Zaten 1997-98 sezonundan sonra olan ufak tefek keşkelerimi söyledim, Bunlar çok da önemli değil, o zaman yaşanması gerekiyormuş ve yaşandı. Bugün bir basketbol takımı varsa, belki o günden alınan dersler vardır. Aslına bakarsan onlar da keşke sayılmaz.

• Galatasaray ve Efes Pilsen ile oynanan maçlar, Fenerbahçeliler için her zaman önem taşıyan ve gergin geçen karşılaşmalar olmuştur. Fenerbahçeli bir başantrenör olarak, bu maçlar sizin açınızdan nasıl geçiyordu?

Türk sporunda iki takımın rekabeti dışındaki rekabetleri ben rekabetten saymıyorum. Onlar için sadece “oynanan iddialı maçlar” diyorum. Fenerbahçe – Galatasaray maçları, Türk sporunun her ortamda, her platformda, her kategoride, her spor dalında vazgeçilmez derbisi. Ben de bu rekabeti çok yaşamış bir kişi olarak söylüyorum, size şöyle bir örnek vereceğim:

Maddi sorunlar her dönem oluyordu. O sırada sponsor yok, basketbolda taşıma suyla değirmen döndürülüyor, yöneticiler sıkıntıdalar, bir taraftan futbola, diğer taraftan basketbola para yetiştirmeye çalışıyorlar. Müessese kulüpleri ise ticari kazançlarının içerisinden kaynak yaratıyorlar, bunlarla yarışmak çok kolay değil. Ülker – Fenerbahçe birleşmesine kadar Fenerbahçe’nin nakit akışı ne yazık ki çok sağlıklı değildi. Benim dönemimde Galatasaray maçı geliyor, yöneticilerimiz ellerinden gelen gayreti göstererek, moral olması için takıma alacaklarını ödemek istiyorlar. Defalarca yaşanmıştır: İbrahim, ben, Güray, Zeki… Bu gençler ve biz böyle bir teklif geldiğinde hayır diyen ekiptik. Eğer Galatasaray maçı için, bize moral motivasyon için ödeme yapılacaksa istemiyoruz. Bizim Galatasaray maçını kazanmak için jeste ihtiyacımız yok. Bu maçı oynayalım, ondan sonra. Bugün böyle bir şey yaparsanız bu rahatlatıcı bile olabilir, biz Fenerbahçeliler olarak Galatasaray maçı için hiçbir prim teklifini, maaşların ödenmesini kabul etmedik. Galatasaray maçının primi olmaz. Benim önüme bir liste gelirse ve o listede Galatasaray’a prim yazılmışsa olmaz. Bunun primi hem taraftar için, hem oyuncular için, hem yöneticiler için, hem teknik adamlar için mutluluktur. Galatasaray maçından alacağım prime ihtiyacım yok, bu kadar net. Bu yüzden bu rekabet tatlı, keyifli, yaşanılması gereken bir rekabet.

Şükür ki koç olarak takımın başında çıktığım 17 lig maçı var diye hatırlıyorum, 16 galibiyetim var. Play-off’ta bir sene biz eledik, bir sonraki sene onlar bizi eledi. Onun dışında ligde oynanan 17 maçın 16’sını kazandık diye hatırlıyorum. İlk galibiyette Henry Turner’ın ayağı kırıldı, ayağının kırıldığını bilerek oyuna girdi. Sokmak istemedim, “Hayır, ben oynamak istiyorum” dedi, ayağının kırıldığını biliyordu, bunu hissetmişti. Uzatmada oyuna girdi. Camianın, taraftarın, takım arkadaşlarının o maça verdikleri önem, onu o ruh haline sokuyor. Bir gün bana geldi ve dedi ki, “Koç, burada oynamak ne zor! Yunanistan’da da oynadım. Oynardık, kazanırdık, kaybederdik, kimsenin derdi değildi. Maç kaybediyoruz, arabaya benzin alamıyorum. Benzin alırken pompacı ‘Nasıl kaybedersiniz, nasıl kaybettiniz?’ diye bana sitem ediyor”. Bu şimdi nedir? Bu, tabii ki Fenerbahçe’nin kattığı değer ve haliyle başarıyı da hak ediyor.

Efes Pilsen için de iyi şeyler söyleyelim. Sadece basketbolla ilgilenen bir kulüp, basketbol kulübü. Fenerbahçe ise bir spor kulübü. Zaman zaman 9, zaman zaman 11 branşta binin üzerinde kız ve erkek sporcuya olanak sağlayan, Türk sporuna 100 yıldan uzun süredir hizmet eden bir kulüp. Burada bir rekabetten bahsedemeyiz, sadece basketboldaki ikili mücadeleden bahsedebiliriz. Bu ikili mücadelede de tabii ki inişler çıkışlar olabilir, Efes Pilsen’in çıkışları daha fazla olmuş olabilir. Onlar tek branşla ilgileniyorlar, Türk basketboluna hizmet ediyorlar ama bence bununla sınırlı. Fenerbahçe’nin rakibi değiller.

• Takımımız, döneminizde maçlarını Abdi İpekçi Spor Salonu ve Ümraniye’deki Haldun Alagaş Spor Salonu’nda oynuyordu. O dönemki taraftarları, desteği ve tribün atmosferini bir koç gözüyle anlatmak ister misiniz?

Benim için Abdi İpekçi efsane, Spor ve Sergi Sarayı efsane, Haldun Alagaş kabus. Çok net. Kamptan otobüsle Abdi İpekçi’ye giderken “seyirci toto” yapardık, seyirciler yanlış anlamasınlar. Bu da şu demek: Bütün oyuncular seyirci sayısı tahmininde bulunurdu. Sıradan lig maçından en önemli Avrupa Kupası play-off maçına kadar, bir gün olsun Abdi İpekçi Spor Salonu’nun çevresini boş görmedik. İçeriye giriyoruz, içerisi de dolu. Nereye girecek bu insanlar? Ne yazık ki bunları Haldun Alagaş’ta yaşayamadım, çok büyük üzüntüdür. Seyirci oraya rica minnet geliyordu, onlar da haklılar, takım çok iyi değildi, onları motive etmiyordu. Ancak Abdi İpekçi Spor Salonu’nun hınca hınç dolu olması, basamakların ve koridorların çatıya kadar dolu olması bize büyük bir güç, ivme veriyordu. Orada maç oynamak, o seyircinin önünde oynamak, o seyircinin önünde kazanmak, sonra salonu terketmek bambaşka bir duygu. Ben bu duyguyu yaşadığım için kendimi şanslı kabul ediyorum, benimle birlikte o dönemde çalışan dostlarım da aynı şeyi düşünüyorlardır. İyi ki o günleri yaşamışız, kazanmışız, kaybetmişiz ama o atmosferin içinde bulunmuşuz. Yağmur çamur demeden gelip orayı dolduranlara da minnet ve saygı duyuyorum. Abdi İpekçi ulaşım imkanlarının o dönemde çok zor olduğu, metronun olmadığı sapa bir yerdeydi ama geldiler. Haldun Alagaş ise kabus… Haldun Alagaş tabii ki önemli bir sporcu, böyle söylemek istemiyorum ama Ümraniye’deki spor salonu benim ömrümü törpüledi.

Caferağa Spor Salonu ise benim ilk göz ağrım. Fenerbahçe’nin spor salonu yokken, Fenerbahçeli dört yöneticinin şahsi gayretleriyle Kadıköy Belediyesi’nin arsasına yaptıkları bir salondur. Orada bir futbol sahası vardı, Abdullah Acar, Mesut Dizdar ve Mete Has orayı yaptılar ve 10 yıl boyunca Fenerbahçe’nin kullanımına tahsis ettiler. Orası benim ilk göz ağrım ama orası 1. Lig maçı oynamak için uygun bir salon değil. Nedeni de tribündeki seyircinin sahaya tesirinin minimum olması. Çünkü o salonda sesin yönü karşı duvar, sesin yönü sahanın içi değil. Dolayısıyla sahanın içerisinden seyircinin varlığını hissedemezsin. Orada oynanan birkaç Avrupa Kupası ve Türkiye Ligi maçında istediğimiz sonuçları alamadık. Ben o dönemde hem asistan koçluk, hem de başantrenörlük yaptım. Orada maç oynamamamız gerektiğini, bize faydasının olmadığını, seyirciyi hissedemediğimizi, zaten yeteri kadar seyirci almadığını söyledim. Ama iyi bir antrenman salonuydu, iyi bir altyapı salonuydu, Türk sporuna çok hizmet etti. Orada bir Avrupa Kupası maçı hatırlıyorum, bir Fransız takımıyla oynadık, kaybettik. Sonra Fransa’da maçı kazandık. Başkan Ali Şen’in son dönemiydi, maça giderken “Kazanmanızı istiyorum” diye talimat verdi.

Caferağa Spor Salonu. Kaynak: gazetekadikoy.com.tr

Ali Şen çok önemli bir figürdür. Kendi talimat vererek gönderdiği maçtan sonra gece yarısı döndük, Atatürk Havalimanı’na indik, bizi havaalanında karşıladı. Çünkü maçı kazanmamızla ilgili talimat vermişti ve biz de o talimatı yerine getirmiştik. Ali Şen böyle dönemlerde öyle bir duygu verir ki, bir sonrakinde aynı performansı korumak istersiniz. Mesela bir Efes Pilsen maçına çağırmıştık, yine son dönemiydi. Abdi İpekçi’de onu maça çağırmak için aradık, maçın başlamasına 3-4 saat vardı. Bize “Bodrum’dayım, kazanacak mısınız?” diye sordu. “Kazanacağız başkanım” dedik. “Pilota söylüyorum, helikopteri çalıştırıyor” dedi, geldi ve kazandık mı maçı? Farkla kazandık. Bunlar güzel anılar.

Ben Razi Trak’la da çalıştım, Fikret Kırcan’la da çalıştım, çok başkan gördüm, çok yönetici gördüm. Yaşıma bakma, ben Dereağzı’nda büyüdüm. Babam da eski yöneticiydi, çok değerli insanlarla tanıştım, Fenerbahçeliliği onlardan öğrendim. Hayatta olanlara uzun ömürler diliyorum, göçmüş olanların mekanı cennet olsun. Onlar çok iyi Fenerbahçelilerdi. Dereağzı, Fenerbahçe’nin öğrenildiği bir yerdi, okuldu. Bugünkü Dereağzı tabii ki değişti. O gün daha geri şartlarda, çok ileri Fenerbahçelilik öğretiliyordu Dereağzı’nda.

• Sizin de bildiğiniz gibi Fenerbahçe’miz, son yıllarda basketbola yaptığı yatırımı genişletti ve bu atılım, meyvesini 2017’deki EuroLeague kupası ile verdi. Bu süreci ve takımın bu sezonki durumunu nasıl görüyorsunuz?

Bu süreç çok uzun bir süreç. Bu süreçte inişler çıkışlar var. Bu süreçte minicik de olsa bir söz hakkım olduğunu söyleyeyim öncelikle. Neden söz hakkım var? Çünkü bu sürecin en başında, Avrupa ligine kalma ve bu deneyimi ilk yaşama sürecinin yapı taşlarını oluşturan kişilerden bir tanesiyim. Bu hedef konulduğunda Aziz Yıldırım’ın ilk başkanlık yılıydı. Avrupa şampiyonluğu hedefi koymuştu. Ben ise bu hedefin çok kolay olmadığını, Avrupa şampiyonu olabilmek için ilk önce o ligin devamlı takımı olmak gerektiğini, orada saygı duyulan bir kadro ve takım olmak gerektiğini iddia ediyordum. Eğer bunu uzun soluklu yapamayacaksak, ki bu kolay bir şey değildi, hakkımızdan vazgeçip, o dönemde İbrahim’in de Tofaş’a gitme durumu vardı, Tofaş’tan İbrahim’in bonservis parasının alınarak Dereağzı’na spor salonu yapılmasını öneriyordum. Yani “Büyük denizde küçük balık olacağımıza Saporta Kupası’na katılalım, küçük denizde büyük balık olalım, Saporta Kupası’nı kazanmaya çalışalım” dedim. Başkan ise “Biz bu sene Avrupa şampiyonu olacağız” diyordu. Avrupa şampiyonu olmak 17 yıl sürdü, çünkü gerçekten kolay değil. O yüzden 2017’deki Avrupa şampiyonluğu büyük bir başarıdır. Real Madrid’in, Barcelona’nın, Maccabi Tel Aviv’in, İtalyan kulüplerinin, İspanyol kulüplerinin, eski Yugoslavya’nın, bugünkü Slovenya’nın, Sırbistan’ın onlarca yıldır orada olduğu bir ligde Avrupa şampiyonu olmak öyle kolay bir iş değil. Dolayısıyla 2017’deki Avrupa şampiyonluğu, o ligin devamlı kulübü olmak, o Final Four’un devamlı dörtlüsünden biri olmaktan geçiyor. Size saygı duyulabilmesi için, önce saygı duyulabilir olmak lazım. Büyük takım olmak lazım. Büyük kadrolarla, değerli oyuncularla, değerli koçlarla o ligde mücadele etmek lazım. Bütün bu parçalar bir araya geldiğinde şampiyonluk da geldi. Ondan önceki Final-Four ve finaller de, bu parçalar bir araya geldiği için oldu.

Benim bahsettiğim ilk yılda bu parçalar bir arada değildi. Benim itirazım ona idi. Hazır değildik. Hazır olmadığımızı da on yedi yıl gördük. Bu başarılar geldi, gelmeye de devam edecek. Ancak Fenerbahçe’nin futbolda bir şampiyonluk alması lazım ki basketbolda daha rahat devam edebilsin. Fenerbahçe’nin basketbolda, bu platformda rahat devam edebilmesinin yolu aslında futbolda bir şampiyonluk almasından geçiyor. Futboldaki şampiyonluk geciktikçe basketboldaki süreç de zorlaşıyor. Bütçelerin düşmesi maalesef elde olan bir şey değil, talihsiz. 3 Temmuz sürecinde başlayan talihsiz gidişat, bir türlü olumluya dönmüyor. Bir laf vardır “Tekerler geriye dönerken ileriye döndürmek çok kolay değildir”. Tekerler çok hızlı geri gidiyordu, şimdi yavaşlatıldı, bu ileriye döneceğinin işareti ama ne zaman olacak? Fenerbahçe taraftarı sabırsızdır. İki tane maçın üst üste kaybedilmesine de tahammülü yoktur. Altı sezondur futbolda şampiyonluk gelmiyor. Bu daha önce bir kez yaşandı, o da 1988-1996 arasındaydı. Şimdi de altı sezon oldu, bu da giderse yedinci sezon olacak ve en uzun süre olacak. Fenerbahçe’nin hem bugünü için, hem geleceği için kolay bir şey değil, çünkü Fenerbahçelilerin sayısının artması futbolda gelen şampiyonluk ile paralel gider. Fenerbahçeli çocuklar, Fenerbahçeli yetişkinler haline gelecekler ve böylelikle kulübün taraftarı artarak devam edecek. Taraftar azalırsa her şey azalır. Fenerbahçe’nin hafızasına sahip olan insanlar Fenerbahçe’nin yakınında, çevresinde olup geçmişle geleceğin köprüsünü sağlamalı, bu süreç içerisindeki herkese Fenerbahçeliliği, Fenerbahçe’de yapılması gerekenleri söylemeli, deneyimlerini paylaşmalı. Çok kıymetli sporcular, spor insanları var, onlardan görüşler alınmalı. Onlar kulübe kazandırılmalı. Ama bunlar tabii ki bizim işimiz değil. Biz kulübün sade bir üyesi olarak, gönüldaşı olarak şimdi kendi aramızda konuşuyoruz.

• Bu röportaj için sizlere tekrar teşekkür etmek isteriz. Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Bol galibiyetli, bol şampiyonluklu günler diliyorum. Fenerbahçelilerin başı öne eğilmesin, hep başı dik olsun. Bayrakları da havada olsun.

Yorum bırakın