Çeşitli aralıklarla, 1963 ve 1972 yılları arasında Fenerbahçe formasını giyen ve aynı zamanda profesör doktor unvanlı bir diş hekimi olan 1940 doğumlu eski milli basketbolcu Erdal Poyrazoğlu, Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’ın o yıllara dair sorularını cevapladı. (Transkripsiyon: Osman Talha Sümer)
• Erdal Bey, ilk olarak bizleri kırmayarak röportaj isteğimizi kabul etmenizden dolayı Salon Tribünü ekibi adına sizlere teşekkür ederiz. 1940 yılında Ankara’da doğdunuz ve 15 yaşında TED Ankara Kolejliler kulübünde basketbola adım attınız. Bu spora başlama hikayenizi bizlere anlatabilir misiniz?
Ben kendi başıma başlamadım tabii ki. Benim bir ağabeyim vardı. O çok güzel voleybol oynardı. Benim boyumu görünce “Sen ne oturuyorsun, senin spor yapman lazım” dedi. Ben de dedim ki “Kendi başıma ben ne yapayım?”. “Ben annem ve babamla konuşacağım” dedi. Onlar o zamanlarda sporcu olabileceğime, bir topun peşinden koşmaya pek inanmıyorlardı ve güvenmiyorlardı. “Okusun ve adam olsun” diyorlardı ama abim bunu daha evvelden gördü ve benim de boyumun basketbola müsait olduğunu anlayınca annemle babamı topladı ve dedi ki: “Ben bu çocuğa kefil oluyorum. Bu çocuk hem okuyacak, hem spor yapacak”. Ondan sonra bana izin verdiler. Ben de basketbola o şekilde başladım. Okuldayken hep soruyorlardı, “Sen bu boyla neden spor yapmıyorsun?” diye, ben de “Evden izin vermiyorlar” diyordum. İzin de ağabeyim sayesinde çıkmış oldu, böylece ben de spora, daha doğrusu basketbol oynamaya başladım.
• TED Ankara Kolejliler’in ardından 1960 yılında İTÜ’nün formasını giydiniz ve 1963 yılında Fenerbahçe’ye transfer oldunuz. Fenerbahçe’mize transferiniz nasıl gerçekleşti, neler hissettiniz?
İstanbul’a geldim, çünkü İstanbul’da üniversite okumak istiyordum. Artı, Ankara’da basketbol oynamanın bana çok fazla bir şey kazandırmayacağını bütün arkadaşlarım bana ısrarla söylüyorlardı. “İstanbul’a git, Milli Takım’a kadar yükselirsin, şan şöhret sahibi olursun, sen kabiliyetli bir adamsın” dediler, beni doldurdular. Ben de kalktım, İstanbul’a geldim. Teknik Üniversite bir hamle yapıyordu, elit sporcuları topluyordu. Bu elit sporcularla birlikte takım kurmak istiyordu. Ayrıca o sporcuları üniversiteye hazırlayacaklardı. “Üniversiteyi kazandığın takdirde benim kulübümde oynayacaksın” diyen idarecilerle birlikte ben üç ay kadar yaz sezonunda çalıştım. Ondan sonra İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni kazanınca, Teknik Üniversite’ye transfer oldum. Yani Teknik Üniversite öğrencisi değildim ama oyuncusuydum. Dolayısıyla Diş Hekimliği Fakültesi’nde okurken sporculuğumu yapmaya devam ettim.

O sırada sadece yönetmelik olarak şehirlerarası transfer açıktı, şehir içi transfer kapalıydı. Federasyonun öyle bir kararı vardı. Üç yıl Teknik Üniversite’de oynadıktan sonra transfer açıldı. Bu demektir ki, İstanbul içinde herhangi bir kulübe transfer olabilirsin. O sırada bir Fenerbahçeli taraftar diyelim, ama fanatik bir taraftar, idare heyetinin devamlı içine girip çıkan, kulüpten hiç ayrılmayan bir arkadaş, şimdi rahmetli oldu gerçi ama… Geldi ve bana dedi ki “Transfer açıldı, biz seni Fenerbahçe’ye almak istiyoruz, gelir misin?”. Ben de dedim ki “Ben Teknik Üniversite’den memnunum, gelmeyi düşünmüyorum”. Ertesi gün tekrar geldi, üç gün sonra bir daha geldi, “Seni Fenerbahçe’ye almak istiyoruz” dedi. Dedim “Yahu ben mutluyum burada”. Çünkü TED Ankara Koleji de bir okul takımıydı, Teknik Üniversite de bir üniversite takımı olduğu için başka bir kulübe gidip oynamayı pek düşünmüyordum ama bana en son şöyle bir söz söyledi: “Tamam anlaşıldı, sen kendi rızan ile gelmeyeceksin ama eğer herhangi bir şekilde gelmeyi düşünürsen ilk Fenerbahçe’ye geleceksin, tamam mı, söz veriyor musun?”. “Tamam, söz veriyorum” dedim, zaten kafamda transfer olma düşüncesi yok, “Ne olacak ki?” diye düşündüm. Onun üzerine arkadaş gitti ama giderken döndü ve dedi ki: “Sen Teknik Üniversite’de yıllarca basketbol oynasan basketbolcu olarak kalırsın ama Fenerbahçe’ye gelirsen Fenerbahçeli Erdal olursun”. Ben tabii o zaman anlamadım ne demek olduğunu. O zamanlar basketbol oynuyorum, Milli Takım’dayım, mutluyum, okuyorum, yani herhangi bir sorun yok.
Ama gel zaman git zaman, Teknik Üniversite bana verdiği sözleri yerine getirmeyince ben çok sinirlendim, kızdım ve çıktım. Bunun üzerine ani bir kararla, transferin son gününe iki gün kala Fenerbahçeli yöneticileri aradım ve dedim ki “Ben transfer olmak istiyorum”. Hemen geldiler, beni aldılar, hatta kaçırdılar. İstanbul’dan uzaklaştırdılar, ne olur ne olmaz, Galatasaray falan beni kapmasın diye. Onun üzerine yanıma bir adam verdiler, Paşa Mehmet Ali diye bir taraftar. Onun oğlu halen Fenerbahçe’de idari heyette görev yapmakta. Onunla beraber hafta sonunu geçirdim. Pazartesi günü gittim, lisansımı doldurdum ve Fenerbahçeli oldum.
• Kolejliler’de geçirdiğiniz 1970-71 sezonunu, Muhafızgücü ile Ankara Karagücü formalarını giydiğiniz ve vatani görevinizi yaptığınız 1967-69 yıllarını saymazsak, 1963’ten 1972’ye kadar sarı lacivertli formayı giydiniz. Bu süre zarfında Altan Dinçer, Mehmet Baturalp, Hüseyin Kozluca, Ferhan Baras gibi unutulmaz isimlerle aynı takımda oynadınız. Beraber oynamaktan ve takım arkadaşlığı yapmaktan en keyif aldığınız isim kimdi?
Rahmetli Mehmet Baturalp’ti. Müthiş bir zekası vardı. Boyu çok uzun olmamasına rağmen zekasıyla ve yeteneği ile uzun adamları çok güzel durdururdu. 2.15’lik Hüseyin Alp’i tuttu ve sayı attırmadı. Zaman zaman benimle de antrenmanlarda itişirdi. Beni tutardı, beni de hareket ettirmezdi. En önemli meziyeti şuydu: Biz uzun adamlar ribaundu alıp pası ona verdiğimizde koşardık, hiç arkamıza bakmazdık, “Nasıl olsa o top bize gelecek” diye. Kendisi de nur içinde yatsın, çok severdim.
• Fenerbahçe’de altı sezon boyunca bir Türkiye şampiyonluğu, üç İstanbul şampiyonluğu ve 1966-67 sezonunda ilk Türkiye Kupası şampiyonluğumuzu yaşadınız. Kulübümüzde yaşadığınız en anlamlı başarı ne idi?
Tabii ki bu saydığınız şampiyonluklardı. Çünkü en büyük rakibimiz Galatasaray’dı. Galatasaray uzun zamandır kupaları müzesine götürüyordu. Bize de kısmet oldu, o sene şampiyon olduk ve o şampiyonlukla aldığımız kupa benim en mutlu anlarımdan biridir.

• Fenerbahçe forması altında oynadığınız en unutulmaz maç, hangi karşılaşmaydı?
Fenerbahçe forması altında o kadar çok maç oynadım ki, içlerinden birini cımbızla seçip ayırmam çok zor. Ama Türkiye’de değil de, belki uluslararası bir maçtan bahsedebilirim. ASVEL ile eşleşmiştik. Onlar buraya geldiği zaman biz yendik, orada da onlar yendi, turu atladılar. Kulüple beraber yurt dışına ilk seyahatim o takımlaydı. Bizi çok enteresan bir şekilde ağırladılar ve çok mutlu oldum. Hiç unutmuyorum, kaz ciğeri ikram ettiler. Bizim bazı arkadaşlar ilk kez gördükleri için yemek istemediler ve yiyemediler. Fransız yöneticiler yemeyenleri görünce fırça attılar: “Bunun ne kadar pahalı olduğunu biliyor musunuz? Biz bunu sizin için özel olarak hazırladık” dediler. O günü hiç unutmam, hep gülerim.
• Kulübümüzde bulunduğunuz süre zarfında saha dışında yaşadığınız en ilginç, unutulmaz olay neydi?
Hatırlayabileceğim öyle bir olay yok.
• Fenerbahçe’mizden 1972 yılında ayrıldınız ve Eczacıbaşı takımına geçtiniz. Fenerbahçe’den ayrılma sebebiniz neydi? İki kulüp arasında karşılaştırma yapacak olsanız neler söylersiniz?
“Vaktim doldu” diye düşündüm. Bir gün gelecek, bu sporu bırakacaksın. Fenerbahçe’den izin aldım ve “Basketbolu bırakıyorum” dedim. “Hayır, en az beş sene daha oynarsın” dediler ama ben “Hayır, artık yeter, biraz da mesleğime devam etmeliyim” dedim. Bıraktığım ilan edilince duyulmuş herhalde. Beni Teknik Üniversite’de eğiten, yetiştiren ve basketbolumda büyük katkıları olan Yalçın Granit o sırada Eczacıbaşı’nın başına getirilmişti. Çok büyük iddialarla bir takım kurulmuştu. Ben sadece uzaktan izliyordum, gittikleri en önemli maçı kaybettikleri için bir üst kümeye çıkamamışlardı.
Yalçın Granit de yöneticilere “Erdal basketbolu bırakıyormuş, derhal onu basketbola döndürün ve transferini halledin. Bu takımın başına bir ağabey lazım” demiş. Yöneticiler beni aradılar, ben dedim ki “Basketbolu bıraktım, oynamak niyetinde değilim, kendimi mesleğime vereceğim”. “Hayır” dediler, “Yalçın Abi böyle istiyor”. Ve diyorlar ki, “Benim hiç kendisinde hakkım yok mu?”. Bu bana çok ağır geldi. Bıraktığım basketbolu Eczacıbaşı’nda devam ettirmek üzere transfer oldum ve ağabeylik yaptım. Biz mahalli ligde oynuyorduk, orayı geçtik, deplasmanlı lige çıktık, deplasmanlı ligi geçtik, 1. Deplasmanlı Lig’e kadar çıktık ve ben artık izin istedim. Dedim ki, “Sizin emeliniz 1. DeplasmanlıLig’e kadar çıkmaktı Eczacıbaşı olarak, haydi bana Allah’a ısmarladık”. “Yok, biz burada da şampiyon olacağız” dediler. “Bu takımla şampiyon olmanız mümkün değil. Mahalli ligde oynayan bir takımı almışsın, 1. Deplasmanlı Lig’e getiriyorsun. En az altı adamın değişmesi lazım, ben tek başıma bir şey yapamam” dedim. “Hayır, sen gitmeyeceksin, bir kişi alacağız, iki kişi alacağız” diyerek beni inandırdılar, kandırdılar diyelim klasik bir lafla. Bir sene daha oynadım ve benim dediğime gelindi. Eczacıbaşı şampiyon olamadı. Onun üzerine ben de 1975’te basketbolu bırakmak zorunda kaldım. Ama ne var ki Eczacıbaşı başka bir takım kurdu, gençleri aldı, Efe’yi(Efe Aydan) aldı, merhum antrenörlerini (Aydan Siyavuş) aldı ve onlarla birlikte üç dört sene arka arkaya şampiyonluk kazandılar.

• Galatasaray ile olan ve bir asrı aşan rekabet, her zaman, her branşta ilgi çekmiştir. Bu derbilerin sizin döneminizde takım ve taraftar için önemi neydi?
Galatasaray maçının olacağı günden üç gün önce hepimiz kendimizi kampa alırdık, hatta benimle aynı sene, Fenerbahçe’ye Galatasaray’dan transfer olmuş Hüseyin Kozluca kardeşim resmen vitaminlerle yüklenir, istirahat eder, hiçbir şekilde sokağa çıkmaz, kendisini Galatasaray maçına hazırlardı. Diyelim ki yirmi maç oynuyorsak, iki Galatasaray maçında en iyi maçını oynardı. O derecede önemliydi tabii ki. Ama bazen biz kazanıyorduk, bazen onlar kazanıyordu. Çok güzel bir rekabetti.
• 1985-86 sezonunda koç Dennis Perryman ve Mahmut Uslu ile birlikte basketbol takımımızın teknik ekibinde görev yaptınız. O yıllar için güçlü bir kadroya sahip olsak da istenen başarıya maalesef ulaşamamıştık. Sizin için nasıl bir sezondu?
Biraz hüsran verici bir sezondu. Takım iyiydi, gerçi yabancı bir antrenör vardı. Ancak yabancı antrenörlerin Türkiye’de görev yapması, nereden baksan birkaç sezon geçtikten sonra başarıyla sonuçlanabiliyor. Hele bu bahsettiğiniz Amerikalı arkadaş belki çok uzun seneler basketbol antrenörlüğü yapmış ama artık tesadüfen İzmir’de çalışmaya başlamış olan, basketbolla ilişkisini kesmiş bir arkadaş olarak, sırf Amerikalı olduğu için getirildi ve yanlış bir seçimdi. Mahmut eksik olmasın, çok çaba sarf etti ama onun da yapabileceği bir şey yoktu. Ben de zaten ne kadar katkıda bulunabilirdim ki? Ben yönetici değildim. Ben eğitmendim, basketbolcuları çalıştırabilir, onları hazırlayabilirdim ama yöneticilikten hiç anlamadığım için o takımı başarıya maalesef ulaştıramadık, onun için çok da üzüldüm.
• Döneminizde maçların oynandığı Spor ve Sergi Sarayı, konforlu veya modern olmasa da benzersiz bir salondu. Spor Sergi’deki atmosferi ve Fenerbahçe taraftarları ile olan bağınızı bizlere anlatmanız mümkün mü?
Fenerbahçe taraftarı çok elit, çok güzel ve harika bir taraftardı. Ne zaman? Ben oynarken. Ben basketbolu bıraktıktan sonra federasyon nasıl olduysa bir karar aldı ve futbol maçlarının bitmesini bekledi. Basketbol maçlarını futbol maçlarından sonraya koydu. Basketbol maçlarını sonraya koyunca, futbol seyircisi basketbol maçlarını doldurdu. O dolmadan önce biz bir tiyatro salonunda oynar gibi oynardık. Hatta gelen insanlar da bazen smokinlerle gelir, maçtan sonra da tiyatroya veya konsere giderlerdi. Ne zaman ki futbol seyircisi… Eksik olmasınlari onlar da taraftar tabii… Ama futbol ile basketbol arasında o kadar büyük bir fark var ki, hem seyircisi, hem yöneticisi, hem sporcusu farklı yani, kıyaslanamaz. Belki ikisi de sporcu ama genel olarak baktığınız zaman arada çok büyük bir fark göreceksiniz. O fark ortadan kalktı, kalkınca ben bile o gürültü patırtının içerisine girememeye başladım, hazzetmemeye başladım. Çünkü tiyatro izlemek başka bir şey, böyle bir gürültü patırtıyı izlemek başka bir hadise. Ona alışkın olmak lazım. Onun için ben maçlarda oynarken taraftar ile hiçbir sorun yoktu, gayet iyiydik. Ama ondan sonrası biraz karışık.

• Fenerbahçe’miz son 15 yılda büyük bir atılıma geçti ve 2017 yılında EuroLeague kupasını kazanarak Avrupa’nın en büyüğü oldu. Bu başarıyı ve eğer takip ediyorsanız, takımın son durumunu nasıl görüyorsunuz?
Çok iyi transferler yaptı, antrenörü dahil (Željko Obradović) ve o başarı o şekilde geldi. Kariyeri çok düzgün olan bir antrenör vardı. Sertti, yumuşaktı ama mizacı ve tecrübesi nedeniyle Fenerbahçe’yi bir yere taşıdı. Takımdaki oyuncular da çok kaliteliydi ve onları bir arada oynatmayı becerdi. Avrupa’da bir Türk takımı şampiyon olacak falan, kolay iş değil o. Sonra ne oldu? Adam “Ben tamamım, işim bitti, yapacağımı yaptım” dedi ve gitti. Onun yerine yine kıymetli, NBA’de görev almış başka bir antrenör (Igor Kokoškov) geldi. Benim izlediğim kadarıyla o antrenör ile diğer antrenör arasında üç tane dağ farkı var. Yani ötekisi bütün hırsını, sinirini ortaya koyup oyuncularının üzerindeki hakimiyetini sahaya yansıtan bir elemandı. Bu antrenöre bakıyorum, bu antrenör hadiseyi kabul etmiş gibi, gayet sakin şekilde idare ediyor.
Bir de başka bir olay oldu. Nando De Colo diye bir arkadaşı transfer ettiler. De Colo tek başına çok kıymetli bir oyuncu, çok değerli bir oyuncu ama takım oyuncusu mu? Biraz tartışmalı. O gelince zaten Sloukas hemen ikinci dereceye düştü ve De Colo ön plana çıktı. Fenerbahçe ne zaman De Colo ve Jan Vesely iyi oynarsa maçı kazanıyor, kötülerse kaybediyor. Böyle bir duruma geldi. Eskiyle hiç kıyaslanacak bir durum değil. Fenerbahçe’ye bakıyorsun, on maç oynamış, beşini kazanmış, beşini kaybetmiş. Olacak şey değil.
(Röportaj, 8 Mart 2021 tarihinde yapılmıştır.)
• Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçelilere mesajınız nedir?
Fenerbahçe’yi daima maddi ve manevi desteklesinler. Hiçbir zaman ondan uzaklaşmasınlar. Fenerbahçe çok büyük bir kulüp. Yöneticileri hiç önemli değil, onlar gelirler giderler. Sporcuları önemlidir ama onlar da değişirler. Ama o formanın sevdası, o formanın insanlara vermiş olduğu etki ve yetki, ki ben onu üzerimde çok hissettim. Herhangi bir kamu kuruluşuna gittiğimde, herhangi bir özel kuruma gittiğimde insanların birbirini dürtüp “Bak Fenerbahçeli Erdal, bak basketbolcu, abi sen Fenerbahçelisin, gel, ne istiyorsun, hemen yerine getirelim” dedikleri o kadar çok hatıra var ki… Dolayısıyla sonuna kadar Fenerbahçelileri hem kutlarım, hem de takımlarına sahip çıkmalarını rica ederim. Arada bir hoşuma gitmeyen aleyhte tezahüratlar, sözler söyleniyor, bu hiç güzel bir şey değil. Hep yapıcı olmak lazım. Sporda “Her zaman her şey çok iyi olacak” diye bir şey yok. İcabında yenileceksin de, kazanacaksın da… Ama kazanmak için ne lazımsa ona göre iyi niyetle hareket etmelerini dilerim.