1958 yılından jübilesini yaptığı 1971 yılına kadar kesintisiz bir şekilde Fenerbahçe formasını giyen, kulübümüzde ayrıca antrenörlük ve idarecilik yapan 1937 doğumlu emekli basketbolcumuz Güner Yalçıner, Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’ın sorularını cevapladı. (Transkripsiyon: Osman Talha Sümer)
• Güner Bey, öncelikle hoş geldiniz. Röportaj talebimizi kabul etmenizden dolayı Salon Tribünü ekibi adına sizlere teşekkür ederiz. 1937 yılında doğdunuz, basketbolunuzla dikkat çekerek 18 yaşında Genç Milli Takım’a seçildiniz. Çocukluk ve gençlik yıllarınızı, basketbola başlama sürecinizi bizlere anlatabilir misiniz?
Sizin de belirttiğiniz gibi, basketbola 1953 yılında Vefa kulübünde başladım. İlk yıl önce yıldız, sonra genç takımda oynadıktan sonra, hala genç takımda oynama hakkım varken A takıma geçtim. Orada dört yıl süreyle oynadım. Bu arada hem ben, hem de Vefa Basketbol Takımı önemli bir başarı sürecine girdi. Nitekim ben, 1955 yılında Genç Milli Takım’da oynadım, daha sonra Vefa takımındayken 1957 yılında A Milli Takım’a seçildim ve ilk defa Vefa’dayken milli oldum. Basketbol hayatım Vefa’da bu şekilde geçti.
Sonra, 1957 yılında Türkiye ikincisi olduğumuz süreçten sonra Fenerbahçe kulübünden bir transfer teklifi aldım. Bu teklifi bana o zamanki şube kaptanımız Sedat Bayır yaptı. Ben de bu teklifi büyük bir mutluluk ve onurla kabul ettim. Böylece Fenerbahçe’deki basketbol hayatım başladı. Fenerbahçe’deki basketbol hayatımın gelişimi şöyle oldu: 1958-1959 sezonunda ilk defa Fenerbahçe’de oynadım ve o yıl namağlup şekilde Türkiye şampiyonu olduk. Bundan sonra basketbolu bıraktığım 1971 yılına kadar, eğer bıraktığım yılı saymazsanız, 13 yıl aralıksız olarak Fenerbahçe takımında oynadım ve kaptanlık yaptım. Sonuçta gayet güzel bir jübile ile basketbol hayatıma veda ettim.
• 1958-1971 yılları arasında, 12 sezon boyunca kesintisiz formasını giydiğiniz Fenerbahçe’mizde Mehmet Baturalp, Tuncer Kobaner, Hüseyin Kozluca, Ferhan Baras gibi isimlerle beraber oynadınız. Beraber sahaya çıkmaktan en keyif aldığınız isim kimdi?
Bu sorunuzda, oynadığım bu 13 yıl içerisinde beraber oynadığım takım arkadaşlarım hakkında bir ayrım yapmak istemem. Hepsinin bende ayrı bir anısı ve değeri var. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki bu oynadığım uzun süre içerisinde daha çok beraber oynadığım, daha yakın arkadaşlık kurduğum örneğin Mehmet Baturalp, Tuncer Kobaner, Ömer Urkon, Hüseyin Kozluca gibi arkadaşlarımın bende ayrı bir yeri olduğunu söylemek isterim.

• Çubuklu forma altında oynadığınız en unutulmaz maç hangisidir?
Fenerbahçe’deki 13 yıllık basketbol hayatımda benim için iki önemli olay var: Birincisi Fenerbahçe’ye geçtiğim yılda namağlup olarak Türkiye birinciliği kazanmamız, ikincisi de benim basketbola veda ettiğim 1971 yılındaki jübile maçım. Çok önemli maçlar oynadık, büyük derbiler oynadık, fakat benim için en önemli olanları bu iki olay olarak söyleyebilirim.
• Kulübümüzde bulunduğunuz süre zarfında saha dışında yaşadığınız en ilginç, unutulmaz olayı anlatmanız mümkün müdür?
Bunu genel olarak şöyle söyleyebilirim, hepsi tabii bizim anılarımızda yer tutan olaylar. Basketbol dışında önemli olan şu var; bugünkü gibi takımlar arasında gerginlik veya renk gibi herhangi bir ayrım olmaksızın, tüm basketbol camiasında, her kulüpteki arkadaşlarımızla beraber gerek Milli Takım kamplarında, gerekse sosyal hayatımızda iyi ilişkiler içinde olmamız benim için önemli olaylardır.
• Fenerbahçe’de Samim Göreç, Önder Dai, Altan Dinçer gibi koçlarla beraber çalışma fırsatını da buldunuz. Antrenörlüğünüzü yapmış isimlere değinecek olsanız, neler söylersiniz?
Fenerbahçe kariyerimde birçok koç görev aldı ancak Samim Göreç uzun yıllar Fenerbahçe’de antrenörlük yaptı. Onun zaman zaman, altı ay veya bir yıl ara verdiği süreçlerde diğer antrenörlerle çalıştım. Bu süreç içerisinde esas olarak değerli ağabeyim Samim Göreç’in bende ayrı bir yeri vardır.
• Sarı lacivertli forma altında iki Türkiye Şampiyonası, bir Türkiye Kupası, dört İstanbul Ligi ve üç Federasyon Kupası zaferi yaşadınız. Sizin için en anlamlı olan başarı hangisiydi?
Şimdi, burada bahsettiğiniz şampiyonluklar içerisinde benim için en önemlisi, Fenerbahçe’ye ilk geldiğim yıl yaşadığımız şampiyonluk diyebilirim.

• 1967-68 sezonunda Fransız temsilcisi ASVEL ile oynadığımız Kupa Galipleri Kupası maçları, Fenerbahçe basketbol tarihinde önemli yer tutuyor. Deplasmanda oynadığımız maç sonrasında takımımızın onurlandırılması, güzel bir hatıra olarak karşımıza çıkıyor. O takımda bulunan bir sporcu olarak, Fransa seyahatine dair neler anlatırsınız?
ASVEL takımı, biz Türkiye’de şampiyon olduktan sonra Kupa Galipleri Kupası’nda kurada rakibimiz olarak çıktı. İlk maçı İstanbul’da oynadık ve gayet iyi bir oyunla ASVEL’i 14 sayı farkla yendik. Daha sonra rövanş maçını Lyon’da oynamak için Fransa’ya gittik. İlk maçı 14 sayı farkla kazanınca turu atlama konusunda bir hayli ümitliydik. Lyon’a gittiğimizde ASVEL yöneticilerinin gittiğimiz uçağın kapısının merdivenlerine kadar gelerek bizi karşılamaları ve bize gösterdikleri yakın ilgi, bizim için son derece önemliydi. Bu, basketbola ve Fenerbahçe’ye verdikleri değerin bir ölçüsüydü.
Orada maçımızı oynadık ve maalesef yanılmıyorsam -17 sayı farkla- kaybederek elendik. Fakat şunu söyleyebilirim, ASVEL’deki hem maç öncesi hem de maç sonrası bize verdikleri resepsiyonda bize son derece yakın ve sıcak bir ilgi gösterdiler. Bu, yurt dışında oynadığımız maçlardan en önemli hatıralardan biridir. O zaman da zaten takım kaptanıydım.
• 24 Şubat 1971 tarihinde düzenlenen jübile programı ile aktif sporculuk kariyerinizi noktaladınız. Jübilenizi yaparken neler hissetmiştiniz?
Basketbolu bıraktığım sezon bir jübile yapmayı düşünmüyordum doğrusu. Fakat bir gün kulüpteyken, o zaman Milliyet Gazetesi’nde spor müdürü olan ve spor gazeteciliğinin efsane isimlerinden Namık Sevik ağabeyimizle konuşuyorduk. Bana “Önümüzdeki yıl ne yapacağız kaptan, nasıl bir hazırlığınız var?” diye bir sual sordu. Ben de kendisine “Namık Ağabey, ben bu yıl basketbolu bırakıyorum, onun için yeni sezon için yapılan hazırlıklar konusunda size bilgi vermem mümkün değil” dedim. O da beni çok takdir eden ve seven bir değerli büyüğümüzdü. Bana bu basketbol hayatım süresince çevrede ve Fenerbahçe’de bıraktığım izler nedeniyle mutlak suretle bir jübile yapmam gerektiğini söyledi. Onun bu ısrarı ve desteği üzerine jübile yapmaya karar verdim.
Jübile yaparken de şöyle bir program hazırladık. Önce 24 Şubat gecesi, ligin kuvvetli takımlarından Beşiktaş ve Teknik Üniversite bir basketbol maçı oynayacaklardı. Ondan sonra da şöhretli futbolculardan oluşan bir kadroyla bir mini futbol maçı koyduk. Daha sonra Fenerbahçe ve Galatasaray’ın eski, yani emekli basketbolcularının bir maçı olacaktı. Son olarak da benim veda edeceğim Fenerbahçe-Galatasaray oynayacaktı. Bu aktivitelerde şöyle bir durum oldu; oynanacak mini futbol maçı için o zamanın çok ünlü futbolcularından Şeref Has, Selim Soydan, Ziya Şengül, Fuat Saner, Ercan Aktuna, Alpaslan gibi seçkin futbolcular, Galatasaray’dan Suat Mamat ağabeyim ve Beşiktaş’tan da Yusuf Tunaoğlu, Vedat Okyar, Zekeriya Alp ve Sabri Dino gibi ünlü futbolcular katıldılar. Herkesin gayet ilgisini çeken bir futbol maçı oynandı.
Bu arada benim genç milli takımdan da arkadaşım olan Can Bartu’ya “Basketbol mu, futbol mu oynayacaksın?” diye sorduğumda bana şöyle dedi: “Ben uzun yıllardır basketbol oynamadım, onun için basketbolun emekliler takımında oynayayım”. Bu mini futbol maçından sonra Fenerbahçe ve Galatasaray emeklilerinin oynadığı maçta çok önemli eski basketbolcular vardı. Bunlar Fenerbahçe’den Can Bartu, Batur, Yılmaz Gündüz, Altan Erdoğan gibi isimler, Galatasaray’dan da Ali Uras, Sadi Gülçelik, Tuğrul, Özer ve Yavuz gibi dönemin yıldızlarıydı. Son olarak da benim de oynadığım Fenerbahçe A takımı ile Galatasaray A takımı, bir basketbol maç yaptı. Jübile programım bu şekildeydi. Herkes çok büyük bir ilgiyle ve istekle benim veda geceme katıldı. Hepsine minnettarım, teşekkür ederim.
• Jübilenizin hemen sonrasında, bir sene boyunca Fenerbahçe’mizde antrenörlük yaptınız. 1973-75 ve dönemin başkanı Ali Şen’in basketbola ağırlık verdiği 1981-83 yıllarında ise şube kaptanlığını üstlendiniz. O dönemde hangi transferleri yaptınız? Antrenörlük ve idarecilik hayatınız nasıl geçti?
Basketbolu bıraktıktan sonra hayatımı düzenleme bakımından ben iş hayatını tercih ettim. Fakat bu arada basketbol ile de ilgileniyordum. Belirttiğiniz gibi, 1973 yılında Emin Cankurtaran ağabeyimiz beni basketbol şubesinde görevlendirdi. Tabii onun bu teklifini reddedemezdim. Takımın da bazı sıkıntıları vardı o aşamada. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek de kuvvetli olmayan bir kadroyu aldık ve ligde tutunabilme çabasındaydık o dönemde. O sırada ben de Amerika’dan geçici olarak bir basketbolcu getirttim ve böylece bu süreci kazasız belasız atlattık. Basketbol şubesi kaptanlığım böyle bir çalışma ile geçti.
Ondan sonra tabii benim iş hayatımda belli gelişmeler vardı, belli bir kariyerim vardı, o bakımdan teknik olarak basketbol ile ilgilenme durumum pek olmadı. Fakat yıllar geçtikten sonra bir gün yine böyle sıkıntılı bir dönemde, o zamanki kulüp başkanımız Ali Şen beni arayarak “Güner, gel şu takımımızı bir toparlayalım, yeni oyuncular transfer edelim de ligde de adımız sözümüz geçsin” diye bir teklifte bulundu. Ben de yine her zaman sevdiğim ve saydığım değerli büyüğüm Ali Şen’in bu teklifi üzerine basketbol kaptanlığını aldım. O zaman takım hakikaten çok zayıf durumdaydı, belli bir atak yapmamız lazımdı. Bunun için takımı etrafında toplayacak lider bir oyuncuya ihtiyacımız vardı. Ben o zaman basketbol takımları arasında en belirgin bir şekilde başarılı olan Efe Aydan’ı alarak onun etrafında bir takım oluşturmayı düşündüm. Efe Aydan’a teklifte bulundum. Efe Aydan bana dedi ki, “Abi, ben Eczacıbaşı ile anlaştım. Zaten kısa süreli askerliğe gidiyorum, askerlik sürem Ekim’de bitiyor, sezonun da zaten bir kısmında takımda oynayamayacağım”. Fakat ben ona ısrarla dedim ki, “Gel, iyi bir takım kuralım. Senin etrafına da gelişim gösteren başarılı basketbolcuları toplayalım ve bir takım yapalım. Senin Ekim ayında takıma katılmanla da daha iyi duruma geliriz”. Ali Şen’in Harbiye’deki ofisinde buluştuk ve Efe Aydan’ın transferini gerçekleştirdik.
Fakat tek başına bir olay olmayacağı çok doğal. Onun etrafına Hakan Artış, Ali Limoncuoğlu ve Fatih Özal gibi o zamanın başarılı oyuncularını transfer ettik. Ayrıca Amerika’dan Calvin Roberts’ı transfer ettik. Calvin hem çok iyi bir basketbolcu, hem de çok efendi bir çocuktu. Bir sporcuda bulunması gereken bütün nitelikleri içeren bir çocuktu. Efe askere gitti, biz de Calvin ve etrafındaki sporcularla maçları oynamaya başladık. İlk play-off grubuna kadarki kısımda takım büyük bir başarı göstererek namağlup bir şekilde play-off’a kaldık. Sonra play-off’ta, Bursa’da Efe’nin oyundan atılması ve birkaç sakatlık nedeniyle maalesef Eczacıbaşı’na yenilerek ikinci olduk. Ancak bu yaptığımız takım Türk basketbol camiasında büyük ses getirdi. Maçlar hınca hınç dolu salonlarda oynandı, hatta büyük derbi maçlar dışındaki maçlarda bile Spor ve Sergi Sarayı ağzına kadar doluydu. Takıma büyük bir ilgi vardı. Onun için bu ikinci defa yaptığım şube kaptanlığı görevimde başarılı bir süreç geçirdiğime inanıyorum.

• Galatasaray ile oynanan derbi maçlarının önemine dair eski bir sporcu, antrenör ve idareci olarak neler söylemek istersiniz?
Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki ilişkileri şöyle değerlendirebilirim: Karşı takıma veyahut diğer takımlar arasında seçim yapma bakımından söylemiyorum, fakat Türk spor kamuoyunun bildiği üzere Fenerbahçe ve Galatasaray arasında bütün spor branşlarındaki rekabet ve çekişme son derece büyük bir önem taşımaktadır. Ben basketbolu bıraktığım zaman, Fenerbahçe ve Galatasaray arasında oynanan maçlarda Türkiye’de en fazla oynayan oyuncu bendim. Basketbolu bıraktığım zamana kadar 48 defa Fenerbahçe – Galatasaray maçı oynamışım. Bu çok önemli, çünkü şunu söylemek isterim: Nasıl bir sporcunun hayatında milli olmak önemli bir şey ise, o zamanlar Fenerbahçe – Galatasaray maçı oynamak da ayrı bir önem taşıyordu. Bu yaşadığımız süreç içerisinde, saha içindeki ezeli rekabetin dışında saha dışında hakikaten büyük dosttuk. Bütün sporcular ve idareciler birbirine karşı son derece saygılı, gerginlik yaratmayan ancak sahada rekabeti öngören bir düşünce yapısında hareket ederlerdi.
Hatta şunu söyleyebilirim: Kulüp başkanlarımız basketbol maçlarına geldiklerinde, maçtan önce oyunculara başarılar dilemek üzere soyunma odalarına inerlerdi. O zaman Spor ve Sergi Sarayı’nda her takım, aynı koridor üzerindeki odaları kullanırdı. Rakip başkanlar, kendi takımına başarılar diledikten sonra bizim kapımızı aralayıp kafalarını uzatarak bize de başarılar dilerlerdi. Yani bu, ilişkilerin ne kadar sağlıklı, ne kadar centilmence, ne kadar rekabeti gerginliğe dönüştürmeyen bir davranış biçimi olduğunun göstergesidir. Galatasaray en büyük rakibimizdi, fakat en büyük dostumuzdu da. Biz böyle bir ortamda spor yaptık.
Fakat geldiğimiz dönemde şunu görüyorum ki, artık Türkiye’de pek çok konuda olduğu gibi toplumda bir ayrışma, bir gerginlik, rekabeti çok uç noktalara çeken, hatta çirkinleştiren de bir sürece girdik. Maalesef bu gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Şimdi biliyorsunuz, futbol maçlarına belli bir kontenjan veriyorlar. 40 veya 60 binlik stada 2 bin Fenerbahçe, 2 bin Galatasaray taraftarı alıyorlar. Bu, olayın hangi boyutlara geldiğinin büyük bir ölçütü. Bizim zamanımızda futbol ve basketbol maçlarında İnönü Stadı ve Sergi Sarayı, hınca hınç dolu olurdu. Seyirciler yan yana oturur, birbirlerine tezahürat yaparlardı. Bugün maalesef bu noktalardan çok uzaktayız.
• Döneminizde maçların oynandığı Spor ve Sergi Sarayı’nı kime sorsak, çok özel cevaplar alıyoruz. Türk basketbolunun mabedi olan Spor Sergi, sizin için neler ifade ediyordu?
Tabii, bu sizin sorduğunuz sualin içinde bunun cevabı var. Spor ve Sergi Sarayı bizler için bir basketbol mabediydi ve oranın kendine özgü bir atmosferi vardı. Orada bütün takımların taraftarlarının oturduğu bölgeler belliydi. Orası bir “moda şovu” gibiydi. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, o zamanlar basketbol maçlarına gelen seyircilerde kadınların ve erkeklerin sayısı aşağı yukarı yarı yarıyaydı. Hepsi son derece şık kıyafetlerle maçlara gelirler, maçtan sonra da hafta sonu yemeklerine çıkarlardı. Yani neredeyse şu ifadeyi kullanabilirim, Spor ve Sergi Sarayı parfüm kokardı. Tabii bunu biraz abartarak söyledim ancak şu bakımdan söyledim: Basketbol ailesinin ne kadar elit bir tabaka olduğunu, basketbolu seven camianın ne kadar çeşitlilik gösterdiğini anlatmak için söyledim.

• Fenerbahçe’miz, son yıllarda basketbolda büyük bir atağa geçti ve bunun meyvesini 2017’deki EuroLeague şampiyonluğu ile aldı. Bu başarılı dönemi ve takip etme fırsatı bulabiliyorsanız, takımın son durumunu nasıl görüyorsunuz?
Basketbol takımımızın maçlarını ilgiyle izliyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi, Željko Obradović’in gelişiyle birlikte, dört yıllık bir süreçten sonra basketbol takımımız 2017 yılında EuroLeague şampiyonu oldu. Bu şampiyonluğa gelirken o zamanki başkan Aziz Yıldırım ve yöneticiler, iyi bir basketbol takımı kurma kararı aldılar ve bunun için de Avrupa’nın en seçkin antrenörlerinden biri olan ve iyi bir kariyere sahip olan Obradović’i antrenörlüğe getirdiler. Ona iyi bir bütçe verildi, 30 milyon Euro civarlarında. Bu sağlanan imkanlarla Obradović gayet isabetli transferler yaparak iyi bir kadro kurdu. Hatta 2017 yılında şampiyon olan kadroya bakarsak, EuroLeague’de şampiyonluğa oynayabilecek iki tane beş çıkarabilecek güçteydi. Dolayısıyla bu, Fenerbahçe’nin ve Türk basketbolunun gayet onur duyduğu bir sonuçtu ve şampiyon olundu.
Şimdi bu şampiyonluğu değerlendirirken Obradović’in kariyeri, karizması ve değeri bir yana, kulübümüzün ona sağladığı olanaklardan da bahsetmek lazım. Çünkü bu olanaklar sağlanmasaydı bu başarı elde edilemezdi. Obradović’in büyük katkılarıyla sağlanan bu başarıda kulübümüz şöyle bir ortam sağladı: Bir defa Obradović, arkasında Türkiye’nin ve Avrupa’nın en büyük takımlarından biri olan Fenerbahçe ve takımını çok seven, motive eden bir taraftarla oynadı. İkincisi, kendisine biraz evvel söylemiş olduğum gibi 30 milyon Euro bir bütçe sağlandı. Gerek Obradović, gerekse oyuncular, Avrupa’da alabileceklerinin üzerinde ücretlerle transfer oldular. Maaş ödemelerinde hiçbir şekilde aksamalar olmadı. Dolayısıyla böyle bir ortamda Obradović’ten bahsederken kulübümüzün ona sağladığı imkanları da göz ardı etmemek lazım. Bugüne gelecek olursak, takımın kötü geçen son sezonu, metal yorgunluğuna girmesi ve büyük düşüş göstermesiyle ve bazı oyuncuların ayrılmasıyla, artık pek bir başarı elde edilemeyeceği anlaşılınca, bana göre bir anlamda kaçış oldu.
Bunun üzerine yeni gelen antrenörümüz (Igor Kokoškov) bana göre gayet saygılı, ciddi ve NBA’de de görevlerde bulunmuş bir antrenör. Kendisinin ilk başlarda aldığı mağlubiyetlere bakmamak lazım. Yeni kurulan bu takımı, bir geçiş süreci olarak değerlendirmek lazım. Nitekim 17 maçın 15’ini kazanan bir takımımız var. Ama daha iyi olması ve liderlik konumuna gelebilmesi için bir iki rötuşun yapılması gerektiğini düşünüyorum. Amerika’dan gelen Kyle O’Quinn’in buralara alışamadığı için istenilen verimi pek verdiğini söyleyemem. Onun için birkaç hamle ile, takımın daha düşük bütçeyle de olsa önemli yerlere geleceğini söyleyebilirim.
• Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?
Önce şunu söyleyeyim: Ben 18 yıllık basketbol hayatımı 24 Şubat 1971’de noktaladım. Bu süreç içerisinde bütün basketbolseverler, Fenerbahçeliler, hakemler, spor basını ve basketbol camiasını kapsayan bütün çevrelerce büyük bir ilgi gördüm. Nitekim bu bana gösterilen büyük ilgi ve sevgiyi jübile maçında yaşadım. Jübile maçımın, bana gösterilen sıcaklığın ve ilginin ölçüsü olduğunu da söyleyebilirim. Onun için spor hayatımı böyle bir jübile ile kapatmış olmak büyük önem taşıyor. O bakımdan bütün Fenerbahçelilere, basketbolseverlere ve basketbol camiasının içerisinde bulunan herkese, kulüp başkanlarımıza, yöneticilerimize, arkadaşlarıma minnettarım. Şükranlarımı sunuyorum. Sizlere de bu röportaj teklifinizden dolayı teşekkür ediyorum, başarılar diliyorum.