Serdar Susmuş: “Son Top Girmediğinde Sahanın Ortasında Dondum”

Fenerbahçe’mizin Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı müzesine götürdüğü 1989-90 sezonunda çubuklu formayı giyen Serdar Susmuş, kulübümüzde geçirdiği günleri ve Galatasaray maçlarındaki motivasyonunu Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’a anlattı.

Kıymetli Serdar Ağabey, merhabalar, ilk olarak hoşgeldiniz. Bizleri kırmadığınız için Salon Tribünü ekibi adına sizlere teşekkürlerimizi sunarız. 1967 doğumlu bir basketbolcu olarak, Eczacıbaşı’nın altyapısında yetiştiniz. Basketbola kaç yaşında başladınız, bu süreci anlatabilir misiniz?

Merhabalar, çok teşekkür ederim, 30 sene sonra hatırlanmak çok güzel. Basketbola başlamam enteresan bir hikayedir. Ben mahallede futbol oynamayı çok seviyordum. İki buçuk yaşından beri Fenerbahçe maçlarına babam ile giden bir taraftar olarak, tabii ki Fenerbahçe’de futbol oynamak istedim. Fenerbahçe’ye, Dereağzı’na gittik, fakat o zaman 11 yaş için futbol okulları yoktu, basketbol ve atletizme yönlendirdiler. Yaklaşık bir buçuk iki ay civarı süreyle, 11 yaşımda Nişantaşı’ndan tek başıma Dereağzı’na gidip geldim. 75 kişi arasından atletizm takımına seçildim. Basketbol seçmelerinde beni seçmediler. Mahallede oynarken karşı komşuma gelen Eczacıbaşı’nın kaptanı sevgili Orhan Tuncer ağabeyim, “Bu çocuğun fiziği iyi, gelsin Eczacıbaşı’na” diye haber yolluyor, ben Eczacıbaşı’na gidiyorum, bir hafta sonra seçmeler oluyor, seçiliyorum, hikaye öyle başlıyor.

Ondan sonraki süreç, yani altyapı, çok zorlu bir süreçtir. Çoğu insan, çoğu genç arkadaş takıma giremediği zaman veya bir başarısızlık yaşadığında hemen bırakma yoluna gider. Biz minik takım süreci geçirdik, hatta Orhun Ene ile beraberdik. O süreçte biz üçüncü beşte oynuyorduk. İstanbul üçüncüsü olduk, ertesi sene Küçük B Takımı’ndaydık. Maçlara katılamadık, ondan sonraki Küçük A Takım sürecinde Ortaköy ve Eczacıbaşı diye iki takıma ayrıldık. Ben Eczacıbaşı takımında kaldım, Orhun ise Ortaköy’e gitmişti. Konya’da, küçük takım şampiyonasında üçüncü olduk. “O olaylı şampiyona” diyeyim ona. O şampiyonadan sonra birçok arkadaş ayrıldı, ben de ayrılacağımı zannediyordum, gitmedim. Zaten sonra kulüpten aradılar.

Sevgili Serdoğan Ersözlü’nün bende çok önemli bir yeri vardır. O bir dönüm noktasıdır, beni aldı ve bir yaş büyüklerin arasına koydu. Ben oynayabileceğini tahmin etmiyordum ama o, üstümde çok durdu. Benim görüşümün aksine, o sene ilk beşte oynamaya başladım ve bir dönüm noktası oldu. Sonra Serdoğan Ağabey gitti ve yerine Halil Üner geldi. Halil Üner de altyapıda bize çok şey kattı. O takımın skorer isimlerinden biri oldum. İyi bir takımımız vardı, yani Fenerbahçeliler sevmez ama Ergin Ataman, Ömer Büyükaycan… A Takım’a yükselmiş sporculardan bahsediyorum. Yıldız takım senesi bittikten sonra ise genç takım senesi başladı.

Üç jenerasyon boyunca genç takımlarda oynadım: 65’lilerle, 66’lılarla ve 67’liler ile. Altyapılarda hiç şampiyonluk elde edemedik, hep Türkiye ikincisi olduk. Hatta 1966 doğumluların Türkiye şampiyonası Ankara’daydı ve Karşıyaka ile final oynadık. O takımın ilk 5’i zaten A Takım’a çıktı. O senenin sonunda, Genç Milli Takım’da 1985-86 sezonuydu, Balkan Şampiyonu olduk. Sevgili Aydın Örs Ağabey ve Halil Üner’in koçluğundaydık, çok gurur verici bir olaydı. Ondan sonra Genç Takım senemiz bitmiş oldu ve A Takım maceramız başladı.

Serdar Susmuş’un Eczacıbaşı döneminden bir oyuncu kartı. (Kaynak: Pera Mezat)

1986 yılında, Türk basketbolunun unutulmaz ismi Aydın Örs yönetiminde, tarihinde üçüncü kez Balkan şampiyonu olan Genç Milli Basketbol Takımı’nın kadrosunda yer aldınız. 1988 yılında ise, Fenerbahçe’nin unutulmaz ismi Larry Richard’ın kadrosunda yer aldığı Eczacıbaşı ile Türkiye Ligi ve Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonu oldunuz. Bu senelere dair neler söylemek istersiniz?

Eczacıbaşı’nda A Takım’a çıktığımız zaman çok sevdiğimiz rahmetli Batur Ağabey’imiz (Mehmet Baturalp) beni düşünmüyordu. Ben onuncu adam olarak, ilk dört maçta hep sonradan oyuna girdim. Bir Galatasaray ve bir Efes maçı vardır, son beş dakikada oyuna girmiştim ve 15-20 sayı gerideydik. Benim için Galatasaray maçları çok önemli olmuştur, hep çok iyi oynamışımdır. Bu maçlarda oyuna sonradan girip, çok iyi oynayıp sayı farklarını üçlere, beşlere indirince beşinci maçtan sonra sevgili Melih Erçin ağabeyin olduğu Eczacıbaşı takımında ilk beşte oynamaya başladım.

O sene play-off’lara kaldık, Efes Pilsen ile eşleştik. Seri 1-1’di, son maçta uzatmada bir sayı ile yenilerek elendik. O takımın tecrübelilerinden Melih Kaptan basketbolu bıraktı, Engin Bayav Paşabahçe’ye gitti. Çok değerli bir Amerikalımız vardı, Orlando Phillips, o ayrıldı. 20 yaşında olduğum 1987 senesinde, tamamen küme düşmeye aday bir takım olarak 1987-88 sezonuna başladık. Bir ABD’li geldi, bizden iki yaş büyüktü, 22 yaşındaydı, Larry Richard. Ben hayatımda bu kadar mütevazi, her türlü şakayı kaldıran, çok çalışkan bir yabancı oyuncu görmedim. Hatta yabancıyı bırakalım, yerli veya yabancı, o kadar iş ahlakı olan bir insan görmemiştim. Gerçekten hemen bağrımıza bastık.

O sene ligin normal sezonunu altıncı bitirdik, basketbol otoriteleri “Galibiyet alamazlar” diyordu. Herkesi bir kere yendik, sonra play-off’ta Tofaş ile eşleştik, Tofaş’ı eledik, arkasından yarı finale çıktık. Yarı finalde sanırım Efes Pilsen ile eşleştik ve onları eledik. Finalde Çukurova geldi. Çukurova da Fenerbahçe’yi son saniyede, Larry Spriggs’in orta sahadan attığı üçlükle elemişti. Çukurova’yı da 3-1 ile geçip o sene bir mucize yarattık. Yani Türkiye Ligi’nde şu ana kadar böyle bir şey olmamıştı. Bir anda bütün gözler üzerimize çevrildi. Fenerbahçe o sene rüya takımdı, Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda karşılaştık. Erman Ağabey (Erman Kunter) vardı, Fenerbahçe’nin çok değerli bir kadrosu vardı. Pete Williams oradaydı. Pete, aynı zamanda Larry’nin çok iyi arkadaşıdır. Hatta biz akşamları birlikte dolaşırdık. Fenerbahçe’yi de o maçta yenip Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı alınca basketbol camiasının bize olan bakış açısı bir anda değişti. Ertesi sene de bu başarıyı sadece ligde iki mağlubiyet alarak tekrarladık. Ve Eczacıbaşı dönemi, benim için bir seneliğine kapandı.

Eczacıbaşı Erkek Basketbol Takımı. (Kaynak: “Süper Basket” Dergisi, ayaktakileroturanlar.com)

1989 yazında, kazandığınız yeni bir lig şampiyonluğunun ardından, Larry Richard ile beraber Fenerbahçe’ye transfer oldunuz. Kulübümüz, o sıralarda başantrenör bunalımı yaşıyordu, uzun anlaşmazlıkların sonucunda Çetin Yılmaz, yardımcı antrenörlükten başantrenörlüğe gelmişti. Sarı-lacivertli renklere geçişiniz nasıl gerçekleşti?

Fenerbahçe’ye transfer olmam… Fenerbahçe’den teklif geldiğinde… Ya, zaten benim hayalimdi. Ben halen bile her hafta futbol maçlarına giden biriyim. Rahmetli ve çok sevgili Batur Ağabey’imiz de Fenerbahçeliydi. Mesela ben Eczacıbaşı’ndayken play-off maçı oynayacağız, antrenmana giderdim. “Sen niye antrenmana geldin?” derdi. “Ağabey maç var” dedim. Kendisi de “Olmaz oğlum, Fenerbahçe’nin maçı var, sen şimdi gitmezsen yarın oynayamazsın, on tane depar at, yürü git Kadıköy’e” derdi. Ben on tane deparımı atıp Kadıköy’e, Fenerbahçe maçına giderdim. Sağ olsun, yani o anlamda hiçbir sıkıntı olmadı, Fenerbahçe ile ilgili olan her şeye izin verdi.

Fenerbahçe’den de teklif geldiğinde tabii çok mutlu oldum, zaten öyle bir şey de bekleniyordu. Eczacıbaşı takımından Orhun Ene Paşabahçe’ye, Tamer Oyguç Efes Pilsen’e, Yusuf Erboy ise Galatasaray’a gitti. Larry ile ben de Fenerbahçe’ye geldik. O zamanın başkanı Tahsin Kaya ile anlaştık.

Bu transfer konuşmasını yaparken, Tahsin Kaya ve rahmetli sevgili Doğan Hakyemez ile pazarlık yapıyoruz. Çok enteresan bir şey, tabii biz hiç iş adamı değiliz, sporcuyuz ve Fenerbahçeliyiz. Ama çok hayal kırıklığı niteliğinde bir rakam teklif edildi. Doğan Ağabey beni dışarı çıkarttı, “Bak, ‘Galatasaray şunu teklif ediyor’ de. ‘Ben Fenerbahçeliyim ama bu kadar fark varsa ben de geleceğimi düşünmek zorundayım’ diye söylersin” dedi. İçeriye girdim, Doğan Ağabey’in söylediklerini söyledim, hemen istediğimiz rakamda anlaşma sağlandı. Tabii çok komik bir rakam aslında, orada Fenerbahçe’ye imza atmış oldum.

Antrenörümüz Yugoslav Rusmir Halilović olacaktı fakat Halilović ile bir türlü görüşemedik. Olmadı, bir süre antrenörsüz kaldık. Sevgili Erdim Öztokat ağabey bizi bir süre çalıştırdı. Derken Çetin Yılmaz ile anlaşıldı ve Çetin Ağabey başımıza geçti. Çetin Ağabey’in gelişi sonrası bir Avrupa kupası maçımız vardı, Bosna-Hersek’e gittik, KK Bosna takımı bize geldi. Burada yendik, orada yenildik ve elendik, ondan sonra Türkiye Ligi başladı.

Benim için enteresan bir dönemdi, yani şöyle enteresan: 11 yaşından 22 yaşına kadar, 11 senelik Eczacıbaşı maceramda aşağı yukarı birlikte yetiştiğimiz arkadaşlarımla oynadım. Şimdi Fenerbahçe’ye geldiğimde her şey değişti, muhabbet değişti, herkes 30 yaş ve üstü, bana en yakın Ömer Lakay var. Çoğu arkadaşım evli, çocuğu var, sohbetler değişik, muhabbetler değişik. Ben o sırada Nişantaşı’nda oturuyorum, okulum İstanbul Üniversitesi ise Beyazıt’ta, antremanlar ise Dereağzı’nda. İstanbul’da öyle mekik dokuyorum. Sabah Nişantaşı ve Dereağzı, sonra Dereağzı’ndan Beyazıt, Beyazıt’tan akşam idmanı için tekrar Dereağzı ve sonra eve dönüyordum. Enteresan bir süreçti, yani takımda en iyi anlaştığım kişi, Larry’i başka bir yere koyuyorum, Türk oyuncu olarak Fatih Özal’dı. Fatih Ağabey ile çok zaman geçirdik, onun dışında oda arkadaşım Mustafa Battalgazi’ydi, onunla kaldık.

16 Eylül 1989, Karşıyaka Turnuvası şampiyonu Fenerbahçe. (Kaynak: twitter.com/FBTarihiOrg)

1989-90 sezonunda Fenerbahçe, giderek yükselen formuyla ligi lider bitirmesinin ardından, play-off’lar için verilen beş haftalık arada formdan düştü ve yarı finalde Paşabahçe’ye elenmişti. İkinci maçın sonunda hakem Ersin Şener’in yönetimini protesto eden taraftarlar, sahaya inmişti. Sezon ve yarı final serisi, siz ve takım için nasıl geçmişti?

O seneler o sene öyle bir seneydi ki, kadroya göre çok başarılı bir sene geçirdik aslında, ligi birinci bitirdik, Galatasaray’ı iki kere yendik, hem içeride, hem dışarıda. Galatasaray o senenin açık ara favorisiydi, çok zengin bir kadroya sahiplerdi. Biz daha yaşlı bir kadroyduk, Aliço (Ali Limoncuoğlu) olsun, Necdet Ağabey (Necdet Ronabar) olsun, pozisyonlarında alternatifi az olan kişilerdi. Hem de yaş itibarı ile de handikaplı bir kadroyduk. Can Ağabey (Can Sonat) o sene çok iyi oynadı.

Evet, bir aradan sonra, ara döneminde bizim fazla maç yapamamamızın etkili olduğunu söyleyebilirim. Paşabahçe’yi ligde iki kere yenmiştik. Ama tabi Spor Sergi ve Abdi İpekçi farkı, o sene özellikle benim açımdan çok önemliydi. Yani Spor Sergi’de on altı sayı ortalama ile oynarken, Abdi İpekçi’de Galatasaray maçı haricinde ikilerde, dörtlerde kaldım. Bir Galatasaray maçında yine her zaman olduğu gibi iyi oynamıştım, onun dışında o Paşabahçe maçı çok tatsızdı. İki maçta da hakemler canımızı okudular ve ikinci Paşabahçe maçı, özellikle benim hem Fenerbahçe kariyerim, hem de basketbol kariyerim açısından maalesef negatif bir dönüm noktası oldu.

İki sayı gerideyken son topu kullandım, girmedi ve maçı kaybettik. O sırada Abdi İpekçi tıklım tıklım, 15 bin kişi var. O anda benim için hayat bitti. Sahaya onlar yağıyor, bunlar yağıyor, insanlar giriyor falan… Ben durdum, yarım saat çıkamadım salondan. Dondum yani. Hiçbir şey yok, ne bir ses duyuyorum, yani hiçbir tepkim yok. Dondum! Herkes içeri girdi, kaçtı daha doğrusu. Herhalde birileri beni yarım saat sonra fark edip aldı ve içeriye götürdü.

O Cumhurbaşkanlığı Kupası maçına kadar olan süre içinde evden çıkmadım, gerçekten antrenmanlara bile gitmedim. Çünkü Eczacıbaşı’nda oynarken bir taraftar kitlesi yoktu, vardı ama yani sadece alkışlayan bir kitleydi. Ama Fenerbahçe taraftarı, her zaman tepkili bir taraftar. Bir de ben bu kadar Fenerbahçeliyken, işin enteresan yanı, hayatımda sokamadığım tek son top. Yani çok hüzünlü bitti benim için. Ondan sonraki maçlar, Efes Pilsen ve Galatasaray’dı. Efes Pilsen maçını hiç hatırlamıyorum, gerçekten hiç hatırlamıyorum. Hatta geçen Can Ağabey’i aradım, “Biz o günlerde Efes Pilsen’le böyle bir maç yaptık mı” diye. “Oynadık oynadık” dedi.

1989-90 sezonunda Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı. (Kaynak: twitter.com/FBTarihiOrg)

Ligdeki hayal kırıklığının ardından, 24 Mayıs’ta TBF Başkanı Osman Solakoğlu’nun “Fenerbahçe’ye iki günde iki maç oynatmam” tavrına rağmen son anda oynanan ve takımın hazırlanamadan çıktığı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Kupası finalinde, Efes Pilsen’e 81-87’lik skorla kaybetmiştik. 26 Mayıs’ta ise Kareem Abdul-Jabbar’ın da izlediği Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde Galatasaray’ı 95-86 mağlup ederek kupanın sahibi olmuştuk. Bu iki maça dair aklınızda kalanlar nelerdir?

Ankara’daki Galatasaray maçı bizim için prestij olarak çok önemliydi. Çünkü ligde iki kere yendiğimiz ve haksız yere kötü yönetimden dolayı iki maçta da kötü yönetimden dolayı da elendiğimiz Paşabahçe’yi geçseydik, zaten psikolojik üstünlüğümüz olan Galatasaray’ı üç maçta da yenip şampiyon olabilecek bir yapıdaydık. Çünkü bizim takım onlara ters geliyordu, dolayısıyla bize önlem alamıyorlardı, yağmur gibi atış yapıyorduk, onlar daha çok set oyunu oynayan bir takımdı.

Galatasaray maçına çıktık, yani şöyle söyleyeyim, ben dediğim gibi idmansız gittim. Paşabahçe maçından çok etkilendim. 30’lu yaşlarımda olsam belki geçip giderdi ama o bende biraz zor geçti. Neyse, maça çıktık, ben de fazla süre alamadım. O maçta kenardan bir tane top geldi, Galatasaray benchinin önündeydim, bir iki küfür ettiler, atıp sokunca döndüm ve “Size girsin” diye, öyle bir hareket yaptım. Sonra olay çıktı, bench ayağa kalktı, bilmem ne, sahaya girdiler, bir şeyler oldu falan… Neyse, sonuçta yendik ve üçüncü kez kupayı aldık. Bütün o kötü enerji, o şekilde dışarıya çıkmış oldu. Hepimiz çok mutluyduk, rahattık, en azından hak ettiğimiz sezonun ödülünü teselli de olsa alabilmiş olduk. Sonra bunlarla yine aynı uçaktaydık, üstüme yürüdüler, orada da bir tartışma çıktı.

Kaynak: fenerbahcetarihi.org

1990 yazında Fenerbahçe’den Eczacıbaşı’na geri döndünüz. Sizi Fenerbahçe’den ayrılmaya ve eski kulübünüze geri dönmeye iten sebepler nelerdi?

Fenerbahçe, o sene bittikten sonra 1991’de şampiyon olan kadroyu kurdu. Hüsnü Çakırgil geldi, Levent Topsakal geldi, Fatih Özal gitti. Bana da Eczacıbaşı Kulübü’nden bir teklif geldi. Önce beni düşünmüyorlardı, sonra Doğan Ağabey aradı, işte “Fatih de gidince biz seni böyle yapıyorduk, şöyle düşünüyorduk” falan. Açıkçası Doğan Ağabey Galatasaraylı, Çetin Yılmaz Beşiktaşlı, memnun değildim yani. Beni hem yanlış anladılar, hem idare edemediler, ben de Eczacıbaşı’na geri döndüm.

Çubuklu forma altında oynadığınız en özel maç ve kulüpte, saha dışında yaşadığınız en unutulmaz, ilginç olay neydi?

Fenerbahçe’de oynadığım en özel maçlar, Galatasaray maçlarıdır. Üç tane Galatasaray maçı var, üçünün de hikayeleri vardır. Abdi İpekçi’de oynadığımız Galatasaray maçında ikinci yarı kafa kafaya başlamıştı, sadece ikinci yarıda attığım 16 sayı ve aldığım ribaundlarla, bir anda olay başka bir hale geldi. Herhalde 12-13 sayı civarı bir farkla maçı kazandık. Zaten Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını anlattım, ilk maçı çok hatırlamıyorum ama ilk maç da ikincisine benzer bir karşılaşmaydı. Bir de tabii Paşabahçe maçı var.

Ek olarak Larry ile Eczacıbaşı’nda oynadığımız dönemde, Çukurova deplasmanında bir oyun vardı, ben üçlüğü atmıştım ve son saniyede kazanmıştık. O maçlar sanırım benim aklımda kalanlar.

Sizin döneminizde Türk basketbolunun mabedi, Spor ve Sergi Sarayı’ydı. Spor Sergi’nin sizin için anlamı nedir? Oradaki atmosfere, geleneğe ve Fenerbahçe taraftarının size olan desteğine dair aklınızda neler kaldı?

1989-90 senesinde maçlar Spor ve Sergi Sarayı ve Abdi İpekçi’de oynanıyordu, benim şanssızlığım diyeyim, ev sahibi olduğumuz maçlar Abdi İpekçi’deydi, deplasman maçları ise Spor ve Sergi Sarayı’ndaydı. Abdi İpekçi çok derinliği olan, ilk defa oynadığımız bir salon olduğu için adaptasyon biraz zor oldu, en azından benim için zor oldu. Ama Spor Sergi’ye çıktığım zaman, iki Paşabahçe maçında da muazzam oynadım. Spor Sergi, her zaman çok özel olmuştur. Bence orası basketbola kapatılınca Türk basketbolunun da seyri değişti. Çünkü küçükken sabahtan gider, akşama kadar orada maç seyrederdik. Salon buz gibi olurdu, idmana çıktığımızda eldivenler, şapkalar, bereler giyip montlarla idmana başlardık, ağzımızdan dumanlar çıkardı.

Tabii Spor Sergi, bizim dönemde oynayan herkes için çok özel bir salondu. Taraftar baskısı vardı, tribünler sahanın neredeyse içinde olduğu için tribün desteği inanılmazdı. Yani rakip olduğumuz zaman da öyleydi, ama şöyle söyleyeyim: Hani mesela oyuncuysan o baskı… Bilmiyorum. Mesela Eczacıbaşı’ndayken, Galatasaray maçlarında beş bin kişi ana avrat küfrederdi, attığım her sayıdan sonra tribüne yumruğu çakardım, yirminin altında da sayı atmazdım. Özellikle Galatasaray maçlarında baskı, beni ekstra motive ederdi. O yüzden oyuncular, lehte veya aleyhte olsun, o tribün baskısından bence olumsuz etkilenmiyorlar. Belki eli ayağına dolaşan genç oyuncular olabilir ama şunu itiraf edeyim size, kendi taraftarın daha tehlikeli.

Şöyle bir durum var: Kalkıyorsun, pozisyonu kaçırıyorsun, beş bin kişiden şöyle bir ses geliyor: “Aaaaaaaaaaa“. Tamam, kaçırın da, öyle bir ses… Ulan, ikinciyi, üçüncüyü atıyorsun, homurdanmalar başlayınca bu sefer performans olumsuz etkileniyor. Tabii ki taraftar çok heyecanlı, bir an önce her şeyin sayı olmasını bekliyor ama oradaki sporcular da insan. Girer, girmez, sonuçta her sporcunun günü vardır, ritmi vardır, mesela onlar herkesi çok olumlu etkilemiyordu. Beni aleyhte bağıran taraftarlar daha çok gaza getiriyordu, dolayısıyla oradaki tepkiler ve dozaj çok önemli.

Zaten bir basketbolcu ya da bir futbolcunun, salon sporu yapan herhangi birinin aşağı yukarı kendi yüzdeleri vardır. Maçın içerisinde çok parladığı zamanlar olur, ertesi maç iyi oynayamayabilir ama hep desteklemek lazım, taraftarlığın olmazsa olmazıdır. Çünkü olumsuz bir durumda, zaten kimse kötü niyetli değil. Herkes kazanmak için orada oynuyor. Orada taraftarın kendi takımına her durumda destek vermesi gerekiyor, kaybetse de, kazansa da, kötü oynasa da… Çünkü hiç kimse kaybetmek istemiyor, emin olun, sporcu daha çok kazanmak istiyor.

Ben hem tribünün, hem de sahanın içinde olduğum için biliyorum. Futbol maçına gittiğim zaman adam kötü bir hareket yaptığı zaman kızamıyorum, onu bilerek yapmıyor. Sonuçta şunu yapmış olabilir: Ne bileyim, gece uyumamıştır, gece hayatı vardır, bilmem ne… Ondan dolayı dökülüyordur. Zaten sakatlıkların çoğu o yüzden oluyor, o yüzden kızabilirsin. Ama herhangi bir oyuncu sahanın içinde oynarken ona söylenen, ona yapılan her kötü söz benim içimi çok acıtıyor. Sporcu tarafından baktığın zaman zaten hepsi iyi oynamak istiyor, iyi oynadığı zaman kendisine başka bir şey daha kazandırıyor, kendi değeri artıyor, güveni artıyor. Ama tutup da, mesela bir futbol maçında kırk bin kişinin “Bilmem ne dışarı” diye bağırması adamı bitiriyor. Oradan toparlamak çok kolay değil. Bu, son sorunun cevabı gibi oldu, oraya bir anda gelmiş oldum. Ama bu konuda taraftarlar ne olur, kendi sporcularına kötü tezahürat yapmasınlar.

Serdar Susmuş, Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde 12 numaralı formasıyla. (Kaynak: fenerbahcetarihi.org)

Galatasaray ile sizin döneminizde oynanan derbi maçlarının, takım ve taraftar açısından önemi neydi?

Tabii özellikle Galatasaray maçlarında, maç haftasının başladığı günden itibaren olağanüstü hal ilan edilir. Başkan gelir, yönetim kurulu gelir, tatlılar gelir, toplantılar yapılır… Taraftarlar gelir, Haydi koçlarım” derler. Zaten oyuncu böyle bir şeyin farkındadır, ama tabii bu, ekstra motivasyona ve konsantrasyona neden olur. Herkes hayatına dikkat eder, daha hırslı çalışır, muhtemelen o tarafta da durum böyledir ama biz sanki daha fazla böyle bir şey oluyoruz, doluyoruz, birikiyoruz.

Mutlaka söylemişimdir, Can Ağabey (Can Sonat), hırslanmak için karşısına Galatasaray forması asardı. Benim böyle bir şeye ihtiyacım yoktu, ben zaten Galatasaray karşıtı bir insanım (gülüyor), her futbol maçı, her basketbol maçı, oynadığım her takımda Galatasaray maçları özeldi. Ama dediğim gibi, camiada olağanüstü hal ve seferberlik ilan edilirdi, eminim hala da öyledir. Şu anda Türk oyuncular azaldığından dolayı, bunları mutlaka yabancı oyunculara anlatıp empoze etmişlerdir diye düşünüyorum.

Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir?

Sanırım federasyonun yabancı kararlarından sonra, yabancı oyuncuların sınırsız olmasından sonra kaliteli oyuncular geldi, harcanan paralar arttı. Ama doğru antrenör seçimi ive istikrar önemli. Yani bir antrenörden bir senede mucize beklememek lazım, sistemi oturtmak için en az üç seneye ihtiyaç var. Burada ısrar edilince ve doğru kadrolar kurulunca başarı geldi, ama ben şöyle değerlendiriyorum: Türk oyuncuya artık yatırım yapılmıyor, çok büyük paralar harcanıyor. Burada yapılması gereken en önemli şey, birazcık vizyon sahibi olup, sporun içine artık bilim girdi, bilimden faydalanmak. Türkiye olarak biz bu konuda biraz geride kaldık.

Şöyle: Gen testi denilen bir şey var. Özellikle altyapı sporcularına bu gen testini yaparak o oyuncunun hangi branşa yetenekli olduğunu, hangi mevkide en iyi performansı sergileyebileceğini, sakatlık genlerini, kas durumunu, çabuk kaslara sahip olup olmadığını anlayabilirsiniz. İdmanların kişiye özel düzenlendiği ve performanslarının en üst düzeye çıkabileceği bir sistem var, tamamen bilimsel. Ancak ülkemiz nedense, bu konuya maalesef çok sıcak bakmıyor. Eğer bir yerde hayata geçecekse, umarım çok büyük paralar harcanmadan hayata geçer. Bunu yaparsak, 80 milyon nüfuslu bir ülkeden yabancı oyuncuya ihtiyaç olmadan bir EuroLeague şampiyonu çıkarsa, o zaman benim için çok değerli olacak. Ki bu, aşağı yukarı beş senelik bir program ile olabilir. Hem harcadığınız milyonlarca avro cebimizde kalacak, hem de siz çıkarttığınız sporcuları dışarıya satıp bundan para kazanacaksınız. Bu, aslında bütün kulüplerin mali yapıları için bulunmaz bir fırsat. Ama, işte kıyıları köşeleri kapan insanlar, hala eski yöntemlerle işlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla da tesadüfi başarılar hariç, çok üstün bir kadroya sahip değilseniz başarı gelmiyor.

Bizim Türk oyuncuların çoğu şu anda ikinci ligde, yani kalan 3-5 oyuncu gerçekten buralarda yer alabildi, biz bu dönemde oynasaydık, herhalde bu kadar yabancının arasında çok şansımızın olabileceğini düşünmüyorum.

Fenerbahçe taraftarlarına mesajımı vermiş olduğumu zannediyorum, aklımdaki en önemli şey buydu. Beni konuk ettiğiniz için teşekkür ederim. Umarım daha başarılı günlerde bir araya geliriz, size çalışmalarınızda başarılar dilerim, gerçekten çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Hoşça kalın.

Yorum bırakın