Ömer Onan: “Keşke Obradović ile 23 Yaşımda Tanışabilseydim”

RÖPORTAJI PODCAST OLARAK DİNLEMEK İÇİN: Spotify / YouTube

Fenerbahçe formasını giydiği dokuz senede taraftarın unutamayacağı isimler arasına giren, kulübümüzde kaptanlığa kadar yükselen ve daha sonra idarecilik yapan eski milli basketbolcumuz ve Türkiye Basketbol Federasyonu CEO’su Ömer Onan, Salon Tribünü ekibinden Erdi Tiran’ın oyunculuk yıllarına, milli takımdaki başarılarına, Željko Obradović ile ilişkilerine ve idarecilik yıllarına ilişkin sorularını yanıtladı.

Değerli Ömer Ağabey, öncelikle isteğimizi kabul ettiğiniz için Salon Tribünü ekibi adına size teşekkür ederiz. Gençlik yıllarını Abdi İpekçi, Sinan Erdem ve Ülker Sports Arena tribünlerinde geçirmiş insanlar olarak Fenerbahçe’mizin sizin gibi unutulmaz bir oyuncusuyla röportaj yapmak, bizi çok mutlu ediyor.

4 Şubat 1978 yılında Mersin’de dünyaya geldiniz. Çocukluk, gençlik yıllarınız ve basketbola başlama hikayenize dair neler anlatmak istersiniz?

Benim basketbola başlamamın en büyük sebeplerinden biri şu, o zaman Mersin’de Çukurova takımı vardı. Çok kuvvetli bir takımdı ve Birinci Lig’de oynuyordu. Onların maçlarına gide gele, oyuncuları göre göre bir hayranlık başladı. Futbol oynamayı çok seviyordum, o maçlardan sonra okul takımında basketbol oynamaya başladım. Basketbola başlama hikayem aslında böyledir. Futboldan basketbola döndüm, tabii burada o zaman şehirde bir Süper Lig takımının, Çukurova’nın olması büyük etkendi.

Bir röportajınızda bahsetmiştiniz, lise takımında oynarken Galatasaray’a 58 sayı atmıştınız. O maçı bize anlatabilir misiniz?

Transfer olmadan önce oynadığım finaller, Sivas’ta ortaokulların finali vardı. Ben oraya gittiğim zaman dedim, herhalde hayatım orada değişecek, çünkü o Türkiye Şampiyonası’na herkes geliyor. Bir sürü takımın temsilcileri olacak, seyredecek… Oraya çok konsantre bir şekilde gitmiştim. Galatasaray maçı bir anda başladı çok iyi durumdaydım. Galatasaray da o zaman bizim takımımızı, Toros Koleji’ni biraz küçümsemişti, işte otelde olsun… Oyuncular olarak o açıdan da, belki biraz daha da hırslandık ve ben o maçta 58 sayı attım. Çok iyi başladım, özgüvenim vardı, ondan sonra da bu maçta 58 sayı attım.

1995 yılında, 17 yaşından itibaren Efes Pilsen’de oynamaya başladınız. Sizi o dönem Efes’e götüren süreçten biraz bahseder misiniz?

İşte bu süreçte, Türkiye Ortaokullar Şampiyonası’nda en iyi forvet seçildim ve sayı kralı oldum. Galatasaray’a 58 sayı attığım turnuva. Ondan sonra Anadolu Efes kulübü beni transfer etti, Efes Pilsen’e 1993 senesinde geldim. 1995-1996 yılı gibi de A Takım ile sözleşme imzaladım. Tabii bunun sebebi de o turnuvada çok iyi oynamamdı.

Efes Pilsen, 2000-21 sezonu. Ömer Onan, alt sırada soldan ikinci. (Kaynak: ayaktakileroturanlar.com)

1995-2005 yılları arasında lacivert beyazlı formayı giydiniz ve bir Koraç Kupası, beş Türkiye Ligi şampiyonluğu yaşadınız. Bu başarılara dair neler söylersiniz?

Efes Pilsen o zaman bizim için hem bir takım, hem de bir okul gibiydi. Çünkü bir sürü çocuk başka şehirlerden geldi, bizim arkadaşlıklarımız kuvvetliydi. O zaman Mirsad Türkcan Bosna-Hersek’ten geldi, Hidayet Türkoğlu vardı, Hüseyin Beşok İzmir’den geldi, ben Mersin’den geldim, bir sürü çocuk başka şehirlerden geldi. Orada, Efes Pilsen’in verdiği imkanlarla hem basketbol oynuyorduk, hem de yaşamaya çalışıyorduk. Tabii ki bizim geldiğimiz zaman Efes Pilsen lige damga vuran bir takım konumundaydı, namağlup Türkiye şampiyonlukları vardı, Avrupa’da çok başarılılardı. O açıdan oraya layık olmak ve orada A Takım’a çıkabilmek için çok ciddi bir çalışma düzeni vardı. Ben de Efes Pilsen takımında 23 yaş gibi çok küçük bir yaşta kaptan oldum. Beş tane de Türkiye şampiyonluğu kazandım, o yüzden orada geçirdiğim günler de çok kıymetli, çok değerliydi.

Milli formayla 2001 yılında kazandığımız Avrupa ikinciliğini biraz anlatır mısınız? Sizce o başarı, ülke basketbolunda neyi değiştirdi?

2001’deki Avrupa ikinciliği, tabii o zaman takım sporlarında alınmış en iyi başarıydı. Basketbolda ilk defa bir Avrupa finalini görmüştük, orada ben çok gençtim, çok tecrübeli oyuncularımız vardı. Kendi evimizde, kendi seyircimizin önünde orayı, o anı, o heyecanı, o mutluluğu yaşamak çok özel ve güzeldi. Basketbol ondan sonra bir ivme kazandı, ilk ivmesini orada kazandı diyebiliriz.

Yugoslavya’ya karşı oynanan EuroBasket 2001 finalinde Ömer Onan, Hidayet Türkoğlu ve İbrahim Kutluay. (Fotoğraf: Andreas Rentz)

2004-2005 sezonunda Aydın Örs yönetimindeki Fenerbahçe’ye transfer oldunuz. Transfer süreci nasıl gerçekleşti?

O zaman Efes takımında Oktay Mahmuti vardı. Oktay Hoca ile çok süre alamadım, o da beni tercih etmiyordu. Kalabilirdim fakat bir iki sene boyunca oynamadım, çok oturdum. Zaten ben bir Fenerbahçeliyim, bunu da herkes biliyordu. Efes’te oynarken de biliniyordu. O zaman kulüp takımlarından ilk olarak Fenerbahçe yatırım yapmaya karar verdi ve Aydın Örs ile anlaşıldığı duyuruldu. Bu hamle, Aziz Yıldırım’ın kulüpleri de bu alanda yarışmacı yaptıran bir hamlesiydi, Aydın Örs gibi çok değerli hocayı da ikna ederek getirdi. O dönem Mahmut Ağabey (Mahmut Uslu) ve Aydın Ağabey, benimle bir görüşme yaptı. Ben de artık oynamak istiyordum. Fenerbahçe’nin hedeflerinin ilerde çok büyük olacağını Aziz Başkan da, Aydın Ağabey de anlatıyordu, ben de Fenerbahçe’ye transfer oldum.

Takımımız o sezonda önemli bir başarı yakaladı ve EuroCup Challenge’ta Final Four’a kadar yükseldi. Yarı finalde kaybettiğimiz Kiev maçında sizce neler yanlış gitti? Ayrıca yine o sezon Beşiktaş ile, aynı organizasyonda oynadığımız unutulmaz maça ve atmosfere dair neler hatırlıyorsunuz?

Tabii Kiev maçının üzerinden çok süre geçti ama kendi seyircimiz önünde kazanmamız gerekiyordu. Ama takım çok mütevazi bir bütçe ile kurulmuştu, o zaman yaptığımız iş, çok büyük bir başarıydı. Yani Aydın Örs’ün ekibi ve oyuncuların gösterdiği müthiş bir özveri vardı. Hatta Beşiktaş, o zaman kadro ve bütçe olarak bizden daha yüksek durumdaydı. Ama seyirci avantajı bizdeydi. İlk maçta Beşiktaş’ı yendik, seri üç maç üzerindendi. Tabii ki seyirciler yarı yarıya idi. Sonra Beşiktaş bizi kendi evinde yendi. Son maçta ise müthiş bir atmosfer vardı, iyi de oynayarak kazandık.

Gönül isterdi ki orada şampiyon olalım, Kiev’i yenelim ama bence daha iyi savunma yapabilirdik. Bir de seyirci çok büyük etken. Biraz da o seyirci stresini yaşayan oyuncularımız da oldu ama güzel bir turnuva geçti, bu kadar mütevazi kurulmuş bir takım olarak ilk senemizde ligde Ülker’i ve Efes’i zorladık, üzerine Avrupa’da da dördüncü olduk. Üçüncü kupada Final-Four’a kalmak önemliydi.

Fenerbahçe – Aris BC, 5 Mart 2008. (Fotoğraf: Vedat Danacı)

Birleşmenin ilk sezonunda, kulübümüzün yüzüncü yılında uzun yıllar sonra ilk TBL şampiyonluğumuzu yaşamıştık. Bu başarı, sizin için ne anlam ifade ediyor?

Bir kere benim hayatımdaki en önemli şampiyonluklardan biri, 2007 şampiyonluğudur. Çünkü biz o sene bütün camia olarak, başkanından taraftarına kadar şampiyonluğu çok yoğun şekilde hissettik. Üstümüzde öyle bir yük oldu ki, aslında yük güzel bir şey. Ben de bu camiadanım, ben de Fenerbahçe taraftarıyım, yüzüncü sene herkes fedakarlık yaptı. Aziz Başkan da şampiyon olmak için bütçeyi Ülker ile birleştirdi, takımı EuroLeague takımına döndürdü, artık şampiyonlukları kovalayan bir takım olmak istiyordu. Camia, her branşta şampiyonluk istiyordu.

Büyük bir sorumluluktu, ben orada, o final serisindeki maçları hiçbir zaman unutamam. Hayatımın en anlamlı, en güzel şampiyonluğuydu. Çok acayip bir atmosfer vardı, bizim aramızda çok iyi bir arkadaşlık ve aile ortamı vardı. Final serisinde kamplardan hiç çıkmadık, iki gün ara olmasına rağmen bu süreyi otelde geçiriyorduk. Müthiş bir final serisi oynadık, kimse bizden öyle bir performans beklemiyordu. Efes Pilsen bütün basketbolseverlerin favorisiydi ama müthiş bir mücadele koyduk ve yüzüncü yılda camiaya şampiyonluğu armağan ettik.

Sizce, EuroLeague’de neler yanlış gitti, Top 16’ya kalamamamızın sebebi neydi?

Sonuçta ilk kez EuroLeague oynuyorsun, bu bir alışkanlık. Hiçbir takım her yere bir senede, kolayca gelmiyor. EuroLeague takımı olmak da, EuroLeague’de oynamak da bir alışkanlık. Sonuç itibarıyla siz iyi bir kadro kuruyorsunuz, EuroLeague’e gidiyorsunuz ama orada herkesin kadrosu iyi. İlk senesinde bunların olması normal, zaten bundan önce Fenerbahçe şampiyonluğa oynayan, EuroLeague’de çok fazla oynayan bir takım değildi. Ara ara geldi, gitti ama düzenli bir şekilde EuroLeague takımı olabilmek, bir süreç ve zaman istiyor. Biz de o sezonun sıkıntısını yaşadık. Bu arada çok talihsiz maçlar da yaşadık, kaybettik. Kimyayı da oturtamadık ama ilk sene şansımız biraz daha yaver gitseydi, belki üst tarafları da görebilirdik. Ama bunlar normal, ilk senelerde bunlar yaşanabilir.

Žalgiris Kaunas – Fenerbahçe, 25 Kasım 2009. (Fotoğraf: Robertas Dackus)

2007-2008 sezonunda ise EuroLeague’de takım olarak iyi bir sezon geçirmiştik. O sezonu şampiyonluk ile tamamlamıştık. O döneme dair neler hatırlıyorsunuz ve şampiyonluğa dair neler söylemek istersiniz?

Biz artık ilk senede, 2007’de şampiyon olduktan sonra şampiyonluğun en büyük adaylarından birisi olduk, çünkü iyi bir takımımız vardı, agresiftik ve bir de ona taraftar faktörü eklendiği zaman çok farklı sonuçlar ortaya çıkıyordu, çok daha coşkulu oynuyorduk. O senelerde her yerde Efes Pilsen ile oynuyorduk. Efes Pilsen de her zaman çok büyük ve iyi bütçe ayıran bir takımdı. Tabii ki bizim seyirci avantajımız çok önemliydi, o açıdan da o sene güzel bir şampiyonluk yaşadık.

Ülkemizin yetiştirdiği en önemli basketbolculardan biri olarak, oynadığınız dönemdeki basketbolla ve günümüzdeki oyunu karşılaştırabilmeniz mümkün müdür ?

Basketbol tabii her sene değişiyor. Eskiden fiziksel olarak daha güçlü daha hızlı oynanıyordu. Şimdi biraz daha pick and roll’e dayalı oynanıyor. Bizim zamanımızda daha çok forvetler screen’lerden çıkıp şut atardı. Şimdi her şeyin, her setin sonu pick and roll’e dayanıyor, eskiden pivotlar daha yerinde oynardı, bitirici özellikllerini kullanırlardı. Şimdi pivotlar çok hareketli, up and down’larla çok daha hızlı oynuyorlar. Günümüzde, fizik ve kondisyonun daha öne çıktığı bir basketbol oynanıyor.

Fenerbahçe – Lietuvos Rytas, 20 Ekim 2010. (Fotoğraf: Uğraş Özyurt)

Galatasaray, Beşiktaş ve Efes Pilsen ile oynanan maçların takım ve taraftar için önemi nedir? Bu atmosferleri defalarca yaşamış bir sporcu olarak neler söylersiniz? 2005 yılında oynadığımız Galatasaray maçından sonraki açıklamanız halen akıllardadır.

Tabii şu var, buraya Karşıyaka’yı da eklemek gerekir. Çünkü basketbolda Karşıyaka da seyirci gücü olan bir takım. Şimdi bazı oyuncular deplasmanda, o atmosferde, rakip seyirci önünde kendilerini daha kasarlar. Ben daha çok rahat oynardım, deplasmanda da olsa, kendi evimizde de olsa seyirciyle oynamayı çok severim. Bu takımların hepsi eski ve köklü kulüpler. Anadolu Efes’i ayırırsak, onlar da müessese kulübü ama basketbola büyük emekleri var. Bu maçları oynamak, bence bir oyuncu için en güzel şey. Mesela deplasmana gittiğin zaman protestolar görüyorsunuz, ama basketbol seyirci ile güzel, tabii ki şiddet olmadığı sürece. Agresiflik olması, taraftarın sonuna kadar kulübünü itmesi, takımını itmesi güzel bir şey.

Fenerbahçe taraftarının karşısında çok güzel maçlar yaşadım, bunların hazzı çok önemli. Çünkü o seyirci varken, o gün biraz dağınık da olsanız, yorgun da olsanız seyircinin coşkusu ile bir anda konsantre olabiliyorsunuz ve maça girebiliyorsunuz. Seyirci kötü giden bir maçı yaptığı baskıyla çeviriyor, takımı uyandırabiliyor, bu açıdan seyircili takımda oynamak çok büyük ayrıcalık.

Birçok gencin örnek aldığı çok değerli bir sporcu olarak, sizin örnek aldığınız bir basketbolcu oldu mu?

Ben o zaman tabii ki kendi pozisyonumdaki oyunculara bakıyordum, O zaman NBA’i şimdiki çocuklar kadar takip edemiyordum, her hafta maçları seyredemiyordum. Ama şunu söyleyebilirim ki o zaman Michael Jordan Amerika’da müthiş bir kariyer yapıyordu ve biz onu seyretmeyi seviyorduk. Avrupa’da Carlton Myers vardı, Bologna’da oynardı, çok iyi bir oyuncuydu. Ufuk Sarıca, Harun Erdenay, bu isimler benim pozisyonumda oynayan ve daha gençken “Ben de böyle olmak istiyorum” dediğim oyunculardı, ama sonuç itibarıyla herkesin kendi özellikleriyle, kendi isimlerini yaratması en önemlisi. Ama onları oyun olarak hep seyredip bir şeyler almışımdır.

Cholet – Fenerbahçe, 17 Kasım 2010. (Fotoğraf: Herve Bellenger)

Avrupa çapında bir sporcu olarak birçok farklı salonda oynadınız. Sizi en çok etkileyen salon hangisiydi?

Ben Fenerbahçe’deyken beni en çok etkileyen, kendi taraftarımdı. Ondan sonra tabii ki çok zor deplasmanlar vardı, çok zor atmosferler vardı. Mesela Avrupa’da Olympiakos, Panathinaikos deplasmanları vardı, seyircileri çok agresiftir. Türkiye’de Karşıyaka seyircisi çok agresiftir, zor geçer. Galatasaray deplasmanları zor geçer, Beşiktaş deplasmanları zor geçer… Genelde hep şöyle bakıyoruz: Türkiye ve Yunanistan daha ateşli. Mesela İspanya’ya ya da Rusya’ya gittiğin zaman, hiçbir zaman öyle bir baskı görmüyorsunuz. Ama Türkiye ve Yunanistan’daki gibi sahalarda çok ciddi bir taraftar baskısı var.

Forma numaranız olan 7’nin sizin için anlamı nedir?

Mersin’de, Toros Koleji’nde, Çukurova’da hep 7 numarayı giydim. 7 numara benim için çok önemliydi. Efes’e geldiğim sene 7 numarayı Petar Naumoski giyiyordu, onu giyme şansım yoktu. O yüzden başka numaralar giydim, 6 giydim, bir ara 15 giydim. Fenerbahçe’ye geldikten sonra 7 numaralı formamı tekrar geri aldım.

Žalgiris Kaunas – Fenerbahçe, 16 Şubat 2011. (Fotoğraf: Robertas Dackus)

Kariyeriniz boyunca NBA’de oynamayı hiç düşündünüz mü?

NBA hayalim… İnsan kendini muhakkak orada hayal etmek ister ama benim pozisyonum itibarıyla, o zaman tek pozisyonda çok kolay değildi. Sonuçta NBA’de oynamak için fiziki şartların da biraz uygun olması lazım. Mesela şunun gibi: NBA, Avrupa’da hep 2 ve 3 pozisyonu oynayabilen oyuncuları tercih ediyor. Tek pozisyonda oynayan oyuncular için çok zor yani, o zaman çok Avrupalı yıldız vardı. Mesela Šarūnas Jasikevičius, Juan Carlos Navarro, Vassilis Spanoulis… Bunların hepsi gitti, gittiler ama orada onuncu oyuncu oldular. Bu kadar değerli oyuncular olmalarına rağmen hepsi geri döndü. İşte Hidayet Başkan o zaman gitti, 16 sene oynadı onun pozisyonundaki gibi hem forvet gibi oynayıp, hem boyu 2.08 olup, hem de üç pozisyon oynayan oyuncuları tercih ediyorlardı.

Oyuncuyken efsane koçumuz Željko Obradović ile olan bir anınız var. Kaptan olduğunuz dönemde koç yanınıza gelmişti ve altyapı koçlarının antrenmanlarını izlememesinden yakınmıştı. Bu olayı anlatmanız mümkün müdür? Devamında; Obradović’in disiplini ve size kattıkları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hoca bana o zaman “Bak, biz burada üç haftadır idman yapıyoruz, bir tane altyapı antrenörü gelmedi. Normalde diğer yerlerdeyken, dünyanın her yerinde insanlar benim idmanlarıma para vererek katılıyor. Burada ben üç haftadır idman yapıyorum, kimse gelmedi” demişti. Orada tabii ki çok haklıydı. Hocanın en büyük özelliği, her sezon sanki ilk senesiymiş gibi motive gelmesi. Bu kadar başarılar kazanmış ama bakıyoruz, sezon bir başlıyor, sanki hayatında ilk kez şampiyon olacakmış, ilk defa bir takım çalıştıracakmış gibi bir heyecanı ve agresifliği vardı, o yüzden çok iyiydi. Ben hocayla 35 yaşımda tanıştım, o zaman öyle bir demecim vardı. Dedim ki keşke Obradović ile 23 yaşımda tanışabilseydim, çünkü oyuncuya çok şey katıyor. Oyuncuyu A Takım oyuncusu olduktan sonra da geliştirmek için çok uğraşıyor, ben isterdim ki keşke onunla 23-24 yaşlarımda bir araya gelebilseydim.

Ömer Onan ve Željko Obradović. (Kaynak: Eurohoops)

Obradović ve Aydın Örs gibi çok değerli iki coach ile çalışan birisiniz. Bu iki isim arasındaki farklar nelerdi?

İkisi de farklı özellikleri olan, saha içinde çok disiplinli, ne istediklerini bilen, oyuncudan maksimum verim almaya çalışan iki antrenör. Bence ikisini karşılaştıramayız, ikisi de farklı. Bence Aydın Ağabey Türk basketboluna profesyonelliği getiren antrenörlerin başında gelir. Yaşanan her başarıda kendisinin imzası vardır: Milli takımlarda yaşanan ilk zaferler, Efes’in Avrupa kupalarındaki başarıları… Ve Aydın Örs müthiş antrenörler yetiştirmiştir. Sadece oyuncu olarak bakmamak lazım, Ergin Ataman olsun, Oktay Mahmuti olsun, Ufuk Sarıca olsun… Hepsi oradan, onun ekolünden yetişmiştir.

2009-10 sezonunda, Türkiye Basketbol Ligi final serisinin dördüncü maçında Efes Pilsen’e karşı geri dönüşümüzdeki taraftar ortamını ve akabinde o sezon kazandığımız şampiyonluğu, sizin gibi değerli bir oyuncumuzun ağzından dinlemek isteriz. O gün salon ortamı nasıldı?

Ertuğrul Hoca (Ertuğrul Erdoğan) takımın başına geçmişti, Efes Pilsen çok iyi başladı. Hatta Ne oluyoruz, ne ediyoruz” dedik. O dönemde Ertuğrul Hoca’ya çok yardım etmek gerekiyordu. Bizim bir zone (alan) setimiz vardı, zone presi, tam orta sahadan itibaren daha geniş alanda ona döndüğümüzü hatırlıyorum. Öyle olunca da çok agresif bir savunmaya başladık ve kaptığımız toplarla, fast-break’lerle farkı indirince seyirci bizi acayip coşturdu. Öyle olunca biz daha fazla coştuk, Efes Pilsen’in oyuncuları o anda o oyuna çözüm üretemediler ve oradan maçı çevirip kazandık, çok müthiş bir galibiyetti.

Milli forma ile 2010 yılında kazandığınız dünya ikinciliğini bizlere anlatmanız mümkün müdür?

O da benim hayatımdaki, kariyerimdeki en önemli turnuvadır. Bana sorduklarında 2007’deki şampiyonluk, benim için en değerlisidir. Diğer yandan 2010 Dünya Şampiyonası da, kariyerim boyunca beni en çok gururlandıran turnuvaydı. Çünkü takım sporlarında Dünya Şampiyonası finali oynayan bir milli takım halen yok, bu bizim için çok müthişti.

Gruplar kendi seyircimiz önünde, Ankara’da başlamıştı. Ondan önceki turnuvalar çok iyi gitmiyordu, basında herkes bizi çok ağır eleştiriyordu, fakat turnuvaya iyi başladık. Yunanistan maçı vardı, 30 Ağustos’taydı, tam da Zafer Bayramı’nda Ankara’da oynamıştık. Yunanistan o zaman çok iyi bir takımdı, ama biz onları çok farklı yenince o anda havaya girdik diyebilirim. Acayip bir özgüven geldi hepimize, o maçtan sonra herkes daha fazla inandı.

İstanbul’a gelmiştik, ondan sonra da yani Slovenya, Fransa… Bu takımlara karşı maç başlıyordu, 20 oluyordu. Bir de Fransa’nın bir sürü oyuncusu NBA’de oynuyor, Nicolas Batum’lar falan, herkes var. Ama o kadar agresif oynuyorduk ki, Hidayet, Kerem Tunçeri, ben… Tecrübeli oyuncularımız da vardı, Kerem Gönlüm olsun… Ama gençlerde de Ömer Aşık, Semih Erden, Oğuz Savaş, bunların ilk oynadıkları turnuvalardı. Ersan İlyasova için zaten “bizim jenerasyon” diyebiliriz. Ender, üç beş yaş küçüktü ama hep o tecrübedeydi. O gençler, büyük ve müthiş enerji koydu. Özellikle Ömer Aşık’ın müthiş bir savunması vardı, Semih ile birlikte pota altını karartıyordu. Semih’in en iyi zamanları, Oğuz…

Yani müthiş bir turnuva yaşadık ve finalde de Amerika ile oynadık. Ben o maç için hep üzülürüm, belki Amerika’yı yine yenemezdik ama her çeyrek final maçının, yarı final maçlarının arasında birer gün dinlenme varken keşke daha fazla dinlenme fırsatı bulsaydık. Yarı finali oynadık, üzerinden 24 saat bile geçmeden parkeye çıktık. Keşke biraz daha dinlenme şansımız olabilseydi. Bir gün aramız olsaydı da, biz orada o maçı öyle oynasaydık. Türk halkının o coşkusunu, insanların sokağa dökülmesi çok önemliydi. Tabii biz o zaman çok anlamıyorduk ama maçın olduğu dakikada sokaklarda araba yoktu, her yere dev ekranlar kurulmuştu. Bizler bu gururu yaşadık ve ülkemize yaşattık, benim için hayatımdaki en önemli turnuvadır.

2010 Dünya Basketbol Şampiyonası ikincisi Türkiye. (Kaynak: Mackolik)

2010-11 sezonunda, EuroLeague’de play-off’a kalma ihtimalimiz çok yüksekti ama maalesef olmadı. Son 3 maçta neler yanlış gitti? Aynı sezon Galatasaray’a karşı Abdi İpekçi’de kazandığımız maç ve akabinde gelen şampiyonluğa dair neler söylersiniz?

Vallahi biz üçte üç yaparak Žalgiris deplasmanına gittik. Sakatlıklarımız da vardı, herhalde Marko Tomas’ın kasığında bir sakatlık vardı. Ama Žalgiris maçında rakibin hiçbir iddiası olmamasına rağmen, orada maçın kopmasını bir türlü istemediler. Yani o gün hakemler de çok kötüydü.

Çok fazla serbest atış atmışlardı…

Karşı takıma, hiçbir amacı kalmamış bir takıma çok zor faul çalındı, bize kolay faul çalındı.. Biraz da maçın dengesini bozdular diyebilirim. Tabii bizim de hatalarımız oldu, belki de eksiklikler çok etkiledi ama o maçı kazansaydık liderliği garantiliyorduk. Ondan sonra da her şey ters gitti, kendi evimizde Olympiakos’a kaybettik. O maçın izahı yok, orada tamamen bizim oyuncuların ve teknik ekibin yaptığı yanlışlar vardı. Belki orada çok daha tedirgin olduk, olmamamız gerekiyordu. O maçı kaybetmememiz gerekiyordu. Olympiakos’u yenseydik yine lider çıkacaktık. Ve iş son maça, Valencia deplasmanına kaldı. Orada da kaybettik. Yani biz işi kendi elimizle verdik. Aslında o sene “Final-Four oynardık”, hatta “Yüzde 90 ihtimalle Final-Four oynardık” diyebilirim. Çok yazık olmuş bir sezondu. Benim içimde çok yara açmış bir sezondu, çünkü Fenerbahçe o sezon Final-Four oynayabilirdi.

Žalgiris Kaunas – Fenerbahçe, 16 Şubat 2011. (Fotoğraf: Robertas Dackus)

2011-12 ve 2012-13 sezonları ise ligde ve EuroLeague’de istediğimizi alamadığımız sezonlar, bunun sebepleri sizce nelerdi?

O zaman bir türlü takım kimyasını oturtamadık. Yani çok antrenör değişti, Simone Pianigiani geldi, Pianigiani ile kendisi ile kimyamız çok uyuşmadı. İsim yapmış oyuncuları alıyorduk ama genelde kariyerinin sonuna gelmiş isimlerdi. Ve sakatlıklar oldu, takımın kimyası bir türlü oturmadı. Aslında iki üç sene boyunca kötü gitti diyebilirim. Yani Neven Spahija’nın o sene Final-Four oynayabilme ihtimalinden sonra değişen süreçte çok iyi gittiğimizi söyleyemem. Tabii bunun nedenleri, koçun kimyasının uyuşmaması, gelen yabancı oyuncuların kariyerlerinin neredeyse sonunda olmaları, takım olamamamız… Ama o seneler iyi gitmedi.

2013-14 sezonunda, Željko Obradović’in ilk yılında EuroLeague’de neler yanlış gitti?

Benim hatırladığım, oyun kurucu pozisyonunda istediğimizi alamadık, ya sonuçta Obradović geliyor, insanlar hemen zannediyor ki “Kesin final four yaptık”. O zaman çok ciddi bütçeli takımlar vardı ve Obradović’in ilk senesiydi, bir düzen oturtmaya çalıştı. Final-Four oynayabilir miydik, oynayabilirdik ama istediğimiz gibi gitmedi. Sonuçta kulübe geliyorsunuz, bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorsunuz. Bu kulüp artık büyük paralar harcıyordu ve Final-Four oynamak isteyen bir takım kuramamanın verdiği de bir stres vardı. Hocanın kendi sistemini oturtana kadar bir zaman geçmesi gerekiyordu. Bence o sene Final-Four oynayamadık ama sinyal verildi. Ve ondan sonraki senelerde seri olarak, senin de dediğin gibi Final-Four’lara kalınmaya başlandı.

Ömer Onan, Emir Preldzic ve Mirsad Türkcan. Nanterre – Fenerbahçe, 19 Aralık 2013. (Fotoğraf: John Berry)

17 Ekim 2014 tarihinde Olimpia Milano ile oynadığımız maçta formanız salonumuza asılmıştı ve jübilenizi yapmıştınız. O an neler hissetmiştiniz?

Yani, tabii ki çok duygulandım. Zaten kendime de çok hakim olmaya çalışıyordum, müthiş bir duygu seli yaşadım. Çocuklarım ile sahaya çıktım. Yiğit (Yiğit Onan)benimle birlikte büyüdü diyebilirim, her yerde vardı. Ama ikizler daha küçüktü, çok anlamıyorlardı. Yani yıllarca verdiğin emek, özveri, kendi camianda, kendi seyircinin önünde o formanın oraya asılması; bana göre yaptığın işi ne kadar doğru yaptığını, insanlara ve camiaya o enerjiyi verdiğinin, onların sevgisini, saygısını kazandığının göstergesi. Onun karşılığında da bunu almak, bir oyuncu için en önemli şeylerden bir tanesi, bence şampiyonluklar kadar önemli. O açıdan tabii ki çok büyük bir gurur.

Sonuç itibarıyla her güzel şeyin bir sonu var, oyuncuların ne zaman bırakacağını bilmesi önemli. Hepimiz yarış atı gibiyiz, yetiştiriliyoruz. İnsan hiçbir zaman bırakmak istemiyor, beyin hiçbir zaman bırakmak istemiyor ama profesyonel sporda vücut artık götürmüyor. Ben iyi bir yerde noktaladım. Fenerbahçe’de bırakma kararını almadan önce en az sekiz dokuz takımdan çok ciddi transfer teklifleri geldi. Üç sene daha çok rahat oynardım ama ben çok şeyler yaşadığım, yaşattığım bir yerde ve üst düzeyde bırakmayı daha doğru buldum. O açıdan da aldığım karardan hiçbir zaman pişman olmadım.

Yıllarca kaptanlığını yaptığınız camiada idarecilik yapmak nasıl bir duygu oldu? O süreci biraz anlatır mısınız?

Ben antrenörlükten ziyade yöneticiliği daha çok benimsemiştim. Çünkü çok küçük yaşlarda hep kaptan oldum, takımın her şeyiyle ilgilendiğim için de yöneticilik işi bana daha uygun geliyordu. Ki Obradović de o sene benden bunu çok istedi. Genel menajerimiz Maurizio Gherardini İtalyan, Obradović Sırp, orada hem kulüple bir köprü olmak, hem de orayı idare etme fikri bana daha cazip geldi. Gidip başka yerlerde oynamaktansa, yöneticiliğe girdik.

Tabii ki idarecilik çok büyük sorumluluk isteyen bir şey, sonuçta oyuncu iken oyununu oynuyorsun, sonra telefonunu kapatabilirsin, öbür idmana kadar kimse ile uğraşmak zorunda değilsin. Ama idareci olduğun zaman, hele Fenerbahçe’de basketbol takımının idarecisi olduğun zaman telefonun 24 saat açık olmalı. Her dakika bir problem çözücü, olay çözücü olmak zorundasın. Ama çok zevk alarak yaptım, çok da güzel oldu. Benim kariyerime önemli katkılar sağladı.

Ömer Onan’ın formasının salona asıldığı Fenerbahçe – Olimpia Milano maçı, 17 Ekim 2014. (Fotoğraf: Aykut Akıcı)

İdarecilik yaptığınız dönemde, 2015-16 sezonunda Real Madrid ile oynanan unutulmaz bir Top 8 var. O günkü tribünü ve o organizasyona olan desteğinizi bilen birisiyim. O süreci bizlere anlatabilir misiniz?

Onu oraya yaz, Bunların hepsi gizli bilgi, öyle kalması lazım” diye (gülüyor)… O zaman evet, bir operasyon çektik, doğrudur. Şu vardı: O zaman Dünya Kupası’nda Vuvuzela diye bir şey vardı, biliyorsun, bir borudan ses çıkartıyorlardı. Bir Real Madrid deplasmanında bizi öyle bir bayılttılar ki, yani koç mola alıyor, birbirimizi duyamıyoruz, kafamızın arkasından öyle bir gürültü çıkartıyorlar ki, hiçbir şey duymuyoruz, molayı konuşamıyorduk… Ve biz sorumluları uyardık, yani kimsenin yapacağı bir şey yok.

Ondan sonra o zaman seride eşleşince, taraftarların benden isteği oldu. Tabii o zaman kulüp yöneticilerinin haberi yoktu. Ben bir sorumluluk aldım, sanayiden dörtlü, beşli korna aldık, onları gizledik. Onun organizasyonunu yapmak bayağı ağır oldu ama ben o inisiyatifi kendim aldım, çünkü Final-Four oynamak istiyoruz ve yaptığımızda da bir şey yok. Ondan sonra, tabii biz bu taraftan anlamıyorduk, o molalarda adamlar da biraz bayıldı ama hak ettiler, çünkü aynısını bize yapmışlardı. Onların molalarını rahatsız etme açısından, o zaman o zaman yapılmıştı.

Sarı Tribün’ün temellerinin atıldığı Fenerbahçe – Real Madrid maçı, 14 Nisan 2016. (Fotoğraf: Ozan Köse)

Abdi İpekçi, biz ve jenerasyonumuz için çok önemli bir salondu, yenileme projesinde son durum nedir?

Vallahi, Abdi İpekçi projesi, Hidayet Başkan’ın en büyük hedeflerinden bir tanesiydi. Çünkü bir tek 10 bin kişilik salon değil, çok ciddi, İstanbul’daki tüm altyapı maçlarının oynanacağı 3-4 salon, bir sistem ve bir tesis yapmak, burayı 24 saat yaşayan bir yer yapmak istiyor. Çünkü İstanbul’da senede 10 bin altyapı maçı oynanıyor. Hepsinin burada olacağı, yine A Takım maçlarının, Avrupa maçlarının olacağı, ister Anadolu Efes’in, ister Galatasaray’ın kullanacağı bir salon olacak. Artı olarak A Milli Takım’ın kamp tesisi olacak, yani burası 24 saat yaşayacak bir yer olacak. O açıdan Hidayet çok uğraşıyor, artık sonuna geldi diye düşünüyorum. Aslında bizim her şeyimiz hazır, TOKİ zaten projeyi devraldı, inşallah çok yakın zamanda onun müjdesi verilir.

2006 yılında başlayan altın çağımız, 2016-17 sezonunda kazandığımız EuroLeague şampiyonluğu ve takımımızın genel durumu hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Şunu söylemek istiyorum, Murat Ülker nezdinde Ülker ailesine çok teşekkür etmek lazım. Burada Aziz Başkan ile Murat Bey’in çok yakın dost olması da avantaj. Ama Fenerbahçe ve Ülker’in birleşmesinden sonra, Galatasaray ve Beşiktaş da basketbolda çok daha büyük yatırım yapmaya başladılar. Fenerbahçe, kulüp takımlarımızın sponsorluk ile nerelere geleceğini gösterdi. Fenerbahçe, gerçekten 10 senede Avrupa’ya damgasını vurmuştur, bu açıdan çok önemli bir birliktelikti. Orada Ülker ailesine basketbol ve Fenerbahçe’ye yaptıkları katkılar için teşekkür etmek lazım.

Şu anda Obradović gitti, takım geçen sene başka bir hocaylaydı, istediği gibi gitmedi. Avronun 10 TL’nin üzerine çıktığı bir dönemde takım kurmak, her sene bu paraları harcamak kolay değil. Kulüpler çok özveri ama gösterdi ama artık EuroLeague’in de finansal olarak çok daha agresif olması, pazarlama ve naklen yayın gelirlerini arttırması lazım. Yoksa artık EuroLeague’de oynayan kulüpler bile şunu tartışmaya başladı: Her sene bu paraları harcıyoruz, cebimizden gidiyor geri gelişi yok. Bu, bence Avrupa basketbolunun çıkmaz sorunlarından bir tanesi. Yani futbolda, Şampiyonlar Ligi’nde o parayı harcıyorsunuz ama şampiyon olduğunuz zaman o parayı geri alabiliyorsunuz.

Burada harcanan para… Fenerbahçe ve Ali Başkan’ın (Ali Koç) da işi kolay değil yani, her sene 30 milyon avroyu, 25 milyon avroyu harcıyorsunuz ve bunun karşılığında, şampiyon olursanız 1 milyon avro ekstra para alıyorsunuz. Yani bu, Avrupa basketbolunun en büyük tehlikelerinden bir tanesi. Yetişen en iyi Avrupalı oyuncularımızı NBA’e kaptırıyoruz, çok küçük yaşta kaptırmaya başladık. Kahramanlar artık burada kalmamaya başladı, ayrıca gelir olarak üstüne koymak gerekiyordu. Mesela ben 2016’da federasyona geçtim, bugün 2021’deyiz. Hep gelirlerin artacağından konuşuluyor ama hiçbir gelir artmıyor. Tabii ki pandemi ilk sene çok ciddi darbe vurdu, bu açıdan da işler kolay değil. Kulüpler için de, başkanlar için de, çalışanlar için de, yönetimler için de bu paraları harcamak kolay değil. Fenerbahçe’nin müthiş bir salonu var, seyirci desteği var ama takım olarak üst düzey oynayacağınız zaman bu paraları harcamanız gerekiyor. Bence Fenerbahçe her zaman seyircisi ile, salonuyla, kadrosuyla bir Final-Four takımıdır. Girer, giremez, bu tamamen yapacağı bütçe ile, alacağı oyuncuların kimyasının uyuşması ile alakalı.

Union Olimpija Ljubljana – Fenerbahçe, 19 Ekim 2012. (Fotoğraf: Ales Fevzer)

Son olarak Fenerbahçe taraftarlarına ve Türk basketbolseverlere mesajınız nedir?

Valla benim mesajım şu: Son iki senede çok ağır günler geçirdik, seyircisiz maçlar geçirdik. Biz federasyon olarak inşallah seyircilerin olduğu, bu pandeminin bittiği bir sezon olmasını diliyorum. En önemlisi bence o, yoksa hiçbir şeyin zevki kalmıyor. Kulüpler çok zorluk çekiyor, federasyonlar çok zorluk çekiyor. Basketbolu seyretmekten ziyade, maça nasıl çıkacağımızı, oyuncuları konuşmaya başlıyoruz. Yok testlerdi, yok analizlerdi, yok bilmem nelerdi… İnşallah artık seyirciyle oynanan, çok güzel maçları seyretmeye başlarız.

Sizin gibi bir Fenerbahçe efsanesiyle röportaj yaptığımız için mutluyuz, sağ olun.

Sen sağ ol, eyvallah.

Ömer Onan ve Erdi Tiran.

Yorum bırakın