Ertuğrul Erdoğan: “13 Yıl, Bir Röportaja Sığmaz”

2000 ve 2013 yılları arasında Fenerbahçe basketbolunun çeşitli noktalarında çalışan ve yardımcı antrenör olarak büyük zaferlere tanıklık eden Ertuğrul Erdoğan; kulüpteki yıllarını, Aydın Örs’ün gelişiyle yaşanan dönüm noktasını ve anılarını Salon Tribünü ekibinden Baran Arslan ve Erdi Tiran’a anlattı.

Değerli Ertuğrul Hocam, öncelikle hoş geldiniz. Fenerbahçe basketbolunun sizin gibi değerli bir ismini sayfamıza taşıdığımız için mutluluk duyuyoruz. 18 Ekim 1968’de Ankara’da doğdunuz. Antrenörlüğünüzün öncesinde oyuncu olarak parkeye çıkma deneyiminiz olmuş muydu? Olduysa anlatmanız mümkün müdür?

Oldu ancak ben Deplasmanlı 1. Lig’de (şu anki adıyla Basketbol Süper Ligi) oynamadım. Deplasmanlı 2.Lig’de, Ankara Mülkiye Takımı’nda hem oynadım, hem de antrenörlük yaptım. Dolayısıyla üst düzeydeki oyuncuların ne hissettiğini anlamam elbette çok kolay değil, bunu oyuncu olarak söylüyorum ama basketbola uzak bir antrenör değilim, basketbolun içinden gelen bir antrenörüm. Benden basketbolcu olmayacağını çok erken fark ettim, o yüzden antrenörlüğe başladım.

Profesyonel antrenörlüğe 1996’da Galatasaray’da başladınız. Koçluğa başlama süreciniz nasıl işledi?

Antrenörlüğe 1990’dan önce, Ankara Mülkiye Spor Kulübü’nde başladım. Dönemin A Takım antrenörleri, sırasıyla Cem Hoca ve Zafer Kalaycıoğlu, antrenörlük adına beni çok yüreklendirdiler. Hatta okul seçimini de bu yönde yaptım, ODTÜ’nün Beden Eğitimi ve Spor Bilimi bölümünden mezunum. Bilinenin aksine, PTT yani şu anki adıyla Türk Telekom’da yarı profesyonel olmadan önce 3-4 sene boyunca Mülkiye’de çalıştım.

Kaynak: Socrates Dergi

1998-99 sezonunda ise ABD’de, Iowa State’te danışmanlık görevi yapmıştınız. Amerika deneyimi size neler kattı?

Galatasaray’ı çalıştırdıktan sonra Iowa State’e gittim. Aslında danışmanlık değil, tam tersine görevim net bir asistan koçluktu. Tabii o zamanki kurallar gereği çok fazla sahaya çıkamıyorduk, çok fazla antrenör vardı. Örneğin benden önce Tolga Öngören Perdue’ye gitmişti, benimle aynı sene Ergin Ataman Stanford’daydı, Hakan Demir de Siena’daydı. Dolayısıyla danışmanlıktan çok yardımcı koçtuk. Orada, Türkiye’ye dönmeden önce, çok keyifli bir sene geçirdik. Birçok şeyi çok farklı gözle görme ve kafamdaki birçok duvarı yıkma şansı elde ettim. Antrenör olarak çok büyük bir deneyimdi, o sezonun bana kişisel olarak kattığı çok fazla şey vardı. Diyebilirim ki, en keyif aldığım sezonlardan bir tanesidir.

2000 yılında ise, o dönem başantrenörlüğe getirilen Nihat İziç ile birlikte Fenerbahçe’mize geldiniz ve 13 yıllık maceranız başladı. Fenerbahçe’ye geliş hikayeniz nasıldı?

Nihat İziç ve genel menajerimiz Remzi Dilli ile milli takımımızda, “Altın Jenerasyon”da (1978-79 jenerasyonu) asistan koçtum. O jenerasyonda, Türkiye Basketbol Federasyonu’nda çalışan ve antrenörlüğe başlayan kardeşlerimiz var. Çok iyi bir jenerasyondu. Bu ekiple yaklaşık 7-8 yıl boyunca yıldız, genç, ümit milli takımlar düzeyinde çalıştık. Sonrasında da ABD’den gelip askerliğimi yaptığım için o dönem yarım sezon çalıştım. Remzi Dilli ve Nihat İziç bana telefon açtı, “Fenerbahçe’yle anlaştık. Bizimle çalışır mısın?” dediler. Vallahi ben de koşarak geldim.

Çünkü o dönem, şöyle bir hafızaları tazelersek Fenerbahçe’nin basketbolda yeni yeni bütçeleri arttırmaya, profesyonel yapıyı geliştirmeye başladığı dönemdi. Uzun yıllardır şampiyon olamamış bir Fenerbahçe vardı. Ülker’in ve Efes Pilsen’in hakimiyetlerinin olduğu, TOFAŞ’ın o hakimiyete birkaç yıl muazzam şekilde ortak olduğu bir dönemden bahsediyoruz. “Üç büyükler”in basketbola çok yatırım yapmadığı, para aktaramadığı bir dönem bu. Burada haklarını teslim etmek lazım, Sayın Aziz Yıldırım ve özellikle basketbolun içinden gelen ağabeyimiz Mahmut Uslu, buradaki basketbolu büyütme kararı aldılar. Aslında beni heyecanlandıran, büyümeye aday bir yapının içinde yer almaktı. Çünkü geldiğimizde voleybol ve basketbol olarak paylaştığımız, tek bir salon vardı… Yani, çok güzel günlerdi onu da söylemem lazım. Dereağzı’nda aile gibiydik. Ataşehir’e geçtikten sonra istenen havanın kaybolduğundan muzdarip olmuştum. Çünkü spor kulüpleri, özellikle Fenerbahçe, ortak duyguları çok paylaşan bir yapı. Dolayısıyla ben çok keyif alarak çalıştığım bu 13 yıla, 2000 yılında böyle başladım. O 13 yıl, bu röportaja sığmaz.

Ertuğrul Hocam, Dereağzı’ndan bahsetmişken, Murat Özgül ile de röportaj yapmıştık. Murat Özgül’ün şöyle bir sözü olmuştu, “Dereağzı Fenerbahçeliliğin okuludur” demişti. Fenerbahçeli büyüklerimizle konuştuğumuzda Dereağzı’ndan bahsederler.

Murat çok değerli bir antrenör. Benim çok saygı duyduğum biri. Onun asistanlığını bir yıl yaptım. Her ne kadar çok görüşmesek de, çok sevdiğim biri. O, tabii bizden farklı olarak doğma büyüme Dereağzılı. Dolayısıyla, aslına bakarsan anaokulundan başlayıp üniversite mezunu olmuş bir Fenerbahçelidir. Dediği şey şöyle doğru: Olay sadece Fenerbahçeliliği anlamak, “Nasıl Fenerbahçeli olunur?” noktasında değil. Şöyle bir örnek vereyim: Örneğin voleybol şubesinin ödeme ile ilgili bir sıkıntısı var, bu hepimizin derdi oluyordu. O dönemlerde ödeme sıkıntıları çok fazlaydı. Boksun bir sıkıntısı varsa, bu hepimizin derdi oluyordu. Hepimiz ortak bir alanda emek harcıyoruz, ortak bir alanda antrenman yapıyoruz, çay kahve içiyoruz. Dolayısıyla arkadaşlığın da, kulüpdaşlığın da çok üst bir seviye olduğu dönemdi. Şu anda öyle mi, hala bilmiyorum ama işin doğrusu tesisler ayrıldıkça bu sıcaklık, bu kulüpdaşlık elbette biraz ayrılıyor. O anlamda Murat’ın dediğine katılıyorum. Burası gerçekten hem oyunculuk, antrenörlük ve idarecilik adına bir okul, hem de Fenerbahçelilik adına bir okul.

Çetin Yılmaz, Ertuğrul Erdoğan ve Aydın Örs. Kaynak: Socrates Dergi

Socrates Dergi’ye verdiğiniz röportajda, ilk yılınızda takımda bulunan Silas Mills ile yaşadığınız gerginliğe, Efes Pilsen’den teklif alışınıza ve sonra kendinizi Fenerbahçe Kadın Basketbol Takımı’nda buluşunuza değiniyorsunuz. Bu konuyu, özellikle kadın takımındaki deneyiminizi açmanız mümkün müdür?

Ben bunu birçok kez söyledim de, şimdi Forty Murat (Murat Yosmaoğlu) sağ olsun, kulakları çınlasın, Silas Mills olayı ile beraber antrenörlüğe çok uzak hissetmeye başladığım ve bırakma noktasına geldiğimi vurguladığım bir dönem var. Sanıyorum 2001 yılındaki Avrupa Şampiyonası’nın İstanbul’da olduğu sene. Milli takımımız ikinci olmuştu, antrenör Aydın Ağabey’di (Aydın Örs). Forty de ısrarla Fenerbahçe’ye geri dönmemi istiyordu. Ben bayan basketbolda çalışmayacağımı söylemiştim, fakat eşimin de beni oraya yönlendirmesiyle bayan basketbolda asistan koç olarak sahaya geri döndüm. O zaman da söylemiştim, o dönem çalıştığım kızlar çok değerli oyunculardı, değerli oyuncularla çalıştım. Tabii dönüp geri baktığımda o kızlar beni yeniden basketbola motive eden, yeniden antrenörlüğe döndüren gruptu. Orada çok keyifli iki sezon yaşadım ben. Forty sağ olsun, beni çok çalıştırdı. Hem A Takım ve altyapı sorumluluğu, hem genç takım antrenörlüğü… Bir sürü sorumluluk da verdi, hakikaten çok yorulduğum bir iki senedir.

Fenerbahçe’deki 2000-2004 arası dönemi, çok da iç açıcı olmayan bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Ligde pek başarılı olamadığımız süreçte Nihat İziç ve Murat Özgül ile çalıştınız. Maddi imkansızlıkların mücadele ile aşılmaya çalışıldığı bu yıllara dair neler söylersiniz?

O döneme mesela “Çok sıkıntılı olduğumuz bir dönem” diyoruz ama yine İziç’in o senesi biraz sıkıntılı bir sene, sanırım o sezonu altıncı bitirmiştik. Galiba takım play-off’un ilk turunda elenmişti. Fakat Murat Özgül döneminde, o yokluğa rağmen… Bana göre başarının tanımı çok farklı. Evet, diyebiliriz ki “Fenerbahçe’de ikincilik başarılı sayılmıyor”, ama o dönemki Fenerbahçe’de şu anki profesyonel yapının olmadığını düşünürsek… Murat’ın döneminde yanlış hatırlamıyorsam bir yarı finalimiz var, üstelik Galatasaray’ı ilk turda eleyerek geçtiğimiz bir yarı final var.

Aslında o bütçelerle o yarı final, çok büyük başarı. Sonra Murat’ın play-off öncesi istifası var. Kalsaydı, o takım yine ilk dörde kalacaktı. Ben birkaç maçlığına antrenör oldum, benim ilk başantrenörlük deneyimim aslında o maçlardır. Murat’ın dönemi, bütçe-performans oranına bakarsanız başarılı bir dönemdir. Ben bunu bir basketbol koçu olarak söylüyorum. Yönetim gözüyle başka olabilir ama bana göre başarılı bir dönem. Çünkü nelerin hedeflendiğini, bütçenin ne olduğunu ve hangi şartlarda ilk dördün yapıldığını çok iyi biliyorum. Murat’ı o anlamda çok başarılı buluyorum. Tabi Aydın Ağabey’in gelişi ile beraber işler değişti, Fenerbahçe basketbolu için bir milattır.

2004 yazında efsane başantrenör Aydın Örs’ün gelişi, Fenerbahçe için bir milat olmuştu. Aydın Örs ile geçen üç sezonu, 100. yılda gelen şampiyonluğu, EuroCup’ta oynanan Final-Four’u nasıl anlatmak istersiniz? Ek olarak Aydın Hoca’nın size kattıkları ve sizin için anlamı nelerdir?

Özellikle Murat Özgül’den kalan yerli kadrosu, bir önceki yılla aşağı yukarı aynıydı. Oraya Damir Mršič’i ekledik. Damir’le alakalı daha sonra özel bir paragraf açmak istiyorum. Mršič’i çok çok makul bir fiyata aldık, Marc Salyers gibi bir oyuncuyu Oyak Renault’tan yine çok makul bir fiyata getirmiştik, bir de Ömer Onan’ı Türk rotasyonuna ekledik. O kadroya bir de üçüncü yabancı olarak bir çaylak pivot almıştık, o sezon iki yabancı oynatabiliyorduk, ancak Avrupa kupalarında kullanabilmek için o eklemeyi yaptık, onu da hakikaten çok düşük bir fiyata aldık. Velhasıl asıl kadro buydu.

O senenin başında Türkiye Kupası eleme grubu maçlarına katıldık. Çok sert bir üç maç oldu ve bence çok anlamsız bir eleme grubuydu. Çünkü daha sezon başlamadan sakatlıkların olduğu, çok sert maçların oynandığı karşılaşmalardı. Hiç unutmuyorum, Aydın Örs’ün ne yaptığını ilk olarak orada hissetmiştim. Hazırlık kampına gittiğimizde, Aydın Ağabey’in disiplinini ve karizmatik ağırlığını hisseden bir yapımız vardı. Biz çok ekstra çalışıyorduk. Hata yapmamak üzerine kurgulanmış, müthiş baskı altında çalışan bir grup vardı. Mükemmele yakın iş çıkarmaya çalışan bir ekip vardı, çünkü hakikaten tek bir hatayı bile gözünden kaçırmayan bir Aydın Örs vardı.

Eleme maçında Ülker’i yenmiştik ve Türkiye Kupası’nda gruptan lider çıkmıştık. Ergin Ataman’ın Ülker’de olduğu, Kerem Tunçeri’li iyi bir kadroydu. Hepimiz şampiyon olmuş gibi seviniyoruz, tabii Ülker’i 4-5 senedir yenememişiz. Aydın Örs içeri girdi, soyunma odasında şöyle bir konuşma olmuştu, hiç unutmuyorum o sahneyi. Önce bir herkesi susturdu, soyunma odasında sükunet oldu. “Sakin olun ya” dedi. “Biraz vakur olun, bir galibiyet bu sadece. Ama sanırım Fenerbahçe’de, nerede olduğunuzun farkında değilsiniz, kafanızdaki duvarları yıkın, biraz hedefi büyütün” dedi. O gün ben hissettim ki, bizim için özel bir sene. Hatırlayınca tüylerim diken diken oldu. Yani o dönemin “The Last Dance” gibi belgeseli yapılsa, çok enteresan hikayeler var, keşke yapılsa.

Seneye iyi başladık, müthiş bir özgüvenle başladık. O seneyle alakalı çok hikaye anlatabilirim ama o olay, çok tipik bir Aydın Örs takımının yaratılışıydı. Biz o sene FIBA EuroCup Challenge’a katıldık ancak öncesinde çok zorlu takımlarla, David Blatt’ın çalıştırdığı Dynamo St. Petersburg ve BK Kiev takımları ile karşılaştık. Bu takımlar bütçe olarak bizden dört beş kat büyük takımlardı. Burada hakkını teslim etmemiz lazım, Allah gani gani rahmet eylesin, Celal Aras (Aras Kargo’nun kurucusu) bizim sponsorumuzdu. Mütevazi bütçemizin aslan payı da Celal Bey’deydi. Çok iyi bir Fenerbahçeliydi, çok iyi bir insandı. Takımla yaşıyordu, Final-Four yaptığımız sene, organizasyonu İstanbul’a aldırmış ve parasını kendi cebinden karşılamıştı. Çok değerli bir insandı, çok naif ve çok temiz bir insandı. Hiç unutmuyorum, Final-Four’a kaldığımız Beşiktaş maçından sonra soyunma odasına gelip ağlayan bir Celal Aras, onu sakinleştiren bir Aydın Örs vardı… Bu da enteresan bir andı.

Beşiktaş serisi, çok da güzel bir seriydi. Türk basketbolu için talihsizlik, keşke o eşleşme Final-Four’da olsaydı, çok erken oldu. Beşiktaş çok iyi bir kadro kurmuştu. Hüsnü ile (Hüsnü Çakırgil) çok iyi iş yapmışlardı koç olarak. Velhasıl, biz sezonu dördüncü olarak bitirdik. Play-off’ta da, yarı finalde yanlış hatırlamıyorsam Efes’e elenmiştik. Ama o sezon, bana göre şu anki Fenerbahçe basketbolunun temel taşlarının atıldığı, en önemli sezonlardan birisidir. Bu bir bayrak yarışı; her organizasyon, her oyuncu bu bayrak yarışına katkı yapıyor. Ama o sene, kafalardaki Fenerbahçe basketbolunun geliştiğini gördüğümüz seneydi, ben öyle düşünüyorum.

Atladığım bir soru oldu. Aydın Örs benim için ne ifade ediyor… Kariyerimde değer verdiğim birçok antrenör ağabeylerim oldu. Hayatıma dönem dönem girmiş ve yön vermiş insanlardı, birbirinden değerli insanlardı. Fakat Aydın Ağabey benim için çok özel bir karakter, sadece antrenör olarak değil. Ben Aydın Ağabey’e hem asistanlık yaptım, hem de Aydın Ağabey’in CEO olduğu dönemde Neven Spahija’nın asistanlığını yaptım. Aslında diğer asistanlarına göre şöyle farklıyım, bir de yönetici Aydın Örs’ü gördüm. Lütfen hiç kimse yanlış anlamasın, Ergin Ataman an itibariyle Türkiye’nin en kariyerli ve en başarılı koçu durumunda ama Türk basketbolunun nereden nereye geldiğine bir bakınca, Aydın Örs çok önemli bir isim. Aslında yeni jenerasyonlar bunu bilmez, bunun anlatılması lazım.. Profesyonel basketbol antrenörlüğünü Aydan Siyavuş’tan alıp çok başka bir seviyeye götüren, çok önemli bir isim. Ve bakarsanız, Türk basketbolunda Avrupa’daki başarıların altında imzası olan ilk antrenör. Devamında da elinin değdiği insanlar, Türk basketbolunda hep önemli pozisyonlara gelmiş insanlar. Aydın Ağabey, bu anlamda çok önemli bir değer. Benim adıma da, özel ilişki boyutunda da akıl danıştığım, çok değer verdiğim, çok sevdiğim, çok saygı duyduğum bir ağabeyim.

Aydın Örs. Fotoğraf: Andreas Rentz

Bir sorumuz daha olacak. BK Kiev’i normal sezonda iki defa yendik ancak Final-Four’da yenildik. O maçta neler yanlış gitti?

Bizim en büyük endişemiz şuydu. Bunu o zaman da konuşuyorduk, Final-Four’un İstanbul’a alınması bizde endişe yarattı. Çünkü ilk kez böyle bir Final-Four oynayacağız ve kendi taraftarımızın önünde oynayacağız. Salon aynı, taraftar aynı, takım aynı, Kiev’i iki kere yenmişiz, nasıl bir gerginlik var… Gözle görülür bir şeydi o. Bir de bana göre şöyle iyi yönetemedik: Fenerbahçe basını, yönetimi, taraftarı… Hepimizde bir şampiyonluk beklentisi oluştu ve bunun baskısı başladı. Beşiktaş maçlarının bitişiyle başlayan bir süreç, bence biz orayı iyi yönetemedik, daha iyi yönetebilirdik.

Aydın Ağabey baskıyı takımın üzerinden almak için çok uğraştı ama maalesef yönetimin, Celal Bey’in o dönemde televizyonlarla, Fenerbahçe Televizyonu ile bitmek bilmeyen çalışmaları oldu. Görmeye alışık olmadığımız bir sürü insan vardı, bence biraz da onun getirdiği bir baskı oluştu. Biz o Final-Four’u Kiev’de veya St.Petersburg’da oynasak, en kötü finali oynardık diye düşünüyorum ancak kısmet değilmiş. Fakat dediğim gibi o dönem, yönetimi ve taraftarı şu anki Fenerbahçe için tetikleyen bir dönem oldu, o yüzden bence çok değerliydi.

2006-07 sezonunda, 100. yılda gelen şampiyonluk ve 2007 ve 2010 arasındaki Bogdan Tanjević dönemi ise, özellikle sizin için anlamlıydı. 2010 yılında Tanjević’in kanser nedeniyle hastanede yattığı dönemde takımın başında sahaya çıkmanız ve kupaya uzanmanız… Bu senelere ve 2010 yılı final serisinde, Efes Pilsen karşısındaki geri dönüşümüze dair neler söylersiniz?

100. yıldaki şampiyonlukla başlayalım: Ülker birleşmesi, kadroya gelen oyuncular, EuroLeague’de gruptan çıkamamamız ama sonrasında ligi domine etmemiz… Az önce söylediğim gibi, Aydın Ağabey’in gelişinden itibaren ilk hedefi EuroLeague idi. Yani “EuroLeague’de oynamamız lazım, Fenerbahçe’nin EuroLeague’de oynaması lazım” diyordu. Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, ben ve diğer asistanlar hep Hayal mi görüyoruz biz?” diyorduk. O yüzden diyorum, biz kafamızdaki duvarları Aydın Ağabey ile kırdık. Hayal olarak gördüğümüz şeylerin gerçekleştiği bir noktaya geldik. Kaldı ki biz, şu anda ülke olarak, Fenerbahçe ve Efes ile şampiyonluklara aday bir ülke haline geldik. Aslında şu anda anlıyoruz, iş hayal ile başlıyor.

100. yıl bizim için çok zor geçti. Kulüp adına da zor geçti, çünkü sağ olsun sayın başkan (Aziz Yıldırım) “Bütün branşlarda şampiyon olacağız” diyerek topu bizim sahaya yuvarladı. Daha sezonun birinci günü, ilk toplantıyı hiç unutmuyorum. “Şampiyon olmamız lazım” diye konuya girdik. Şampiyon olmamız lazım da, çok ciddi bir Efes dominasyonu var. Hatırlarsınız Oktay Mahmuti ile dört sene üst üste şampiyon oldukları bir dönemdir.

Ülker birleşmesi aslında bizi biraz rahatlattı, çünkü elimize çok değerli oyuncular geldi. Aydan Siyavuş’un asistanlığını yaptığım dönemde bir tabir vardı, bazı Türk oyunculara “Türk Amerikalı” derlerdi. Yani tabir şu; Mirsad Türkcan, Ömer Onan, İbrahim Kutluay, Oğuz Savaş, Semih Erden zaten bizdeydi. Ömer Aşık Alpella tarafına geçmişti, öyle bir organizasyon yapılmıştı. Yani bir anda öyle bir organizasyona geçtik ki, Fenerbahçe’nin 100. yılda 1. Lig’de bir gelişim takımı vardı, ki aslında çok önemli bir şey. Neden vazgeçtik, ona hep üzülmüşümdür.

Ülker’in bize kattığı şeyi anlatmak, hakikaten kelimelere sığmaz. Murat Ülker’in yaptığı büyük bir fedakarlık vardı. Bu oyuncularla beraber, ciddi bir bütçemiz de oldu. Bu bütçeyle de, özellikle ofiste ciddi bir profesyonel artışımız oldu. O baskıyla başlayan sene çok da iyi bitti. Final serisini hatırlarsanız, sürklase ettiğimiz bir 4-0’lık seri var, hatta ilk maç 30 sayı fark oldu. Tabii sizler için çok keyifli olabilir ama bizim için saniyelerin saat gibi aktığı dört tane maç oynadık. Şöyle söyleyeyim, büyük oğlumun doğumundan sonra yaşadığım en uzun ve stresli dönemdi.

O sezon, tabii bizim için biraz sıkıntılıydı. Yeni kurulan, tam oturmamış ve uyum sorunu yaşayan bir kadroydu ve oldukça zordu. Karar maçlarında o baskı, özellikle Willie Solomon’un takımla uyumsuzluğu başımıza büyük sıkıntı açtı. Hatta Aydın Ağabey’in o zamanki dirayeti ve dik duruşu olmasa, belki de Solomon sezon ortasında takımda olmayacaktı. Bu da enteresan bir koçluk kararıydı. EuroLeague’den elenmemiz, bizi Türkiye şampiyonluğuna uzandıran yol oldu. Yeni kadroyla çok yoğun antrenmanlara başladığımız ve detay detay, nakış nakış işlediğimiz döneme geçtiğimiz bir süreç oldu. Bence o yüzden hayırlı oldu. Tabii 100. yılda gelen şampiyonluk… Biraz önce söylediğim gibi, büyük oğlumun doğumundan sonra en rahatlatıcı geceyi o sene yaşadım. Bir de Aziz Yıldırım, o sezon tüm branşlarda hedefine ulaşmıştı diye hatırlıyorum. Çok enteresan bir senedir ama şöyle söyleyeyim; her günü ayrı stres, her günü ayrı olay, her günü kavgayla geçen bir seneydi, bitmek bilmeyen bir sezondu.

Fenerbahçe taraftarı, Aydın Örs’ün ayrılığına forumlarda ve sokaklarda sert tepki göstermişti.

Bogdan Tanjević dönemine gelirsek, Aydın Ağabey adına bence talihsiz ve haksız bir ayrılık. Beklediğimiz şey bu değildi. İşin doğrusu, ben hayatımda kulüp çalışanlarının gözyaşı döktüğü bir ayrılığı hiç görmemiştim. Aydın Ağabey’in ilk ayrılışı, herkesin gözyaşı döktüğü bir ayrılış oldu. Çünkü biz EuroLeague kadrosu için çalışmalar yaparken, paralel bir çalışmayla transferlerin yapıldığını ve antrenörün belirlendiğini öğrenmiş olduk. Dolayısıyla Aydın Ağabey’in gidişi, haksız bir karar oldu. Yönetimin takdiri, bundan sonra bir şey diyecek halimiz yok, tarih oldu olay.

Bogdan Tanjević çok çalışkan, basketbolu çok seven, bazı yönleriyle Aydın Ağabey’e benzeyen bir antrenör. Kişilikleri çok farklı fakat antrenman disiplinleri, sayısı ve yoğunluğu bakımından Aydın Ağabey’e çok benzeyen, çok kolay risk alan, oyuncular yaşlandıkça onlardan keyif almayan, genç oyuncularla çalışmaktan çok keyif alan bir antrenör. O sene Siena’yı play-off’ta elesek, Fenerbahçe olarak Final Four’u yapmıştık. Ama maalesef, Tanjević’in bazı oyuncularla iyi ilişki kuramamasının sonucunu o maçlarda gördük. O sene Türkiye şampiyonu olduk ama sanki yapının meyvelerini topladık.

Bir sonraki sene, özellikle EuroLeague anlamında çok daha iyi geçmesini beklediğimiz bir seneydi. Ama beklediğimiz olmadı. Yine Final-Four’un ucundan dönen bir seriye girdik ve play-off’ta elendik. Türkiye Ligi bizim için çok dominant geçti ama 2-0’dan 4-2 kaybettiğimiz meşhur bir seri var… Yani burada o seriye girmeyi hiç istemiyorum. Bizi psikolojik olarak çok yaralayan bir seri oldu. Şunu söylemem lazım: Üçüncü maçta, 17-18 sayı farkla öndeyken Solomon ile Mirsad’ın maç içinde tartışması, bizi çok farklı bir yere götürdü.

Bogdan Tanjević, Ertuğrul Erdoğan, Lynn Greer ve Gordan Giriček. Fenerbahçe – Montepaschi Siena, 11 Kasım 2009. Fotoğraf: Uğraş Özyurt

Sonrasında zaten Tanjević ile başladığımız üçüncü sezon var. EuroLeague’de işlerin çok da iyi gitmediği, kadronun ufak değişikliklere ihtiyaç duyduğu, yozlaşmaya dönmeye başladığı bir yapıya büründüğü, belki de bazı oyuncularla yolların ayrılması gerektiği bir ayrıma girmiştik. Ama biz o işleri çok iyi yapamadık. Tanjević’in istediklerini yönetim yapmadı, yönetimin yapmak istediği bazı konularda Tanjević ısrar etti. Dolayısıyla, aslında o senenin başında Türkiye Kupası’nı kazandık ama açık söylemek gerekirse sene sonu çok karanlık görünüyordu.

Tanjević’in kanser teşhisi çok üzücü ve talihsiz bir olay. Hiç unutmuyorum, Semih Özsoy ve Aziz Yıldırım beni kulübe çağırdılar. Kulübe o dönemde dünya kadar faks geliyor, menajerler, birbirinden önemli bir sürü antrenör… Aziz Yıldırım hepsini bana gösterdi, sonrasında Seninle devam edeceğim” dedi. Ben, bana böyle bir imkan tanındığı için çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Günün sonunda, futbolda işler iyi gitmiyordu ve bizim şampiyon olmamız gerekiyordu. İyi de başlamadım, çünkü takımdaki bazı dengeleri değiştirmek gerekiyordu. Ömer Aşık’ı kadro dışı bırakmıştık, bir iki tane sakat oyuncumuz vardı, formsuz oyuncumuz vardı. Hatta hiç unutmuyorum, Bornova Belediyesi’ne deplasmanda 20 sayı farkla kaybetmiştik, başkan beni kulübe çağırmıştı. Demişti ki Ben maçı izledim, ne gerekiyorsa yap, ben arkandayım”.

Bir de Gordan Giriček gerçeği vardı. Takımla bir türlü uyuşmayan, istediğimiz verimi bir türlü alamadığımız… Ki o zamana kadar, tarihimizde yapılan en pahalı transferdi. “Bir yıldız aldık” diye sevindik ama maalesef Gordan Giriček çok farklı karakterli bir çocuktu. Çok iyi oyuncuydu ama o yapıya uymamıştı. Göreve geldikten sonra Gordan Giriček’i oynatmamaya başladım. Bir Mersin maçı oynamıştı, çok iyi oynadığı bir maçtır, ama uzatmada kaybettik. O maçtan sonra dönerken, dediğim gibi karar maçları var, ben anladım ki Gordan Giriček ile şampiyon olamayacağız. Giriček’i kadro dışı bırakmaya karar verdim ama yönetimden dolayı bırakamıyorum, takımın en pahalı oyuncusu.

Bunu sayın başkana izah ettim, hatta bir Oyak Renault maçı vardı. Maçın canlı yayını yoktu, çünkü Oyak Renault ligden düşmemeyi, biz de ikinci olmayı garantilemiştik. Maçı Abdi İpekçi’den Caferağa’ya almıştık, yani oynansın ve bitsin, hazırlık maçı gibi olacak. Başkan ve yönetim maça gelmişlerdi, ben yine Gordan Giriček’i oynatmayacaktım, hatta devre arası oynatmam gerektiği ile alakalı bir talimat da gelmişti ama oynatmadım. Başkan maçın sonunu beklemeden gitti ve beni kulübe çağırdı. Gittim, niye oynatmadığımı izah ettim, hak verdi. Daha sonra başkan bir toplantı yapıp Gordan’ı kadro dışı bıraktı. Dolayısıyla orası, aslında bizim aslında ikinci miladımız oldu.

Biz play-off’lara Gordan olmadan başladık ve sadece iki maç kaybettik. İkisi de finalde Efes’e karşı. Önce Bornova’yı çok rahat geçtik, sonra Banvit’e karşı çok zorlandığımız ilk maç, sonra benim adıma çok enteresan bir dönüm noktası, şampiyonluk geldi. Aslına bakarsan, benim göreve gelmemle beraber siz taraftarların da çok beklemediği bir şampiyonluktu, öyle duyuyordum. Çok iyi bir kadroydu ve biz çok da kötü yönetmedik. Benim adıma çok tarihi, kariyerim adına da çok önemli bir şampiyonluk oldu.

Gordan Giriček, Barcelona – Fenerbahçe, 3 Aralık 2009. Fotoğraf: Rodolfo Molina

Bogdan Tanjević’in hastanede olduğu dönem, herkes için zorluydu. Onun yokluğunun, yaptığınız hastane ziyaretlerinin, takımın tüm bunlara rağmen şampiyon oluşunun sizin için duygusal anlamı nedir?

Benim Bogdan ile hala çok iyi bir ilişkim var. Çalıştığım bütün antrenörlerle ilişkilerimi hala devam ettiriyorum. Bogdan Tanjević, büyüğüm olmasına rağmen bayramlarda arayan tek büyüğümdür. Tabii çalıştığım yabancı antrenörleri kastediyorum. Hiç yabancılık hissetmedik, hala da ilişkimiz iyi devam ediyor. Çalıştığımız dönemde de çok iyi bir ilişkimiz vardı. Böyle bir insanın, doktorların üç ila altı ay arası ömür biçtiği bir insanın… O dönem annem göğüs kanseriydi, doktorlar “Sorun yok, merak etmeyin” noktasındaydı. Tanjević için ise “Mümkün değil, üç ila altı ay” deniyordu. Benim annem altı ayda vefat etti. Tanjević, Allah uzun ömür versin, hala yaşıyor. Dolayısıyla o şampiyonluğun benim için çok farklı bir önemi var. Bunu ilk defa size anlatıyorum.

Final serisini oynarken annem kemoterapi alıyordu, gidip geliyordu. Sonra da annem yoğun bakımdayken, bir sonraki sene koç Neven Spahija olmuştu, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Kupası’na çıkmıştık. O dönemde iki hastane ziyareti yapıyordum, annemin yanına, Ankara’ya da gidip geliyordum. Benim adıma zorlu bir süreçti, çünkü dediğim gibi hem Tanjević hastanede, annem hastanede… Bir de Fenerbahçe’de şöyle bir şey vardır: Dışarıdan bakılınca Fenerbahçe’de çalışmak çok keyifli de, Fenerbahçe’nin baskısı ve stresi insanı hasta eder. Asistan koç olarak baskıyı yaşamak ayrı bir şey, elbette yine bir baskı var ama başantrenör olduğunuz gün o baskı başka bir yere gidiyor, on katlı bir binayı sırtınıza koymuşlar gibi oluyor.

Baskıyla beraber, hakikaten çok zorlu bir süreçten geçtim ama burada oyuncu grubunun hakkını da teslim etmek lazım. Mesela geçen gün Lynn Greer bana mesaj attı, oğluyla alakalı konuşuyoruz. Ben mesela ilk üç maçta altı dakika oynatmıştım, onu söylüyor, dakikayı unutmuştum. Tek kelime etmezdi, tam bir profesyoneldi. Keza Damir öyle, final serisinde çok az oynadı. Kaptan olarak müthiş katkıda bulundu, müthiş yardım etti. Oynayan oyuncuları zaten söylemeye gerek yok, Mirsad Türkcan, Ömer Aşık, Emir Preldžić, Roko Ukić, Tarence Kinsey…

Biz o sene bir de şöyle bir operasyon yaptık, kimse bunu hatırlamaz. Biz Gasper Vidmar’ı kiralamıştık. Başkan, Ömer Aşık’ı NBA durumundan dolayı kadro dışı bırakmıştı, bizim de play-offlar öncesi bir oyuncu bulmamız gerekiyordu. Vidmar’ı geri çağırmamız gerekmişti. Hiç unutmuyorum, çarşamba günü Vidmar’ı aradım, perşembe günü öğlen antrenmandaydı, hiç ikiletmeden geri geldi. Perşembe ve cuma iki antrenman yaptı, cumartesi günü Türk Telekom maçına çıkmıştı. Yani çok enteresan bir seneydi. Tanjević’i hem kızdırdığım yanlarım oldu, hem bana çok destek olduğu yanları oldu. Ama günün sonunda Tanjević’in sözünü hiç unutmuyorum: “Ben seni tebrik ediyorum, belki ben sağlıklı olsam şampiyon olamazdık, çok büyük iş yaptın” dedi. Bu kadar da mütevazı ve takdir etmeyi bilen bir antrenördü.

Neven Spajija, Olimpia Milano – Fenerbahçe, 29 Şubat 2012. Fotoğraf: Luca Sgamellotti

O şampiyonluktan sonra işin doğrusu, yönetimden beklentim koç olarak devam etmemdi ama daha yarı finaller oynanırken Neven Spahija ile yapılan bir anlaşma var, zaten bunu ben de öğrendim. Aslında yarı final maçlarına bu anlaşmayı öğrenerek çıkmış olduk. Bu anlamda, benim o dönemki yönetime bir sitemim var, çünkü beklentim koç olarak devam etmemdi. Normal şartlarda bir Avrupa ülkesinde size bu şans verilir, koç olarak denenirsiniz. Fakat Neven çok kaliteli bir antrenördü. Biz onunla çok iyi bir kimya yakaladık. Ben asistan koç olarak kaldım, Aydın Ağabey de CEO oldu. Aydın Ağabey’in özellikle benden ricası, kalmam yönündeydi. Dürüstçe söylemek gerekirse, zaten bana bir antrenörlük teklifi de gelmemişti. Çok şaşırdığım bir konu olmuştu.

Dolayısıyla, biraz kırgınlıkla başladığım bir senede Neven ile çok iyi bir kimya yakaladık ve ilk seneyi çok iyi geçirdik. Çok iyi bir kadromuz vardı. Sene ortasında o kadroya Šarūnas Jasikevičius’u ekledik. Onun takımla uyumu çok enteresandı. Hemen, iki haftada sanki altı yıldır bu takımla oynuyormuş gibi bir hale geldi. Bence çok güzel bir kadroyu biz ikinci yılda, kendi elimizle bozduk. Zaten bu hep böyledir: Daha iyisini yapacağız derken, var olan kadroya birkaç ekleme yapmak yerine büyük değişikliklere girdiğin an maalesef o seni geriye götürüyor. O senenin ardından maalesef başarısız olduk. O sene EuroLeague’de de işler çok iyi gidiyordu. Deplasmanda Barcelona’yı yendik. Fakat Roko Ukić’in hastalandığı bir Žalgiris maçı var. Maçtan bir gün önce kırk dereceye kadar çıkan ateş…

Bir sayı farkla yenildiğimiz maç…

Evet. Uzatmaya giden, bilmem kaç tane faulün atıldığı, Olympiacos’un biz kaybedersek grup birincisi olacağının hesaplarının yapıldığı… Böyle bir atmosferde o maçı oynadık. Maalesef tersliklerin de arka arkaya gelmesiyle başaramadık. O sene, bence Final-Four’a çok yakın olduğumuz bir seneydi. Ama sakatlıklar maalesef sizi bir yere götürüyor, bu da hiç beklemediğiniz bir yer oluyor. Mesela bu seneki NBA finallerinde de sakatlıkların belirlediği bir süreç yaşandı. Dolayısıyla Neven Spahija’nın ikinci senesi, 3 Temmuz sonrası bir travmanın yaşandığı, kulüpte kaotik bir ortamın yaşandığı bir zamana denk geldi.

Orada Aydın Ağabey’e büyük bir parantez açmamız lazım. O süreçte müthiş bir duruş sergiledi, birçok sıkıntıyı bize hissettirmedi. Sayın Ali Koç da çok aktifti. Yöneticilerin bir çoğu futbola, daha doğrusu kulübün genel olarak içinde bulunduğu sıkıntıya konsantre olmuşken biz bir anda enerjiyi kaybettik. Bu enerji kaybıyla da Beşiktaş’a ilk turda elendik. Bu, hiç beklemediğimiz bir şeydi. Üstelik deplasmandaki son maçı unutmuyorum. Son bir dakika falan var 7-8 sayı ile de öndeyiz. Emir’in arka arkaya yaptığı hatalardan dolayı maçı kaybettik. O sene yeni salona geçmiştik, Ataşehir’e, açıkçası salonu da hem taraftar, hem biz nasıl kullanacağımızı bilmiyorduk. Çünkü salon, takım adına çok önemli bir enstrüman.

Ben, daha sonra Simone Pianigiani’nin gönderilmesinin başından sonuna kadar yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü Pianigiani ne istiyorsa, o kadroya alındı. Onun gönderilmesi, yönetimi zan altında bırakacak bir hareket olacaktı ve ben bunun yanlış olduğunu düşünüyordum. Çünkü koç ile takım arasında maalesef kimya uyuşmadı. Çok veteran oyunculara gittik. Sakatlıklar, veteran oyuncularda beklenen şeyler ve doğal olarak çok sakatlık yaşadık. EuroLeague o sene format değiştirdi, çok ağır bir lige dönüştü. Maalesef biz her yılın başında ayrı bir travma yaşıyoruz, kayıplar arka arkaya geliyor. Bunlar yakın geçen maçlardan sonra gelen kayıplar değil, ağır kayıplar yaşıyorduk. Sonra bu kayıplar Türkiye Ligi’ni de etkilemeye başladı. Dolayısıyla yönetim de sanırım bir noktaya kadar dayanabildi ve koçla yolları ayırdılar.

Simone Pianigiani ortada, Ertuğrul Erdoğan solda. Union Olimpija Ljubljana – Fenerbahçe, 19 Ekim 2012. Fotoğraf: Ales Fevzer

Ben yönetime başantrenör olmak istemediğimi defalarca söyledim fakat sayın Aziz Yıldırım’ın Ben senin olmanı istiyorum” cümlesinden sonra Tamam” dedim. Çünkü on üç yıldır oradayım, bir hukuk var. Hatta yönetime şunu da söyledim: “Ben bu takımın bir kimyası olduğuna inanmıyorum, buraya kimi getirseniz bu sene bir sonuç alamazsınız. Bence yanlış yapıyoruz”. Buna rağmen takımın başına ben geçtim ve ilk turda Karşıyaka’ya elendik. Normla şartlarda bizim Karşıyaka’yı 2-0 geçmemiz lazımken onlar bizi 0-2 eledi. Doğal olarak, o senenin faturası benimle beraber Kemal Dinçer’e ve birkaç arkadaşa kesildi. Şunu da söylemem lazım, ilk kez de böyle bir platform bulmuşken söylüyorum: O takımın hiçbir oyuncusunu ben bulmadım ve aldırtmadım. Hepsi Pianigiani’nin kendi istediği oyunculardı. Sonuç olarak hem Pianigiani kaybetmiş oldu, hem biz kaybetmiş olduk, hem de Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı kaybetmiş oldu. 2013 senesi, bana göre her anlamda; yani yönetimsel anlamda da, teknik anlamda da son yılların en kötü sezonu diyebilirim.

O sezon aldığımız bir tek Türkiye Kupası vardı…

Türkiye Kupası da, aslında Pianigiani’nin hastalandığı ve hastanede yattığı bir zamanda oldu. Aslında tamamen, oyuncuların buna vermiş olduğu bir reaksiyon diyebiliriz. Öte yandan 2013, benim aynı zamanda Fenerbahçe’den ayrıldığım sene oldu. O sene Željko Obradović geldi.

Aslında şöyle bir durum oldu: Mirsad Türkcan o zaman bizim takımın menajeriydi. Mirsad bir gün beni aradı, “Ağabey sen Obradović ile çalışır mısın?” dedi. “Tabii ki çalışırım” dedim. Obradović ile çalışmak, benim için zaten başlı başına bir şans. En kötü, ben bir yıl para da vermeseniz çalışırım, hiç sorun değil. Mirsad dedi ki, “Obradović senden telefon bekliyor”. “Tamam” dedim. Obradović’i aradım, konuştuk, anlaştık. O zamanlar aynı zamanda A Milli Takım’ın asistan koçuyum. Ben el sıkışarak, anlaşarak ayrıldığım Fenerbahçe’ye 10 Eylül 2013’te, A Milli Takım’ın mücadele ettiği Avrupa Şampiyonası’ndan sonra geri döndüm ve kulüple ilişiğimin kesildiğini öğrendim. Benim için çok talihsiz bir ayrılık oldu. O zaman basına da hiçbir şey söylemedim. Beni o dönemde çok gazeteci aradı, ancak o tip polemiklere girmediğim için kimseyle konuşmadım. Ama 2010’dan sonra beni üzen ikinci şey de bu oldu. Elbette bir kan değişimi olur ama bunu sezon bitiminde, yani Haziran başında söylersiniz. Eylül ayında “Biz seninle çalışmayacağız” demek, benim sezonu kaybetmiş olmam demek. Benim açımdan talihsiz bir ayrılık oldu ama hayat insana çok şey öğretiyor. Oradan birçok şey öğrendim, tecrübe edindim. Ben Obradović ile asistan koçu olarak çalışmayı çok isterdim ama sonra rakip olduk. Ayrı bir keyif oldu o da.

Željko Obradović’in imza töreni. Soldan sağa Hasan Hakkı Yılmaz, Aziz Yıldırım, Željko Obradović ve Ahmet Özokur. Kaynak: Takvim

Obradović ile rakip olmak nasıl bir duyguydu hocam?

Zor. Ben çok şey öğrendim. Bence onunla rekabete giren birçok antrenör de çok şey öğrendi. Buna Ergin Ataman da dahil, Ufuk Sarıca da dahil. Aksini söylerler mi bilmiyorum, ama bence yedi yıl boyunca hepimizin sınırlarını zorlayan bir antrenörlük ortaya koydu. Hepimiz onu yenmek için çok uğraştık. Onu yenerken, onun kullandığı bazı silahları da kullandık. Bazen kendi silahlarımızı ona göre çok geliştirdik. Dediğim gibi, hepimizin sınırlarını çok zorladı. Benim özelde koçla çok iyi bir ilişkim var, rakipken de çok iyi bir ilişkimiz vardı. Arada Erdem Can’ın olması, bu ilişkide çok büyük bir şans. Çünkü Erdem benim kardeşim gibidir. Dolayısıyla, en azından bir sene daha kulüpte kalıp Obradović’in asistanlığını yapmayı çok isterdim ama kısmet değilmiş, maalesef olmadı.

Fenerbahçe’de çalıştığınız 13 sene boyunca sahaya çıktığınız en anlamlı karşılaşma ve beraber çalıştığınız en unutulmaz oyuncuyu sormak istiyoruz. Ayrıca Galatasaray, Efes ve Beşiktaş maçlarının takım ve taraftar için önemi neydi?

Ben çok iyi oyuncularla çalıştım, tek tek isim vermek her birine haksızlık olur. Benim için Damir Mršič çok değerli bir oyuncu. Damir ile elbette EuroLeague kupaları kazanılmadı ama Damir, o yoklukta Fenerbahçe’ye çok büyük katkı yaptı. Ömer Onan benim için çok değerli bir oyuncuydu. Mirsad Türkcan aynı şekilde. Şu an mesela A Milli Takım’da veya Türk basketbolunda Mirsad gibi bir dört numara yok. O anlamda, Mirsad bence çok önemli bir oyuncuydu. İbrahim Kutluay bana göre çok örnek bir sporcu. İnsanlar İbrahim’in nereden nereye geldiğine şöyle bir bakarlarsa ve bunun da temelinde çalışma ve özgüvenin olduğunu bir görürlerse, İbrahim Türk basketbolu için çok önemli bir örnek teşkil ediyor. Bunlar çok değerli oyuncular. Çok kısa çalıştık ama Šarūnas Jasikevičius, hala arkadaşlığımın devam ettiği ve kazanç olarak gördüğüm bir oyuncu kardeşim. Yıllarca asistan koçluk yaptığım için çok oyuncuyla çalıştım. Birbirinden değerli oyuncularla çalıştım ama Fenerbahçe özelinde bu isimleri sayabilirim.

Antrenör olarak da Aydın Örs’ü insan olarak da, koç olarak da herkesin, her şeyin önüne koyarım. Aydın Ağabey benim için çok özel bir insan. Onun dışında Tanjević’ten de çok şey öğrendim. Aslında bakarsanız, ben çalıştığım bütün antrenörlerden çok şey öğrendim. Nihat İziç için “Hem arkadaşım hem ağabeyim” diyebilirim. Hayatımın çok önemli dönüm noktalarında Nihat İziç var. Ankara’da genç bir antrenörken çalıştığım takım, Yıldızlar Türkiye Şampiyonu oldu. Gelip o şampiyonayı izleyen ve beni Milli Takım’da asistan koçu yapan, Nihat İziç’tir. Hayatımı değiştiren bir noktadır o. Sonra beni Fenerbahçe’ye getiren de Nihat İziç’tir. Aynı zamanda, Fenerbahçe’den ayrıldıktan sonra da beni İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne getiren kişidir. Dolayısıyla birçok antrenör var ama burada Aydın Ağabey ve Tanjević’i ayrı bir yere koymam lazım.

Aydın Örs. Kaynak: NTV

Derbiler hangi kulüpte çalışırsanız çalışın, her zaman önemlidir. Gücünüz ne olursa olsun, sonucu belli olmayan maçlardır. En güçlü zamanınızda derbi maçı kaybetme ihtimaliniz oluyor. Çünkü orada dinamikler, duygular çok farklı. Taraftarın ortaya koyduğu enerji de çok farklı. Fenerbahçe ile Ataşehir’de bir EuroLeague maçına çıkıyoruz, mesela Baskonia maçına, tribünler dolu değil. Ama bir Galatasaray, Beşiktaş maçında tribünler dolu. Taraftarın derbileri ne kadar önemsediğini görmemek için kör olmak lazım. Fakat burada taraftarın kaçırdığı bir nokta var; o baskıyı yaratan sey, aslında tam olarak bu. Sen her maçta salonu doldursan iş normalleşecek ama bir EuroLeague maçında tribünün yarısı dolu. Bir Türkiye Ligi maçında, üstelik kadro yapısı olarak da gerimizde olan bir kadroya karşı tribün dolu olunca olayın rengi değişiyor.

Ancak ben olaya sportif açıdan şöyle bakıyorum, bu maçlar basketbol için çok önemli. Çünkü basketbolun konuşulur, tartışılır olduğu haftalar o haftalar oluyor. Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi yenmesi, Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yenmesi, hakem kararları, taraftarlarla yaşananlar, Beşiktaş’ın yenmesi veya yenilmesi… Bunlar tabii ki çok önemli. Efes basketbolda özel bir yere sahip ancak taraftarların kaçırdığı bir nokta var. Üç büyük kulübün bir tane branşı yok. Bu noktada Fenerbahçe’nin yaptığı basketbol yatırımı, büyük bir fedakarlık. Taraftar bunun ne kadar farkında ben çok bilmiyorum ama Anadolu Efes’in harcadığı bütçe, atıyorum 30 milyon avro olabilir ama sizin kulüp olarak harcadığınız rakam 200-250 milyon avrolara çıkıyor. Bu rakama kaç tane basketbol takımı kurarsınız.

Dolayısıyla özellikle tekrar ediyorum, Türkiye’de hakikaten haklarını teslim etmek lazım. Fenerbahçe’yi Avrupa’nın tepesine getiren zihniyeti körükleyen ve dikte eden şey Ülker birleşmesi, salonun yapılması ve EuroLeague A Lisansı’dır. Çünkü EuroLeague yatırımı zorunlu kılıyor. Dediğim gibi, Fenerbahçe’de ikincilik başarısızlık olarak addedilir, böyle bir yapıda antrenörlük yapıyorsunuz. Bu nedenle, bu maçların değeri o anlamda çok önemli. Ama Anadolu Efes’i farklı, üç büyük kulübü ise farklı değerlendirmek lazım. Üç büyük kulübün yaptığı fedakarlık, özellikle basketbolda Fenerbahçe’nin fedakarlığı çok farklı. Bir branşa yatırılan 30 milyon avro ile farklı farklı branşlara yatırılan otuzlar, on beşler, onlar…. Toplamda 250-300 milyon avro eden rakamlar, azımsanacak rakamlar değil. Bunlar çok büyük rakamlar.

O derbi maçları, bir basketbol adamı olarak benim en sevdiğim maçlar çünkü en çok konuşulan, taraftarın ve basının en çok ilgi gösterdiği maçlar bunlar. Efes’in Beşiktaş’ı yendiği play-off serisi, basında ne kadar yer aldı? Fenerbahçe ile oynanan seride bir olay çıktı, bu olay çarşaf çarşaf yazıldı ve konuşuldu. Ben bu olay hoştur diye söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın ama o olay bile basında ciddi bir yer buluyor. Futbol programlarında bile konusu geçiyor. Bu açıdan çok önemli. İnşallah Fenerbahçe, bu anlamda basketbola öncülük etmeye devam eder çünkü basketbola yaptığı yatırım, Türkiye’de basketbolu hep belli bir seviyede tutuyor.

Kulübümüzün basketbol şubesi 1944 yılında kuruluyor ve yetmiş yedi yıllık bir tarihi var. Bu tarihinin içerisinde çok zorlu, sıkıntılı dönemler var, bunun bir kısmında sizin de içinde olduğunuz dönemler var. O günlerden bugünlere gelirken hep bahsedilen “Sarı miras”ın içerisine sizi de çok rahatlıkla katabiliriz hocam. Galatasaray’ın basketbol kültürü de ayrı bir kültür, Beşiktaş’ın basketbol kültürü de ayrı bir kültür.

Bunların bağını zaten birbirinden koparamayız. Rekabet bittiği an her şey biter. Basketbolun yükseldiği döneme bakalım; Fenerbahçe’nin girdiği rekabet, Galatasaray’ın yaptığı yatırım… O serileri bir hatırlayalım. Basketbol ne kadar çok konuşulan, yazılan, çizilen bir konumdaydı… Basketbolun buna ihtiyacı var. Bugün Galatasaray’ın ve Beşiktaş’ın bütçelerinin geride durması ve şampiyonluk adaylarının arasında olmamaları, Türk basketbolu için kötü. Kulüpleri yönetenlerin anlaması gereken konu şu: Sizler basketbola en az futbol kadar yatırım yapmak zorundasınız. Bahsettiğim şey, rakamsal anlamda bir yatırım değil. Proje anlamında, kurumsal anlamda… Bugün, Galatasaray ve Beşiktaş şampiyonluk yarışının gerisinde kaldığı için iki tane takımı konuşuyoruz: Fenerbahçe ve Efes. Bu çok önemli bir şey. O iki kulübün de burada olması, Fenerbahçe ve Efes ile rekabet halinde olması lazım. Ama ben bunu anlayan bir yönetici grubu olduğunu zannetmiyorum. Olay tamamen futbol üzerinden gidiyor.

Ertuğrul Erdoğan, Galatasaray’ın başında olduğu dönemde Fenerbahçe deplasmanında.

Yıllarca Fenerbahçe’de çalışan bir antrenör olarak; Abdi İpekçi Spor Salonu, Haldun Alagaş Spor Salonu ve Ülker Sports Arena’da sahaya çıktınız. Bu salonların atmosferleri arasında karşılaştırma yapmanız mümkün müdür, Fenerbahçe taraftarının desteğine dair aklınızda kalanlar nelerdir?

Benim için Abdi İpekçi çok özel bir salon, çünkü Fenerbahçe’deki ilk şampiyonluğumu orada yaşadım. Kıraç’ın Yüzüncü Yıl Marşı”… O marş, o sene hepimizin telefonlarındaydı. Hepimiz için bir motivasyon kaynağıydı. Takım ısınırken oyuncuların mırıldandığını, onlarla beraber biz asistan koçların da mırıldandığını hatırlıyorum. O çaprazdaki 1907 ÜNİFEB’i, hazırlanan dövizleri unutamıyorum. Müthiş bir atmosfer. Dolayısıyla Abdi İpekçi benim için çok ayrı bir yerdi. Ama şunu da hatırlıyorum: Abdi İpekçi’de, 18 Ocak 2007’de bir Barcelona maçına çıktık, hava buz gibi. Juan Carlos Navarro’nun bakışını unutamıyorum. Tribünde toplasan 150 kişi ancak var, yani bakıyorsun, maksimum o kadar çıkar.

Sinan Erdem de önemli bir salon ama yine Sinan Erdem’de oynadığımız sezon, şampiyonluğu Abdi İpekçi’de kazandık. Galatasaray ile oynadığımız final serisinde, Sinan Erdem’de kaybettiğimiz maçtan sonra kupayı Abdi İpekçi’de aldık.

Ben Ataşehir’i Obradović döneminde yaşamadım fakat Ataşehir’de şöyle bir duyguyla çalıştım, hayatımda hep imrenmişimdir. Amerika’da geçirdiğim dönemde de, bir sezon boyunca gittiğimiz salonlarda “Türkiye’de neden bir takımın böyle bir salonu yok?” diyordum. Sonra bizim salonumuz oldu. Ofislerimiz vardı, çalışma alanı inanılmazdı. Ben o atmosferi hakikaten yaşamadım ama tahmin ediyorum, şu anki Ataşehir’in de benim bahsettiğim Abdi İpekçi’den aşağı kalır yanı yoktur, belki daha fazladır. Gönül isterdi ki öyle bir atmosferi yaşayıp ayrılayım veya basketbolu öyle bırakayım. Fakat dediğim gibi, Abdi İpekçi benim için hep özel.

Haldun Alagaş’ta biz hiçbir zaman kendimizi rahat hissetmedik. Orası garip bir salondu, sanki bize ait değil gibiydi. Bizden önce belediyenin organizasyonları oluyor, belediye çalışanları voleybol oynuyor, yani orada bize özel bir aidiyet yoktu. Hiçbir zaman Fenerbahçe’ye ait bir basketbol salonu gibi hissetmedik. Dolayısıyla baş antrenör olarak çıktığım birkaç maç dışında, Haldun Alagaş’a dair aklımda kalan bir anı yok. Umarım federasyon Abdi İpekçi’nin yerine düşünülen projeyi gerçekleştirir, fakat şu anki konjonktürde de pek olacak gibi durmuyor.

Hocam, size Erkan Ağabey’i, Erkan Karaca’yı da sormak istiyoruz. Onunla ilgili neler söylersiniz?

Erkan Karaca, bu ülkenin en önemli adamı. Ben kulübe girdiğimde Erkan Karaca her şeye yetişiyordu. İngilizce tabiriyle “Mr. Everything” (Bay her şey) de diyebiliriz. O şimdi sosyal medya ile çok farklı bir boyuta geçti. Erkan çok özel bir şahsiyet. Çok çalışkan, işini çok severek ve geliştirerek yapıyor. O işleri biraz da sporcuları şımartarak yapıyor, tabii ben bu durumu pek sevmiyorum. Ben hep kulüpleri kulüp yapan şeyin oradaki çalışanlar, yıllarca emek veren insanlar olduğuna inanmışımdır. Bu insanlar şartlar ne olursa olsun, orada bir şekilde bir pozisyonda kalmalıdır. Erkan bence bu anlamda kulübün yüzü olan, dokusunu güzelleştiren insanlardan bir tanesi. Ben oraya Cenk Renda’yı da hep koyarım.

İşin doğrusu, Erkan’sız bir Fenerbahçe’yi kafamdan geçirmiyorum. Erkan değişik de bir adamdır, aynı zamanda çok da saygılı bir adamdır. Bizde emeği de vardır, hakkını helal etsin. Benim çok değer verdiğim bir çalışma arkadaşımdır. Kendisinde gördüğüm gelişim de inanılmazdır. Erkan Karaca, zamanında tek kelime İngilizce konuşamazken şimdi yabancı oyuncularla, hakemlerle, koçlarla az çok İngilizce konuşup, onlarla video çekecek noktaya geldi. Dediğim gibi çok renkli bir kişilik. Tarih onu bundan sonra da çok güzel yazacak diye düşünüyorum. Ataşehir yeni açılmıştı, bizim de bir Panathinaikos maçımız vardı…

Erkan Karaca, 2019’da İspanya’nın Vitoria-Gasteiz kentinde düzenlenen EuroLeague Final-Four’unda. Fotoğraf: Aitor Arrizabalaga

Obradović Panathinaikos’un başındayken kaybettiğimiz maç…

Kaybetmek ne kelime, darmaduman ettiler bizi. Bojan Bogdanović’i bir kilitlediler, dağıldık. Ben o maçı döner döner izlerim. Bizi hiç beklemediğimiz yerden vurdu. O maçtan önce Panathinaikos geldi, salon da yeni yapılmıştı. Dimitris Itoudis geldi, o da o zaman asistan koçtu. “Bir şey lazım mı, yardım edebileceğim bir konu var mı?” dedim. Onunla da iyi bir ilişkimiz vardı. O arada Erkan, Obradović’e bütün salonu gezdirmiş; localar, bizim ofisler, alt taraftaki küçük salonun olduğu yer… Henüz yoktu o zaman o salon, oralara kadar gezdirmiş adamı. Erkan otopark tarafında bir depo istemişti. Ülker de sağ olsun kırmamış, o depoyu yapmıştı. Obradović’i o depoya kadar indirmiş, oraları da göstermiş. Obradović bu anıyı bana yıllar sonra anlatmıştı. Çünkü Obradović kulübe ilk girdiğinde Erkan’ı görüp “Ooo Erkan” demişti. Ben de bunu duyunca sormuştum, “Nereden geliyor bu muhabbetiniz?” diye. O da “Maça geldiğimizde bana bütün salonu gezdirmişti Erkan” demişti.

Kariyerinizde son olarak Galatasaray’ı çalıştırdınız, bu süreçte Žalgiris Kaunas’tan gelen başantrenörlük teklifini reddettiniz. Gelecek planlarınızı mümkün olduğu kadar anlatmanızı rica etsek, neler söylemek istersiniz? Yurt dışı planınız var mı?

Galatasaray’da iki sezon çalıştım ve geçen sezon da yedinci hafta itibariyle yollarımızı ayırdık. Aslında Beşinci hafta itibariyle yollarımızı ayırdık” demek fiilen daha doğru olur. Kaunas olayını anlattım ama sanırım biraz farklı lanse edildi. Olayın aslı şudur: Galatasaray ile sözleşme imzaladıktan sonra Žalgiris Kaunas’tan bir teklif geldi. Teklifin gelişindeki etkenlerden bir tanesi de Šarūnas Jasikevičius. Žalgiris’in başkanıyla konuştuğumuzda, elbette bir EuroLeague takımına gelmeyi isteyeceğimi ancak şu an kontratlı olduğumu söyledim. O da Ben Galatasaray başkanını arayıp izin isteyeyim” dedi. Ben de Müsaade edin, önce ben arayayım konuşayım, şık olanı budur. Ben izin isteyeyim, eğer izin verirlerse sizinle görüşmeye başlarız, izin vermezlerse de yapacak bir şey yok” dedim. Mustafa Cengiz de sağ olsun, o dönemde centilmenlik gösterdi ve buna izin verdi. Dolayısıyla görüşmelere başladık.

Görüşmelere başlarken Žalgiris’in başkanı Paulius Motiejūnas’a şunu söyledim: “Burada, şubede bir yönetim değişikliği oldu, benim de ciddi bir zaman kaybım var, markette de birkaç oyuncu ile anlaşır vaziyetteyim. Bu işi olacaksa veya olmayacaksa bir iki gün, bilemedin üç gün içinde bitirelim”. Fakat bu süreç uzadı, yedi ila sekiz günü buldu. Ben de Twitter’dan artık bu işi uzatmanın anlamı olmadığını ve teşekkür ettiğimi söyleyip bu defteri kapattım. Zaten yarım saat sonra da bana Paulius’tan, “Biz başka bir antrenörle anlaşmak istiyoruz, daha genç bir antrenöre gitmek istiyoruz” tarzında mesaj geldi. Orada çok at başı bir durum var. Ben “Reddetti” diye yazılmasından ziyade, olayın gerçeğini böyle anlatmayı tercih etmiştim. Anlattım ama insanlar hep “Galatasaray’ın antrenörü Žalgiris’i reddetti” tarzında yazıp, oradan bir kredi elde etmek istedikleri için bunları söylemek lazım.

Galatasaray’dan ayrılmaya gelirsek; bu aslında karşılıklı bir yol ayrımı. Galatasaray’daki son sezonda işler istediğimiz gibi gitmedi. Yedinci haftada ayrılmama rağmen şu an bütün ihaleyi benim üzerime yıkıyorlar. Ama Galatasaray’da maalesef kötü yönetilmiş bir süreç var. İki yıl çalışan ve belli bir düzeyde iş yapan antrenörü beşinci ile yedinci hafta arasında, herhangi bir hamle yapma şansı bırakmadan göndermeye kalkarsanız bunun arkasında teknik bir sorun aranmaz. Dolayısıyla hiç kimse kendini kandırmasın. Yedinci haftadan sonra ben yokum, kalan yirmi üç haftada başka bir antrenör var ama aynı yönetim var. Bence herkesin sorgulaması gereken yer burası. Elbette ben de başarısız olabilirdim. Ama her kadro değişikliğinde sorun yaşanabileceğini, aksine üç yılın sonunda şampiyonluğa oynayan bir Galatasaray yaratmak için elimizdeki kadroyu tutup, zayıf noktalara doğru takviyeler yapmak gerektiğini ben Galatasaray başkanına bizzat izah ettim.

Kaldı ki, pandemi öncesindeki Galatasaray takımına bakarsanız Ataşehir’deki Fenerbahçe maçı, arkasından TOFAŞ galibiyeti, Darüşşafaka galibiyeti… Biz iyi bir kadro yakalamıştık ve bu kadronun üzerine inşa etmeye devam edecektik. Fakat yönetim bütçeyi küçültmeye ve bazı oyuncularla yolları ayırmaya karar verince yeniden bir kadro kurduk. Yeni kurulan kadronun her zaman bir risk olduğunu yönetime izah ettim. Hedef de bütçe küçülmesine rağmen yine yükseklerdeydi, özellikle derbi maçlar için, çünkü orayla yaşıyorsun. Dolayısıyla bazı sıkıntıların yaşanacağı aşikardı. Bütçe küçülsün ama yetenek seviyen yukarıda kalsın istersen, sıkıntılı karakterlere gitmek durumundasın. Yaşadığımız süreç buydu. O takım bence kötü bir takım değildi, düzeltilebilirdi ama maalesef çok çok garip işler oldu.

Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçelilere ve basketbol severlere mesajınız nedir?

Ben mesaj vermekte pek iyi değilimdir. Hepimizin ortak payesi basketbol. Paydaşlar olarak farklı konumlardayız. Kimisi cebinden para vererek taraftar olarak geliyor, kimisi de cebine para koyarak koç olarak, oyuncu olarak geliyor. Ancak elbette ortak noktamız basketbol. Az önce de söylediğim gibi, aslında basketbolun renk ayırt etmeksizin bütün paydaşlarının Fenerbahçe’nin iyiliği için duacı olması lazım. Çünkü Fenerbahçe’nin üst seviyede rekabetçi bir kadro kurması, Galatasaray ve Beşiktaş’ın da arkadan gelmesi için her zaman itici bir güçtür. Galatasaray ve Beşiktaş’ın şampiyonluğa oynamadığı bir basketbol liginin rengi çok sönük.

Dolayısıyla benim beklentim, pandemiden sonra bütün taraftarların tribünleri pozitif enerjiyle doldurması, hangi takımı tutuyorlarsa o takıma sahip çıkmaları, yönetimleri o takıma sahip çıkması için ittirmeleri. Bundan daha önemlisi, rekabetin boyutunun kavga veya küfürleşmeden değil, yapılan rasyonel planlamadan geçtiğini anlamaları lazım. Taraftarlar bu planlamanın çok önemli bir parçasıdır. Yönetimlerin itici gücüdür. Doğru yönlendirilen yönetimler de basketbol adına çok önemlidir.

Ben, öncelikle röportajın ana konusu Fenerbahçe olduğu için Fenerbahçe’nin çok başarılı bir sezon geçirmesini can-ı gönülden diliyorum. Hem de diğer önemli kulüplerin de basketbol adına bu rekabetçi seviyeye gelebilmelerini diliyorum. Mesela Galatasaray ve Beşiktaş’ın yokluğunda Karşıyaka, bir semt takımı olarak bu kulüplerden daha rekabetçi konumda. Demek ki mesele sadece parayı yatırmak değilmiş, başka unsurlar da varmış. Bu nedenle Karşıyaka’yı da basketbolda ayrı bir yere koymamız lazım.

Ertuğrul Hocam, kendimiz ve ekip arkadaşlarımız adına size çok teşekkür ediyoruz. Sağ olun, var olun.

Ben teşekkür ederim.

Yorum bırakın