Kemal Dinçer: “Obradović’e İlk Ben Gittim”

Tarihimizde iz bırakan isimlerden Altan Dinçer’in oğlu olarak sarı-lacivertli çatı altında büyüyen, basketbol oynayan, basketbol ve futbol şubelerimizde idarecilik yapan Kemal Dinçer; aktif sporculuk yıllarını, idarecilik hayatını ve Fenerbahçe adına Željko Obradović ile yaptığı ilk görüşmeyi Salon Tribünü ekibinden Erdi Tiran’a anlattı.

Kıymetli Kemal Ağabey, öncelikle hoş geldiniz. Fenerbahçe’mize sporculuk ve yöneticilik kademesinde hizmet etmiş bir ismi konuk ettiğimiz için mutluyuz, teşekkürlerimizi sunarız. 2 Eylül 1963 tarihinde Fenerbahçe basketbol tarihinin unutulmaz sporcu ve antrenörlerinden rahmetli Altan Dinçer’in oğlu olarak dünyaya geldiniz. Kendisini saygıyla analım. Çocukluk ve gençlik yıllarınızı Fenerbahçe altyapısında basketbola nasıl başladığınızı öğrenmek isteriz.

Babam Altan Dinçer zamanın en iyi basketbolcularından biri ve Fenerbahçe camiasının sembol isimlerinden, çok değerli bir basketbolcu. ama aynı zamanda belirmek isterim ki annem Seçkin Dinçer de zamanında Fenerbahçe Voleybol Takımı’nda oynamış ve Fenerbahçe Voleybol Takımı’nın İstanbul şampiyonluğu gibi başarılarında kadrosunda yer alan bir sporcusu. O zaman milli ligler yok, bölgesel ligler var, şehir ligleri. Dolayısıyla ben hem anne, hem de baba tarafından Fenerbahçeliyim, ikisi de zaten Yüksek Divan Kurulu üyesiydi. Bu röportajı yaptığımız ofisimde yer alan, 1907 Fenerbahçe Derneği’nin çok başarılı bir çalışma ile hazırlattığı Fenerbahçe Almanağı’nda annem, babam ve ben, hep birlikte farklı sayfalarda yer alıyoruz. Gururla bu almanağa bakıyorum ve ofisimi ziyaret eden misafirlerime, arkadaşlarıma gösteriyorum. Fenerbahçe tarihinde ufak bir nokta olarak bile olsa yer almak büyük bir manevi değerken, hep birlikte Fenerbahçe tarihinin içerisinde olabilmenin gururunu yaşıyorum. Bir tek ağabeyim Haluk Dinçer eğitimini Amerika’da aldığından Fenerbahçe’de uzun süre aktif spor yapamadı, ama kalsaydı şüphesiz o da bu sayfalarda yer alırdı.

Ben basketbola zamanının hem altyapıda, hem de üstyapıda en güçlü takımlarından biri olan Eczacıbaşı’nda, önce basketbol okulunda başladım. Daha sonrasında yıldız ve genç takımlarda oynadım. Genç Takım yaşımın son senesi olan 1981-82 sezonunun başında Fenerbahçe’ye geçtim. Fenerbahçe’nin de iyi bir genç takımı vardı ancak Efes Pilsen, Eczacıbaşı gibi takımlar bizden kağıt üzerinde daha güçlüydü ve şampiyonluğun en büyük adayıydılar. O sene, Gençler Türkiye Şampiyonası İstanbul’daydı. O sezon Fenerbahçe Genç Takımı’nda, çok değerli takım arkadaşlarımla birlikte büyük bir mücadele vererek Eczacıbaşı, Efes Pilsen, Karşıyaka gibi çok kuvvetli takımları yenerek Fenerbahçe tarihinin gençler kategorisindeki ilk Türkiye şampiyonluğunu kazandık. Takım olarak müthiş kenetlendik, çok çalıştık ve açıkçası çok istedik bu başarıyı.

Burada yeri gelmişken, halen görüştüğüm Ömer Baturalp, Ali Sile, Ahmet Dostal, İbrahim Aygen, Ertunga Ulus ve diğer arkadaşlarıma da selam göndereyim. O sezonun ve o takımın bende hep çok özel bir yeri oldu. Takımın tüm oyuncuları, potansiyellerinin en üstünü bu sezon gerçekleştirdiler. Hiç şüphesiz bunda koçumuz Halil Üner’in de çok büyük katkısı ve emeği var. Daha sonra, 1982 yılından bu seneye kadar, yani şampiyon olduğumuz 2021 yılına kadar, 39 yıl başka bir Gençler Türkiye şampiyonluğu olmadığını da eklersem başarımızı biraz daha netleştirmiş olurum.

O sezonun bizler için çok güzel bir şansı da her zaman genç oyunculara şans vermesi ile bilinen Batur Abi’nin (Mehmet Baturalp) Fenerbahçe A Takımı’nın antrenörü olmasıydı. Bizler henüz 18 yaşındayken, her hafta takımımızdan üç oyuncuyu A Takım kadrosuna alır, maçın zorluğuna bakmaksızın bizlere göreceli olarak uzun oynama süreleri verir, hatta zaman zaman ilk beşte dahi yer verirdi. Bunlar, hiç şüphesiz genç oyuncular için eşsiz motivasyon ve teşvik edici oluyordu.

1983 – 1984 sezonunun başında Fenerbahçe, A Takım için çok yüksek bir bütçe ayırıp büyük bir atak yaptı. İlk olarak Efe Aydan transfer edildi, sonra Aliço (Ali Limoncuoğlu), Fatih Özal, Hakan Artış ve Cengiz Kayatürk… Bunların üzerine de o dönemin çok etkili oyuncusu Calvin Roberts geldi. Tabii çok ciddi bir yatırım olduğundan ve herkes bu takımdan şampiyonluk beklediğinden, bu güçlü oyuncular arasında altyapıdan A Takım’a çıkan bizlerin pek oynama şansı olmadı.

1984-85 sezonunda Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı. Kemal Dinçer, alt sırada soldan ikinci. Kaynak: fenerleaks.wordpress.com

Şu anda da baktığımızda, altyapıdaki gençlerin sorununun da hala aynı olduğunu görüyorum. Bizim zamanımızda neticede bir veya iki Amerikalı sahada olabilirdi, şimdi artan yabancı sayıları ile bir genç basketbolcunun, Genç Takım’da ne kadar başarılı olursa olsun, A Takım’da oynama şansı çok azalmış durumda. Neticede, A Takım’a çıktığımız sene, kuvvetli bir takımın olması, hiç oynama şansı bulamamamıza sebep oldu ve çok başarılı Genç Takım arkadaşlarımın çoğunun basketbol kariyerleri çok ileriye gidemedi.

Ben iki sezon A Takım’da, not etmeliyim ki o değerli takımın bir parçası olarak, büyük bir keyif ve gururla oynadıktan sonra, baktım ki süre alamıyorum ve yakın gelecekte de alma ihtimalim yok, 1986-87 sezonu başında gelen teklifi değerlendirip 2. Lig’de önemli bir yatırım yapan Paşabahçe takımına geçtim. Paşabahçe’nin koçunun Genç Takım’daki şampiyon koçumuz Halil Üner olması da tabii ki bu seçimde çok önemliydi. Paşabahçe’deki sezonda gayet iyi bir performans gösterdim, her biri tecrübeli ve iyi basketbolcu olan arkadaşlarımla birlikte şampiyon olarak 1. Lig’e çıktık. Aynı yıl Paşabahçe’de koç değişikliği oldu ve yeni koç, kendi oyuncuları ile oynamayı tercih etti. Ben de bu sefer yine 2. Lig’de önemli yatrım yapan Sümerbank Beykoz’a geçtim. Bu sefer de 1987-88 sezonunda 1. Lig’e çıktık. Yani iki yıl üst üste 2. Lig’den 1. Lig’e takım çıkartmış olduk.

Sezon ortasında Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olmuştum. Sezon bitince de master için Amerika’ya gittim. Planım 1 yıl kalıp master’ımı bitirmek iken, Ağustos ayında o zaman 1. Lig’in önemli takımlarından biri olan Çukurova’dan teklif aldım. Böyle değerli bir fırsatı kabul etmemezlik olamayacağından, master’ı bırakıp döndüm. Çukurova’da iki yıl oynadım. Play-off finali ve Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonluğu başarılarını elde ettik. Bu iki sezon, benim için 1. Lig’e döndüğüm ve takımın önemli parçalarından biri olarak değerli tecrübeleri kazandığım yıllar oldu.

Sonra da 1990-91 sezonunda Fenerbahçe’ye geri döndüm. Fenerbahçe’de takım kaptanı olarak, 1993 yılında, erken bir yaşta basketbolu bıraktım. Benim basketbolu bırakmamın en önemli nedeni, o senelerde babamla birlikte kurduğumuz sigorta acenteliğinin büyümeye başlaması ve işimle daha çok ilgilenmemin gerekmesiydi. İşlerimin çok yoğunlaştığı bir dönemdi. Sigortacılıkta çok bilgili, tecrübeli ve sigorta şirketlerinde üst düzey profesyonel görevler üstlenmiş olan babamla birlikte olmam, benim çok büyük bir şansımdı. Ancak işin geldiği boyut, her ikimizin de yakından ve uzun mesailerle ilgilenmesini gerektiriyordu. Hatırlıyorum, Boğaziçi Üniversitesi’nden birlikte mezun olduğum arkadaşlarım, daha çok o zamanın en favori işi bankacılığa ciddi maaşlarla başlamışlardı. Benim antrenman-maç-seyahat üçgeninde; bir iş yerinde dokuzdan beşe çalışma imkanım zaten yoktu. Bu nedenle babamın sigortacı olması ve bana destek için sigorta şirketlerindeki üst düzey görevlerini bırakıp benimle birlikte sıfırdan acentelik kurmayı kabul etmesi, bir babanın yapabileceği en büyük fedakarlıklardan biri herhalde. Minnettarım.

1990-91, Fenerbahçe A Takımı ile Türkiye şampiyonluğunu kazandığımız sezon, ki Fenerbahçe’nin ilk TBL şampiyonluğudur. Basketbol kariyerimin ve hayatımın en özel sezonlarından biridir. Yine çok iyi bir dostluk ve arkadaşlıkla kenetlenerek şampiyon olduk.

1990-91 sezonu şampiyonu Fenerbahçe, Kadıköy’de taraftarın huzurunda. Kaynak: twitter.com/FBTarihiOrg

Sonraki iki sezon, bir taraftan iş hayatımın daha yoğunlaşması ve işe daha çok zaman ayırmak zorunda kalmam, diğer taraftan da basketbol şubesinin maddi sorunlarını takım kaptanı olarak en üst seviyede yaşamaktan dolayı, yalnız fiziksel değil, aynı zamanda mental olarak da çok yorucu oldu. Sporcunun antrenmandan sonra gidip dinlenmesi lazım. Ben antrenmandan önce ve sonra ofise gidiyordum, çalışıyordum, vesaire… Baktım ki, bunu daha fazla sürdürmek mümkün olmayacak. 1993’te 30 yaşındaydım, basketbolu bırakmak için henüz erken bir yaştı ama işlerime daha çok konsantre olabilmek amacıyla basketbolu bıraktım.

O sene tesadüfen 1907 Fenerbahçe Derneği, basketbolun yönetimini aldı. Derneğin yönetiminde benim sosyal hayatımdan, okulumdan tanıdığım dostlarım vardı. Aldıkları zaman bana “Biz bu işi aldık, çok da hevesliyiz ama bu işin detayını, operasyonu bilen kimseyi tanımıyoruz, sen bize bu konuda yardımcı olabilir misin?” dediler. Ben de hem içimdeki basketbol aşkı, hem de 1907 Derneği’nin Fenerbahçe’ye önemli katkılar yapabilecek maddi ve zihinsel potansiyeli olduğunu görüp “Tamam” dedim. Aslında basketbolu işlerimle ilgilenmek için bırakmış olmama rağmen, bu sefer takımın menajeri olarak 1993 yılında, yine ciddi yatırımların yapıldığı sezonda Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı’nın menajerliğine başladım. İki sene bu işi yaptım. Fenerbahçe’nin basketbola ağırlığını koyduğu, fikri devrimlerin yapıldığı sezonlar oldu. Kolay olmadı ama gururla hatırladığım yıllar oldu. Aynı zamanda 1907 Derneği içinde yer alan çok değerli, Fenerbahçe’li ama Fenerbahçe’ye hep uzak kalmış işadamlarının Fenerbahçe ile tanıştıkları, kulübü tanıdıkları yıllar oldu. Daha sonrasında, bu iş adamlarından bir çoğu Fenerbahçe Spor Kulübü’nün yönetimlerinde yer aldılar.

İki sezon takım menajerliğinden sonra, bu tempoyu işimle birlikte sürdüremeyeceğimi gördüm ve görevimden affımı istedim. O zamanki Yönetim Kurulu, teveccüh göstererek “O zaman yönetim kuruluna gir, şube sorumlusu ol” dediler. Bir sene de o şekilde şube sorumluluğu görevini yürüttüm.

1982-1983 sezonuna, ilk sezonunuza dönersek… Babanızın izinden gitmek ve A Takım ile sahaya çıkmak nasıl bir duyguydu?

Ben zaten babamdan, annemden, tabii ağırlıkla babamdan Fenerbahçe Kulübü’nün içinde doğdum diyebilirim. Babam her zaman Fenerbahçe’nin içinde oldu, yöneticilik yaptı, bir dönem antrenörlük yapmıştı, farklı fahri görevleri üstlenmişti… Herkesin “Fenerbahçeli Altan” olarak tanıdığı bir kişinin oğlu olarak, Fenerbahçe’nin içinde çocukluk, gençlik yaşadım. Tabii ki benim basketbolcu olarak seviyem, babamın seviyesinin çok çok altında. Babam A Milli Takım kaptanlığını yapmış, döneminin en iyi basketbolcularından biri. Fenerbahçe’ye 18 yaşında transferi ile birlikte, Galatasaray’ın “Yenilmez armada”sına son veren ekibin çok değerli bir parçası. Fenerbahçe basketbol tarihinin en değerli oyuncularından biri.

Ben basketbol kariyeri olarak tabii ki ondan çok daha uzağım ama Fenerbahçe’de görev almak, Fenerbahçe’de her seviyede oyuncu olmak önce çok gurur verici, sonrasında da çok keyifli bir şey. Hiç şüphesiz, oyuncu olmak en zevklisi, en keyiflisi ve belki de en kolayı. Yöneticilik daha zordur, daha çok fedakarlık ister ama Fenerbahçe’de, yani kendi kulübünde oynamak, o zamanki çok mütevazi şartlarla da olsa profesyonel olmak ayrı bir duygu ve zevk. Başka kulüplerde de oynadım ve onları da saygıyla anıyorum. Hiçbiri şu anda yoklar. Çukurova, Paşabahçe, Beykoz… Onlarda da tabii değerli yöneticiler vardı, değerli kurumlardır ama içinde doğduğun, tuttuğun takımda oynamanın getirdiği haz ve motivasyon bambaşka.

Yani kendi yuvandasın, kendi evindesin ve sevdiğin formayı giyiyor, hizmet ediyorsun… Ben çok küçükken, kulübün içinde yürüdüğüm zaman, o zamanın eski sporcuları, Fenerbahçe camiasının değerli isimleri “Altan’ın oğlu” diye her zaman kol kanat germişlerdir. Dolayısıyla çok güzel bir duygu. Kendi kulübün için oynuyorsun. İşin sonunda bir profesyonellik vardı ama zaten bizim o günün şartlarındaki profesyonelliğimiz çok yüksek şeyler değildi. Ancak belki bir harçlık niteliğindeydi. Çok güzel yıllardı açıkçası.

Kaynak: fenerbahcetarihi.org

Sözünüzü balla bölüyorum, basketbol liglerinde 1967 yılından sonra ilk şampiyonluğumuzu sizin olduğunuz kadroyla kazandık. O kadroda bulunan her oyuncu, her sporcu bir değerdir.

Bu şampiyonlukla Fenerbahçe tarihinde ilki gerçekleştirmiş olmak ve o takımın bir parçası olmak, kuşkusuz çok değerli. O şampiyon kadronun her birinin spor kariyerleri için unutamayacakları, iz bırakan bir başarı… Her başarının arkasında olduğu gibi, bunda da büyük emek var. Takım sporlarındaki başarıların olmazsa olmazı bu, büyük bir kenetlenme var. Teknik ekip ve sporcularda, Fenerbahçe camiasına bu başarıyı sunabilmiş olmanın da gururu var.

Mesela Çetin Hoca (Çetin Yılmaz), “Her oyuncunun o şampiyonlukta ayrı bir önemi vardı” diyordu. Keza Güray Kanan ağabeyden bahsettik. İdmanlarda Ali Limoncuoğlu ile ilgili, “Öyle bir zorluyordu ki Ali, maçlara daha hırslı çıkıyordu” diyor. Mesela Ömer Lakay ağabeyden bahsediyor, “Ömer idmanlarda öyle bir çabalıyordu ki, öyle bir savunma yapıyordu ki, sahadaki rakiplere karşı performansları farklı oluyordu” diyor.

O seneki kadromuz, alışılagelmiş bir kadro değildi. Farklı özellikte, farklı spor kültürleri içinde yetişmiş ve dolayısıyla saha içinde, dışında davranış farklılıkları gösteren oyunculardan kurulmuş bir takımdık. Başımızda Çetin Yılmaz gibi, koçluk tekniği ve değeri kadar oyuncuların psikolojilerini de anlayan, onlara psikolojik açıdan çok doğru yaklaşan bir koç vardı. O, bu farklı özellik ve karakterdeki oyunculardan çok iyi bir harman yaptı ve herkesten en yüksek performansı alarak başarının yolunu açtı. Hiçbir başarı güle oynaya gelmiyor. O sene gün geldi, çok ciddi oynadık, gün geldi, kötü antrenman yaptık veya kötü oynadık. Tabii ki bu tüm takımlarda olur, kötü günler olur, iyi günler olur… Fakat önemli olan, kötüyü tekrar etmeme, kötüden hızla uzaklaşma ve başarıyı getireceğine inandığın doğrulara daha sık sarılmaktır.

O yıllara dönüp baktığımızda, keyifli ve güzel anlar daha fazla. Oynarken keyif aldık, birbirimize destek olmaktan keyif aldık, farklılıklarımızı ön plana çıkarmaktan, birlikte olmaktan keyif aldık. Takımın ve o dönemin en etkili, şampiyonlukta çok katkısı olan oyuncuları, mesela Levent Topsakal, Hüsnü Çakırgil, antreman yapmayı çok sevmezdi. Ama istisnasız herkes çok iddialı, kaybetmeyi hiç sevmeyen karakterlerdi. Antrenmanlarda maç yapmayı bütün sporcular çok sever. Çetin Hoca bazen bakardı, istedikleri olmuyor, takım anlattıklarına ve istediklerini yapmaya konsantre değil, maça çevirirdi. Herkes iddialı olduğundan, o maçlar inan bazen hafta sonu oynadığımız resmi maçlardan daha sert, daha hırslı olurdu. O derece kazanmaya odaklı oyunculardık. Kötü olacak bir antrenman, çok verimli bir beşe beş maça dönerdi. Çetin Hoca onun içinde, savunma ve hücum taraflarında göreceklerini görür, maç içinde küçük uyarılar yaparak aslında istediğini alırdı.

Bazen gelirdik, Allah rahmet eylesin, Doğan Ağabey (Doğan Hakyemez) de menajerimizdi, “Haydi futbol oynayalım” derdik ve yandaki halı sahaya çıkardık. Hatırlıyorum, Efes Pilsen ile iki gün sonra çok önemli bir maç oynayacağız, Perşembe geldik ve “Hocam futbol oynayalım, biraz öyle şey yapalım” dedik. Gazeteler yazıyor işte, “Final geliyor” falan… O gün dışarıdan biri baksa, takım iki gün sonra Efes ile oynayacak, çim sahada futbol maçı yapıyor (gülüyor). Dolayısıyla hakikaten eğlenerek, çok keyifli bir sezon geçirdik ve büyük bir başarıya ulaştık.

Çetin Hoca’nın iyi başardığı bir diğer şey de, görev dağılımını hem iyi yapması, hem de bu görevleri sporculara sevdirmesi ve benimsetmesiydi. O takımda, o dönemin en skorer oyuncuları Levent ile Hüsnü sayı yükünü üstlenmişti. Can Sonat’ın, Ferhat Oktay’ın sayı atacağı pozisyonlar belliydi, onlara da o pozisyonları yaratacak organizasyonlar yapılmıştı. Larry Richard ise her şeyi yapardı. Yeteneğinin ve basketbolcu kapasitesinin 10 katını her maçta sahaya veren bir oyuncuydu, başarıda çok büyük katkısı vardır.

Hakan Artış ve ben, az sayı atardık ama savunma yapardık. Bunu yaparken takımın önemli bir parçası olduğumuzu Çetin Hoca da, takım arkadaşlarımız da hissettirirdi. Maç sonrası, eve o akşam belki 30 sayı atmış Hüsnü ile Levent kadar mutlu giderdik, çünkü bireysel egomuzu takım başarısı için rafa kaldırmıştık. Çetin Hoca, takımın bir parçası olmakla tatmin olmayı bize öğretti. İnsan her yaşta bir şey öğrenir, benim de artık basketbolda olgunlaştığım yıllardı. Yani orada “Çıkayım da üç sayı fazla atayım, beş sayı fazla atayım” düşüncesini bırakıp, orada takımın skorerlerine yardımcı olmak, belki onlara iyi bir perde yapıp sayı attırdığın zaman bundan mutluluk duymak… Bu, sezon sonunda eve şampiyon olarak dönmemizi sağladı. Çok değerlidir, Fenerbahçe adına yapılmış bir başarıdır. Tabii o günün ekonomik şartları içinde Tofaş gibi, Paşabahçe gibi çok ciddi rakiplerimiz de vardı. Bunlar da bütçe olarak bizden çok daha kuvvetli takımlardı ama orada bir yumruk haline geldik. O yumruk haline gelmekte de koç ve teknik ekibi ile oyuncular kadar, rahmetli Doğan Ağabey’in katkısı vardır. O olmasa bu başarı da olmazdı.

Kemal Dinçer ve Necdet Ronabar, 1990-91 sezonunun şampiyonluk kupası ile. Kaynak: Milliyet

Yeni dönemle karşılaştırdığımızda, sizin dönemdeki oyuncularda paranın dışında da bir “Fenerbahçe milliyetçiliği” vardı ancak şimdiki oyuncularda umursamazlık var. Ali Ağabey ve Hüsnü Ağabey, “Biz bir maç kaybettiğimizde kendimize gelemezdik” diyorlar. Sizin döneminizdeki oyuncularla şimdinin oyuncuları arasında aidiyet farkı da var. Doğru mudur acaba?

Bizim zamanımızda basketbol, biraz daha fazla gönülden oynanırdı. Bugün artık tamamen profesyonel olmuş durumda. Bugün Fenerbahçe’de oynayan ertesi gün Galatasaray’da olabiliyor, ya da ertesi gün Efes Pilsen’de oynuyor. Kimse de bunu fazla önemsemiyor. Kulüplerin oyuncuya karşı sadakati, oyuncuların da kulüplerine karşı sadakati çok sınırlı. Maddi menfaat halinde sporcu takım değiştirmekte, performans düşüklüğü halinde ise kulüp ilişkiyi kesmekte tereddüt etmiyor. Bütçeler ve yatırımlar büyük, bundan beklentiler de büyük. Dolayısıyla sporcularda açıkçası bizdeki kadar kulübe bağlılık, kulübü için ölmek bitmek, kulübün kendisi için hayat gayesi olması gibi bir şey yok.

Türklerin haricinde Paul Dawkins Galatasaray’da herhalde 7-8 sene oynadı. Calvin Roberts bizde oynadı. Mesela Efes Pilsen’de Billy Lewis vardı, 5-6 yıl oynadı. Şimdi yabancı sporcuları her sene farklı bir takımda görebiliyoruz. Larry, Dawkins ve Calvin gibi oyuncular taraftarın gönlünde yer tutmuştu, yerli oyuncudan farkları yoktu, şimdikiler ise lejyoner gibi… O zaman sokaktaki adam yabancı oyuncuları tanırdı. Şimdi zaten sayı da çok arttı, kimin kim olduğu, hangi takımda oynadığı belli değil. Amerikalılar, Sırplar geliyor, gidiyor vesaire… Bu nedenden dolayı taraftarın da takımın yabancı oyuncularına uzun süre kalmazsa bağlılığı, sevgisi olmuyor.

Baktığın zaman bizler Cuma günü kendi maçımızı oynardık, Pazar günü Maraton tribününde futbol maçını seyretmeye giderdik. Yani bizler bir şapkamızla Fenerbahçe sporcusu, diğer şapkamızla da Fenerbahçe taraftarıydık. Taraftar tribünde bizi aralarında görürdü ve daha da severdi. Tabii her sporcunun kötü günü de vardır ama bizim Fenerbahçeliliklerimizi bildiklerinden, kötü performans gösterdiğimiz bir günde de elimizden geleni verdiğimizden şüpheleri olmazdı. Bugünkü düzende, milyon dolarlık kontratların uçuştuğu yerlerde bunu beklemek hayal olur. Zaten bunu da beklemiyoruz ama insan asgari bir birliktelik, bir bağ görmek istiyor.

Ben dönemleri birbirleriyle direkt mukayese etmeyi çok fazla sevmem, her dönemin bir ruhu vardır. “Zamanın ruhu”, güzel bir tabir. Belki bugün sporcu olsak, biz de bugünkü havaya uyardık. Bizler açıkçası çok farklı değildik, o günkü ruh öyleydi. Örneğin Galatasaraylılar için de öyleydi şüphesiz. Örneğin, dönemin değerli basketbolcularından olan arkadaşım Mehmet Altıoklar Galatasaray Lisesi’nden çıkmış, Galatasaray alt yapısında ve A Takımı’nda oynamış bir oyuncuydu. Biz ne kadar Fenerbahçe’yle bütünleşmişsek, o da Galatasaray’la o kadar bütünleşmişti.

Bir de o zaman yalnız Fenerbahçe’ydik, sonra sponsor isimleri de eklendi. Önce herkes mesafeli yaklaştı ama sonunda tüm Avrupa’nın bu şekilde gittiğini, sponsor desteği olmadan başarının gelemeyeceğini gördü ve bunu kabul etti. “Benimsedi” diyemesem de kabul etti belki, daha doğru bir tanımlama. Maddiyatın her şeyin önüne geçtiği dünyada çok romantik olmaya gerek yok. Sponsor olmadan müessese takımlarıyla rekabet edemiyorduk. Yani Fenerbahçe’nin bugün Ülker olmasaydı, Doğuş olmasaydı, Beko olmasaydı bu seviyelerde bir takım oluşturması, bu harika spor kompleksini yapması mümkün değildi. Tabii orada eski başkanımız Aziz Yıldırım’ın hakkını vermek lazım. Avrupa’nın en güzel spor kompleksini kulübün kasasından bir şey çıkmadan, Ülker firmasına yaptırdı.

Dışarıdan bakıldığında “Ülker reklam için yaptı” diye gözükebilir ama anlaşmanın detaylarını bilen biri olarak söyleyeyim ki, Aziz Bey olmasa Ülker bu tesisi yapmazdı, ayrıca işe sadece ticari açıdan baktığımızda bu kadar Fenerbahçe lehinde bir sözleşme gerçekleştirmezdi. Diğer yandan Aziz Bey, gelirinden kat kat kat fazla gideri olmasına karşın basketbola büyük yatırımlar yaptı. Yalnız erkeklerde değil, Kadın Basketbol Takımı ile beraber çok ciddi yatırım yaptı ve orada da yalnız Türkiye değil, Avrupa seviyesinde başarıların mimarı oldu.

Fenerbahçe’de basketbol her zaman çok değerlidir, çok önemlidir ve tüm başkanlar ekonomik şartları zorlayarak basketbola yatırımı sürdürmüşlerdir. Bugün gelinen noktada Fenerbahçe’nin altyapılarda da başarılı olduğunu görmek çok sevindirici. Bu da aslında Fenerbahçe’nin sosyal sorumluluğu. Basketbolda da en doğrusu, altyapılara yatırımdır. Çünkü her sene 30 milyon dolar harcayacak paran ve sponsorun olmayabilir ama altyapıdan geliştirdiğin gençlerinle beraber, bir defa Türk basketboluna hizmet ediyorsun, üstüne üstlük bir de bunları A Takım’da oynatabiliyorsun. Bunlar daha Fenerbahçeli oluyor. Bu sene gelen, seneye başka yerde olan Amerikalıdan çok daha fedakar oluyor.

Soyunma odası önemlidir. Soyunma odasındaki hava ve hafta boyunca antrenmanlardaki hava, sahadaki havanın hazırlayıcısıdır. Sahadaki oyun, çalışmaların bir tezahürüdür. Soyunma odasında her zaman kuvvetli karakterlerin olması lazım. O kuvvetli karakterler de takımın bünyesinden çıkan, takımın kimliğini oluşturan oyunculardan çıkar. Bu nedenle altyapıdan çıkan oyuncular A Takım’da, sahada, soyunma odasında, sosyal alanda, her yerde kulübü temsil eder, kulübün buralardaki sesi olur. Bu tür oyuncular bizde de, yurt dışında da genelde altyapıdan çıkan, takımla uzun yıllardır birlikte olan, takımla bütünleşmiş sporculardan çıkar. Sporda hep iyi gün yoktur, bir gün devre arasında soyunma odasına 20 sayı geride girersin, o gün orada birinin konuşması lazım. Koç tabii ki konuşur ama onun dedikleri teknik olur. Bunun kadar değerli olan, takımın bir liderinin çıkıp takımı motive edici, hırslandırıcı, hedefe kilitleyecek bir konuşma yapabilmesidir. Takımın oyuncuları bunu herkesten dinlemez, ancak saygı duyulan oyuncudan dinler. Bunlar hassas konulardır ve bir takımın ayakta kalmasında, başarıya koşmasında önemli nüanslardır. O konuşacak adam, o sene buraya transfer olmuş yerli bir oyuncu veya ne kadar kariyerli olursa olsun, yeni transfer olmuş yabancı bir oyuncu olamaz. Kuvvetli karakterler, takımlarda her zaman önemli. Bugün NBA’de bile aynı oyunculardan konuşuluyor. Bugün Golden State Warriors dediğin zaman soyunma odasında Draymond Green konuşur, öbür tarafta öbürü konuşur, Chris Paul konuşur. Bunlar bir tek sahadaki katkılarıyla değil, saha dışındaki katkılarıyla da her zaman önemli.

1985-86 sezonunda, Dennis Peryman yönetimindeki Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı. Kaynak: twitter.com/basketci

Bu konuşmalarınızdan iki sonuç çıkarabiliriz: Geçtiğimiz sene Efes’e yaklaşık daha 39-40 sayı farkla kaybettiğimiz bir maç vardı. Bir ara sahada dokuz Amerikalı, bir Türk vardı. Şu konuya da üzülüyoruz: Neden kendi oyuncularımız yerine sürekli yabancıları görüyoruz? İkinci olarak da çok güzel bir yere değindiniz: Fenerbahçe Basketbol Tarihi bence gerçekten çok önemli. Ferhan Ağabey (Ferhan Baras), Hüseyin Kozluca, Tuncay Kobaner ve Güner Yalçıner ile konuştuk. Tüylerimiz diken diken oldu. Fenerbahçe’nin çok değerli bir basketbol tarihi var. İçerisinde sizler gibi çok önemli insanları, karakterleri bulundurmuş bir yapı. Buna sahip çıkmak, hepimizin boynunun borcu. İnşallah ileride, 20 sene sonra, bizim gibi insanlar çıkar ve sizlerin kıymetini bilirler, tek temennimiz bu.

Tabii, Fenerbahçe formasının olduğu her yer bizim için çok değerli. Fenerbahçe forması hangi spor dalında olursa olsun, bizim gönlümüz ondandır ama baktığım zaman ben, yabancı oyuncuların sahada fazla olduğunu görüyorum, hatta Türk göremiyorum. Ekonominin ve başarının tek hedef olduğu günümüz sporunun bir özelliği olsa da ben, Türk takımlarının özelinde gelinen durumdan memnun değilim. Mesela bugün İspanyol takımlarına bakıyorsun, iki tane kuvvetli İspanyol oyuncu oluyor, yanında Amerikalılar destekleyici oluyor. Başarı için mutlaka yabancıların olması lazım. Ya da Litvanya’da, Žalgiris’te Litvanyalılar var, yanında yabancı oluyor. Yunanistan’da, bize kültür olarak da, fizik yapısı olarak da en yakınlar, Olympiacos, çok başarılı bir kulüp. Bakıyorsunuz, Olympiacos’ta üç tane başarılı Yunan var, hala oynuyorlar. Onlar kaç yaşına geldiler, onların yanlarına Amerikalıları vermişler. Orada Amerikalılar destekleyici ve tamamlayıcı rolde. Bizde ise başrolde. Ben bundan memnuniyet duymuyorum. Bakıyorsun, sahada iki tane takım oynuyor; evet, Türk takımı ama beş yabancı var. Karşıda Yunan takımı var, İspanyol takımı var, ilk beşte iki üç yerli oyuncu var. Bunda bir orantısızlık ve yanlışlık olduğu kesin.

Alt yapıda Türk oyuncular, yabancılarla kafa kafaya. A Takıma çıkınca ise biri oturuyor diğeri oynuyor. Bu, koçların da eksikliği. Koçlardan çok hızlı başarı bekleyen ve onların genç oyunculara şans vermesine imkan tanımayan yöneticiler de, oynama ve mücadele hırsını kaybetmiş, kenarda oturmayı iyi sözleşme aldığı için içine sindirmiş, bir nevi memur olmuş oyuncularda da kabahat var. Hiçbir zaman tek taraflı değildir. Yani “Oyuncu elinden gelen her şeyi yapıyor ama koç oynatmıyor” demek de tek taraflı ve hatalı bir tespit olur. Bu genç oyunculara değerli, tecrübeli, akil mentörler lazım. Ama bunlar yok. İstisnalar dışında, yalnızca onların sözleşmelerinden komisyon alan, sporcuya başka hiç bir katkı yapmayan menajerler, ajanlar ortalıkta.

Bu arada belirtmekte fayda var ki, EuroLeague basketbol kalitesi ve seviyesi ile Türkiye Ligi’nin bütün albenisini aldı ve onu ikinci plana itti. Haftada kaç tane maç seyredebilir bir basketbol sever? Ben örneğin, seyredebileceklerimi hafta içi seyrediyorum. EuroLeague maçlarını seyrediyorum. Bu yabancıların fazla yer almasından dolayı, çok da fark etmiyor kimi seyrettiğim. Güzel basketbol, iyi mücadele neredeyse onu seyrediyorum.

Bir de tabii bahsedilmesi gereken yabancı antrenörler var. Çoğu ya günü kurtarmaya çalışıyor, ya da bir oyuncu menajeri ile irtibatlı ve ona hizmet ediyor. Ya da ikisi birlikte. Takımlarda bu tür vermeye değil, almaya gelen yabancı antrenör sayısı artıyor. Bizim antrenörlerimiz, ki bir çoğu gerçekten çok başarılı, bir kısmı da yabancı menajer kumpası içine girmedikleri için dışarıda kalıyorlar. Maalesef başka ve zorlu sorunlar var. Bu röportajın konusu değil, onları da başka bir platformda konuşuruz.

Fenerbahçe’mizde ilk döneminiz olan 1982-1983, 1983-1984, 1984-1985 ve 1985-1986 sezonları şampiyonlukların tüm çabalarımıza rağmen son dönemeçlerde kaçtığı bir dönemdi. Bu 4 yılı nasıl özetlersiniz?

Bahse konu sezonlarda evvelki yıllar, Fenerbahçe’nin kümede kalma mücadelesi verdiği kadroları vardı. Hatta bir sezon Galatasaray ile beraber düştü, sonra düşme kalktı vesaire… Yine o günkü değerli ağabeylerimizin hakkını ve akıttıkları terin, emeğin hakkını vererek söylüyorum ama üst sıralarda bir takım değildi. 1982-83 yılı ise yatırımların arttığı, Efe Ağabey’lerin (Efe Aydan) vesaire transfer olduğu seneye gelir. Orada da açıkçası Fenerbahçe’nin yeni kurulmuş bir kadrosu vardı, herkes şunu bekliyordu: Kadro kurulacak, ertesi sene hemen şampiyon olunacak. Fenerbahçe milyonluk takım kurmuştu ama biz Marmara Üniversitesi’nin salonunda antrenman yapıyorduk. Kış olurdu, ben o Calvin’in kafasında şapkayla, elinde eldivenle antrenman yaptığını bilirim. Yani altyapı olarak daha öbür kulüplerin seviyesinde değildik. Tabii müthiş bir taraftar desteği vardı.

O senelerde Galatasaray vardı kulüp takımı olarak, güçlüydü. Beşiktaş iyi bir takımdı. Basketbola altyapı ve üstyapı olarak o zamanın kriterlerine göre büyük yatırımlar yapan, işi profesyonelleştirmiş müessese kulüpleri, Efes Pilsen ve Eczacıbaşı vardı. O zaman sporcuların mutlaka bir işleri olur, basketbolu yan iş olarak oynarlardı. Bu iki müessese takımı, bugünkü gibi yalnız basketbol oynayan, bunun yanı sıra başka işleri olmayan sporculardan kadrolar kurmuşlardı. Onların hem bütçeleri, hem de organizasyonlarının gücü, kulüp bütçelerinin çok üstündeydi.

O yıllarda tek yabancı hakkı vardı. Galatasaray iki tane oyuncuyu devşirerek üç yabancıyla oynuyordu. Yani şimdi hem Paul Dawkins, hem Michaelle Scearce hem de Nihat İziç beraber oynuyorlardı. Nihat Bosnalıdır, yarı Türk diyelim… Savaş zamanı verilen bir haktı. Onlar üç yabancı ile oynarken biz tek yabancı ile oynuyorduk. Günün sonunda bir sene Efes Pilsen’le, bir sene Eczacıbaşı’yla, bir sene de Galatasaray ile hep final, yarı final oynadık. Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazandık… Dolayısıyla Fenerbahçe, o dört sene boyunca yapmış olduğu yatırımların karşılığını belki şampiyonlukla alamadı ama yapılan yatırımların sonucunda Fenerbahçe taraftarını tekrardan tribünlere çektik. Radyoevi’ne kadar kuyruklar olduğunu hatırlıyorum. Fenerbahçe’nin tekrar taraftarıyla bütünleştiği, taraftarını maçlara doldurduğu bir dönem olarak değerlendiriyorum. Evet, şampiyonluk olmadı ama yapılan yatırımlar, Fenerbahçe’nin tekrardan basketbolda canlanmasının başlangıcı oldu.

1986 yazında kulübümüzden ayrıldınız. Paşabahçe ile Çukurova Sanayi Takımlarında oynadınız ve 1990 yazında Fenerbahçe’mize geri döndünüz. Kulüpten ayrılış ve geri dönüş sürecinize dair neler söylemek istersiniz?

Fenerbahçe’den ayrılışımın nedenini ve detaylarını yukarıda anlatmıştım. Geri dönüşte de Doğan Hakyemez’in çok katkısı vardır. Ben iki sezon Çukurova’da iyi sezonlar geçirmiştim, artık İstanbul’a dönmek istiyordum. Doğan Ağabey’e haber yolladım. O da mutlaka teknik ekiple de konuştu, onaylarını aldı ve beni transfer ettiler. O zaman kurallar gereği belirli bir sayıda alt yapıdan yetişmiş oyuncu oynatma zorunluluğu da vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim bu özelliğim de geri dönüşümü kolaylaştırdı.

En can alıcı soruya geliyorum Kemal Ağabey, cevabını merak ettiğim bir soru: 1990-1991 sezonu, Çetin Yılmaz yönetiminde yıllardır beklenen şampiyonluğun geldiği sezon olmuştu. Antalya’da Tofaş ile oynanan son maçta, koçun maç öncesi yaptığı unutulmaz konuşma ve şampiyonluğa dair aklınızda kalanlar nelerdir?

O sene yalnız saha içinde değil, saha dışında da zor bir seneydi. Körfez Savaşı’nın olduğu, hemen yanıbaşımızdaki bu savaşın bize hem sosyal, hem de ekonomik olumsuz etkilerinin olduğu bir seneydi. Hatta bazı takımların Amerikalı oyuncuları, herhalde büyükelçiliklerinin de uyarısıyla, sezon ortası ülkelerine döndü. Bizim Larry Richard bunu yapmadı. Kulübe, şampiyonluk hedefine ve takım arkadaşlarına saygısından dolayı Türkiye’de kaldı.

Diğer taraftan, Fenerbahçe’nin ekonomisinin de çok kuvvetli olmadığı bir yıldı. Ben hatırlıyorum, üç dört ay maaş almadan geçer, sonra bir kısım para gelir, o para alacağının boyutuna göre değil, ihtiyaca göre Doğan Ağabey tarafından dağıtılırdı. Öyle günler hatırlıyorum ki… Rahmetli Doğan Ağabey kulübe giderdi, diyelim ki 100 lra alması lazım ama 20 lira alabilmiş. Gelirdi, çağırırdı hepimizi, özellikle de takımın tecrübeli oyuncularını, koyardı masanın üstüne, “Çocuklar bunu alabildim, kimin neye ihtiyacı var? Ne kadar ihtiyacı varsa paylaştıralım” derdi. Maddiyatı da, başarıyı da, sevinci de, üzüntüyü de paylaşmayı bilen bir takımdık ve şampiyonluğu çok istiyorduk.

Çetin Ağabey, bu röportajın başında bahsettiğim gibi çok iyi bir motivasyon ustasıdır. Isparta’da Tofaş ile oynadığımız play-off dördüncü maçıydı. Kazanırsak şampiyon olacak, sezon başından beri uğraştığımız hayalimize ulaşmış olacaktık. Buna yalnızca 40 dakika kalmıştı. Tüm takım çok konsantre ve de çok gergindi. Teknik konuşma, otelde maça hareket etmeden önce yapılırdı, maç öncesi son konuşma bir toparlama ve motivasyon konuşması olurdu. Çetin Hoca başladı, sezon başından bu yana şampiyonluğa ulaşmak için çektiklerimizi özetledi, bunun önünde bir 40 dakika kaldığını, çok duygusal tınıyla anlatmaya başladı. Ben de hem dinliyor, hem de konuşulanı Larry Richard’a tercüme ediyordum. Çetin Hoca konuşuyor, ben çeviriyorum. Çetin Hoca tempoyu daha bir arttırdı, duygusallığa girdi. Ben bu sefer bıraktım tercüme etmeyi, o kadar hırslanmışız, o kadar duygulanmışız ki, ağlamaya başladım. Dedim ki “Hocam, ben bundan sonra tercüme falan edemiyorum, hadi maça çıkalım” (gülüyor).

Kaynak: twitter.com/FBTarihiOrg

O maçta olmadı ama bir sonraki maçta Antalya’da Tofaş’ı yenerek şampiyonluğa, büyük hedefimize ulaştık. Fenerbahçe formasıyla beraber, bütün o yorucu sezonun sonunda bir şampiyonluğa ulaşmak çok çok çok değerliydi. Ve hakikaten biraz evvel de söylediğim gibi, çok keyifli bir yıldı, güle oynaya, çok iyi dostluklarla… Kamplardaki keyfimiz, muhabbetler, sohbetler… Hakikaten bugün bile gayet iyi duygularla, tüylerim diken diken olarak anımsıyorum. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu tabii büyük ses getirdi, basında çok geniş yer aldı ve o takım, Fenerbahçe’lilerin sevdiği bir takım oldu.

Hiç unutmuyorum, Başkanımız Metin Aşık idi ama Ali Şen başkan, final maçı sonrasında bize helikopterini yollamıştı ve bütün takım, helikopterle Antalya’dan İstanbul’a gelmiştik. İstanbul’da Suadiye’ye indiğimizi hatırlıyorum. Orada bizi şampanyalarla karşılamışlardı. Tabii ondan sonra Fenerbahçe, basında yer aldı. Fenerbahçe camiasında çok iyi karşılandık. Çok güzel yıllardı. Bu vesile ile rahmetli Metin Aşık başkanı rahmetle, Ali Şen başkanımızı da sevgiyle, saygıyla yad etmiş olalım. Güzel yıllardı.

İyi bir kadroya sahip olan takımımız 1991-1992 ve 1992-1993 sezonunda lig macerasına Efes Pilsen’e karşı yarı final ve final aşamalarında üzücü şekilde veda etmişti. Sizce bu sezonlardaki talihsizliğin sebebi neydi değerli Kemal ağabeyciğim?

Şöyle: Talihsizlik, Efes Pilsen ile Fenerbahçe arasındaki müthiş bütçe uçurumuydu. Ben sana şöyle söyleyeyim: Efes Pilsen ile final oynuyoruz, iki Amerikalımız kaçtı. Paralarını alamadıkları için ayrıldılar. Efes Pilsen, iki yabancısıyla tam kadro oynuyor. Zaten güçlü bir kadro. Biz ise Amerikalısız sahaya çıkmış haldeyiz. Zaten 3-4 aydır maaşımızı alamamışız, almasak da bizim için önemi yok ama oyuncuları olumsuz etkilediği kesin. Tabii ki farklı yenildik. Çok moral bozucu bir şey. Yani bütün sene uğraşıyorsun, didiniyorsun, adamın bütçesi 10 lira, senin bütçen 3 lira. Ona rağmen adamla rekabet ediyorsun, yeniyorsun ama finale çıkacaksın, finalde Amerikalılarını kaybediyorsun.

Tabii bunlar işin keyifle hatırlanmayacak anıları ama işin şu tarafı var: Fenerbahçe’nin basketboldaki yatırımı ve büyüklüğü 1982 yılında, senin de işaret ettiğin yıldan sonra, içinde bazı yıllar ben varım, bazılarında yokum, o günden bugüne gelene kadar Fenerbahçe hep var. Yani bir sene Çukurova ile final oynuyor, bir sene Eczacıbaşı ile, bir sene Efes Pilsen ile, bir sene Paşabahçe ile… Şimdi bu saydığım takımların yarısı ortada yok. Fenerbahçe her zaman orada. Bunu takdir etmek lazım. Çok uzun soluklu bir yatırım bu ve Fenerbahçe, basketbol dediğinde her zaman orada.

Ve Fenerbahçe’nin en önemli şeyi: çok da güzel bir salonu var. Yani Ülker Arena… Bugün yine 30-40 yıllık bir perspektifle yatırım yapan Efes Pilsen takımının bir salonu yok. Onlar da mutlaka “Biz bu kadar yatırım yapıyoruz, devlet veya belediye de bir salon yapıp bu yatırımımıza destek versin” diyordur. Fenerbahçe ise belki bugün Avrupa’nın en güzel salonlarından birisine sahip ve de her zaman da öyle ya da böyle, basketbolun üst seviyesinde mücadele ediyor. Dolayısıyla bu çok uzun soluklu yatırımlar, her zaman çok değerlidir. Hep oradasın yani, hep yukarıya oynuyorsun. Hep altyapılarda oyuncu yetiştiriyorsun. Bunlar hakikaten çok uzun soluklu emeklerdir, uzun soluklu yatırımlardır. Fenerbahçe’nin de büyüklüğüne yakışır bir şeydir.

Aktif sporculuğu 1993 yılında Fenerbahçe’mizde bıraktınız. Bu kararınızın sebebi eğitim ve iş yaşamınızdaki başarınız veya idarecilik yapmak istemeniz miydi?

Benim aklımda idarecilik hiç yoktu. Şirketimiz yavaş yavaş büyümeye başlamıştık. İşlerimiz iyi gidiyordu, işlerime daha konsantre olabilmek için… Ve de işte en son sahaya çıktık, Amerikalılar yok vesaire… Bu bütçesizlik içerisinde biraz da fazla yıprandım. Çünkü ben en son sene oyuncu ve takım kaptanıydım. Takım kaptanıyken bir tek kendi derdinle değil, takımın derdiyle de ilgileniyorsun. Para alamayan oyuncu sana geliyor, öbürü geliyor, vesaire… Bunlarla yıprandığımı gördüm ama işime daha çok konsantre olayım diye basketbolu bıraktım ve açıkçası iş hayatında kendime daha fazla gelecek gördüm. Bir beş yıl daha fazla basketbol oynamanın bana bir şey getirmeyeceğini gördüm. Dolayısıyla bunun için karar aldım. İdarecilik aklımda yoktu ama tamamen tesadüf, 1907 Fenerbahçe Derneği’nin bu işi alması, orada da benim dostlarımın olması… Davetleriyle beraber 1907 Fenerbahçe Derneği’nde yöneticiliğe başlamış oldum ve ondan sonra bu devam etti zaten.

1992-93 sezonunda Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı. Kemal Dinçer, alt sıranın en sağında.

Belki bir sonraki soruda gelecek, onu da ben söyleyeyim: 1996 yılına kadar ben bunu yaptım, yılları karıştırıyor olabilirim ama 1996 yılına kadar, ilk iki sene takım menajeri, daha sonraki yıllarda yönetim kurulu üyesi ve şube sorumlusu olarak. Ondan sonra 1996 yılındaki seçimlerde Turgay Demirel beni aradı, “Sen bu kadardır basketbola hizmet ediyorsun, Fenerbahçe’ye hizmet ediyorsun. Biraz da Türk basketboluna hizmet et. Ben yönetim kuruluna seni almak istiyorum” dedi.

1996’da Türkiye Basketbol Federasyonu Yönetim Kurulu’na girdim. O sene, girer girmez de ilk toplantıda bana Milli Takımları verdiler. Turgay Ağabey demişti ki, “2001’de Avrupa Şampiyonası var. Şampiyonayı 2001’de Türkiye’de yapacağız. Bizim de hedef şampiyonamızdır. Çok da iyi bir jenerasyon geliyor”. Ben o zamanlar tanımıyordum açıkçası. Hidayet Türkoğlu, Mehmet Okur, Kerem Tunçeri gibi oyuncuların olduğu, çok kuvvetli bir jenerasyon. Ve ben Milli Takımlar sorumlusu oldum. Mesela Hidayet’leri ilk tanıdığım yıllardı, onlarla beraber Milli Takım maçlarına, kamplarına hep gittim. 2001’de de o kadroyla beraberdim, meşhur 12 Dev Adam Hikayesi, ben Milli Takımlar sorumlusu idim 2001’de. Ve çok da başarılı olduğumuz bir turnuva oldu, ikinci olduk ama ondan evvel de Erman Kunter ile beraber 1999’da yine Avrupa Şampiyonası’nda, Fransa’daydık. Erman Kunter antrenörümüzdü. Orada da ben Milli Takımlar sorumlusuydum. İlk defa 1999 yılında, 20 yaşında dört beş oyuncuyla sahaya çıkıyordu Erman. O da cesur bir antrenördür, iyi bir dostumuzdur. Orada, 1999’da, bu kadar genç bir kadroyla iyi ses getirmişti. Şanssızlıklar yaşadık ama 2001’in de ön hazırlığıydı. 2001’de çok ciddi bir başarı elde ettik, gümüş madalyayı kazandık.

EuroBasket 2001 ikincisi Türkiye. Kaynak: trendbasket.net

Sen soracaksın, anlatayım: Bir gün işi bırakmıştım, 2002 yılıydı. Basketbol Federasyonu’nda çalışıyordum, yine yönetim kurulundaydım. Aziz Bey bir gün beni aradı, “Kulübe gelir misin?” dedi. Ben “Herhalde bana Fenerbahçe Basketbol Takımı ile ilgili bir şey soracak” dedim. Saat 17:00 gibi gittim, hatırlıyorum, odasına gittim, “Kemal biz futbolda birçok şeyi başardık ama bu saha içindeki idari işleri iyi yapamadık. Ben seni futbolun menajeri olarak, idari sorumlusu olarak düşünüyorum. Ne dersin?” dedi. Ben de açıkçası öyle kaldım açıkçası. Ben “Fenerbahçe basketbola tekrar dön, basketbolun başına geç” gibi bir teklif bekliyordum, ya da basketbol ile ilgili bir şeyler bana soracak diye bekliyordum, çok şaşırdım. Hiç de unutmuyorum. “Başkanım, teşekkür ederim bir defa, çok değerli bir görevi bana veriyorsunuz ama ben böyle bir kararı vermek için süre istiyorum. Ciddi bir işim var, sizin anlattığınız işte işimi gücümü bırakmam lazım, dolayısıyla benim babam ile konuşmam lazım, ortağım. Sonra ailemle, karımla konuşmam lazım. Çünkü 24 saatlik işler bunlar. Başkanım, izin verin 2-3 gün düşüneyim” dedim. Neyse, iki gün sonra aradım. Aslında diğer şeylere, işime vakit ayırmam lazımdı, aileme vakit ayırmam lazımdı, bunlardan fedakarlık yapmayı göze aldım. “Tamam” dedim ve futbolun idari sorumlusu oldum.

Ve böylece bir futbol macerası başladı. Tabii o zaman da herkes şaşırdı. Yani basketboldan birinin böyle bir göreve gelmesi… Fakat çok açıktı yani. Benim normal şartlarda 3-5-2, 4-4-2’yi konuşacak halim yok. Ben işin idari kısmını yapacaktım. Zaten teknik kadro seçilmişti, yapılmıştı. Ben idari işlerden sorumlu olacaktım. O sezonun ortasına kadar gittik, Werner Lorant antrenördü. O meşhur 6-0’lık galibiyette sahada oldum. Hala da keyifle hatırlarım ama iyi bir sezon geçirmiyorduk ve sezonun ortalarında da görevimden ayrıldım. Çünkü baktım, içeride istediklerimi yapamıyorum, istediğim düzeni kuramıyorum. Werner Lorant, beraber çalışılması kolay olmayan, benim tasvip etmediğim türden kararları ve aksiyonları olan biriydi. Ama tabii futbol takımında teknik direktör her şeyin üzerinde olduğu için onun düzeni devam ediyordu. Ben de o düzenin içinde olmak istemedim ve istifa ettim. Ondan sonra zaten Lorant da 3-5 hafta sonra gitti, Oğuz Çetin geldi. Fakat benim futbola öyle bir girişim oldu.

Oğuz Çetin ve Werner Lorant.

Daha sonra, o yıldan başlamak üzere televizyonlarda, futbol programlarında yorumculuk yaptım ama dediğim gibi, o yorumculuğu yaparken her zaman işin sportif tarafında kaldım. Hiçbir zaman teknik detaylarla ilgili bir ukalalık ve haddimi aşan bir şey yapmadım. Futbolun ve daha çok da sporun genel nosyonu üzerinde konuştum. İşte ATV’de yaptım, Kanal 24’te yaptım.

2008’de de sayın Hasan Doğan, rahmetli, Futbol Federasyonu Başkanı olduğu zaman bana Temsilciler ve Gözlemciler Kurulu Başkanlığı teklif etti. Ben de ona “Ben çok Fenerbahçeli biliniyorum, burada sizi yıpratacak bir şey olmasın?” demiştim. “Yok, ben seni çok iyi takip ediyorum, biliyorum. Hem basketbolda, hem futbolda yaptıklarından dolayı ben seninle çalışmak istiyorum” demişti. Ve 2008-2012 yılları arasında başkan önce Hasan Doğan’dı. Rahmetli olunca Sayın Mahmut Özgener devam etti, sonra onun istifasıyla Mehmet Ali Aydınlar devam etti. Sonra Yıldırım Demirören, dört dönem üst üste, tabi bunların süreleri kısa, farklı farklı oluyor, Türkiye Futbol Federasyonu Temsilciler Kurulu başkanlığı yaptım. Çok da gururla hatırladığım bir dönemdir. Temsilciler Kurulu’na ve dolayısıyla futbola, objektif gözlemleyen insanların söylemi ile çok ciddi katkılar yaptık. Tabii ben, kurul arkadaşlarım ve idari ekip. Türkiye Futbol Federasyonu Temsilciler Kurulu Başkanlığı, bizimle beraber daha saygın bir kurum oldu. Daha saygın kurum olurken de temsilci kitlesinde kalitesini çok yukarıya çıkardı. O da ayrı ve uzun bir hikayedir. O dönemde futbol adına çok önemli kazanımlar elde ettik. Daha sonra, 2012-2013 senesinde de yine Sayın Aziz Yıldırım’ın davetiyle basketbolun genel koordinatörü oldum. Bir yıl da onu yaptım. Daha sonra da, şu anda beraber olduğumuz şirketime konsantre olmak üzere 2013 yılından beri de sigortacılık faaliyetlerime devam ediyorum.

Ben size tekrardan bir soru soracağım. 2001-2002 ve 2002-2003 sezonlarında futbol takımımızda görev aldığınız süre, size neler kattı?

Her zaman, en küçük yaşlardan beri, Fenerbahçe’nin her futbol maçını tribünlerden seyreden bir insanım. Tribünde olmasam da televizyondan seyreden bir insanım, daha çok tribünden. Tribünde olmaktan keyif alan bir insanım. Bütün arkadaş, dost sohbetlerimizde, bunların birçoğu da Fenerbahçe camiasının içinde olan insanlardır, hep Fenerbahçe Futbol Takımı’nın nasıl daha ileriye gideceği ile alakalı, Fenerbahçe Kulübü’nün nasıl ileriye gideceği ile alakalı hep bir beyin jimnastiği vardı içimde. Yani biz oturduğumuz zaman “Sol kanatta o olsun, sağ kanatta bu olsun”dan ziyade “Kulüp nasıl daha iyi olur?” diye konuşurduk. Zaten 1907 Derneği’nin içinde de görev aldım, oradaki ana misyon da budur, kulübü nasıl daha iyiye götürebiliriz. Buna her zaman çok kafa yormuş ve bununla ilgili çok tartışmış, farklı gruplarda buna çözüm aramış bir kişiydim.

Dolayısıyla Fenerbahçe’nin futbol gibi en üst seviyedeki bir sporda idari yapının başında bir insan olarak yapacaklarımı, en azından düşündüklerimi hayata geçirebilmek için çok iyi bir platform olduğunu düşünüyordum. Ve çok uzun soluklu olmasa da, elimden geldiğince katkı yapmaya çalıştım. 6-0’da sahadaydım ama 6-0’a katkım sınırlıydı, ben ancak o takımın idari yapısıyla alakalıydım. Daha çok hayalim vardı, daha çok şeyler yapabilmek istiyordum, futbol takımının bir anayasasını yazmak istiyordum. Ben işe başladım, bana bir görev verdiler ama bu görevin tanımı yoktu. Sayın başkan “Sen beni orada temsil ediyorsun” dedi, sağ olsun teveccüh gösterdi ama nelerden ben sorumluyum, nelerden Lorant sorumlu, belli değildi, ya da zaman ve görev dağılımları çok net değildi. Buradaki hiyerarşik yapıyı ve görev tanımlarını biraz daha yapacak zaman kazansaydım daha iyi olurdu ama futbolun dinamiklerini öğrendim. En azından plan yaptığımız, hep konuştuğumuz konuları pratikte yapmayı denedim. Bir kısmını başardım, bir kısmını başaramadım. Futbol dünyasını da aslında daha iyi tanımış oldum. Futbolun, Fenerbahçe’nin, basının içtenlikleriyle beraberdim. Çünkü sen orada olduğun zaman basını işin içinde oluyor, sporcusu oluyor, yöneticisi oluyor. Bütün bunlarla, bütün bu kulübün içi ve dışındaki paydaşlarla her daim bir iletişimin oluyor. Orada biraz daha futbolu tanıdım.

Kemal Dinçer’in görevde olduğu dönemde Fenerbahçe, Galatasaray’ı 6-0 mağlup etmişti. Fotoğraf: Fanatik

Aslında orası da zaten, 2008-2012 yılındaki, kanımca, kendini methetmek gibi olmasın ama başarılı geçirdiğim Temsilciler Kurulu dönemi için de çok iyi bir hazırlık oldu. Daha sonraki zamanda da televizyonda tasvip etmediğim bir model, bir yorumculuk vardı. Daha magazinel ve daha taraftara, kulüp amigoluğuna dönük bir yorumculuk. Hala da var. Ben televizyonda yorumculuk yaptığım dönemlerde hep futbolun, uluslararası futbolun, enternasyonal futbolun ve sporun doğrularıyla ilgili bir şeyleri dile getirmeye çalıştım. Çok takdirler de aldık, onların da öyle keyifli anları vardır. Böyledir yani futbolun hikayesi.

Ben yine basketbola geçiyorum… Fenerbahçe’mizde sporcu olarak geçirdiğiniz toplam yedi sezonda Ali Rıza Limoncuoğlu, nam-ı diğer Aliço, Calvin Roberts, Hüsnü Ağabey ve Larry Richard gibi unutulmaz isimlerle beraber oynadınız. Fenerbahçe’mizde aynı takımda yer almaktan ve arkadaşlık yapmaktan en keyif aldığınız isim kimdi? Belki genel olarak ama sizin gibi değerli bir ağabeyimizden bunun cevabını almak, benim için değerlidir.

Tek bir oyuncuyu seçmek mümkün değil. Hepsiyle çok yakın dostluklarım vardı. Aliço benim aynı zamanda oda arkadaşımdı. Aliço ile daha yakındık. Basketbolun sonrasında da zaten görüşüyoruz, ediyoruz falan ama hepsi iyiydi. Mesela o dönemlerde İbrahim Kutluay daha genç bir oyuncuydu. İbrahim ile mesela bir muhabbet ekibimiz vardı. Ben, Levent Topsakal, Ferhat, Hüsnü, Aliço… Biz bir odaya toplanırdık. Can Sonat gelmezdi, o daha çok Japonca çalışırdı içeride. Larry zaten kendi odasında otururdu. Mesela İbo, o zaman İbo 16-17 veya 18 yaşındaydı herhalde, o gelirdi mesela, bizim muhabbete girerdi. İbo’yu da çok severdik, hala da çok severim, o da benim kardeşim gibiydi, küçük kardeşim gibi sevdiğimiz bir oyuncudur. Yani ayırmak çok mümkün değil. Hepsiyle basketbol hayatımın sonrasında arkadaşlıklarımız devam etti. Hala da konuşuruz, görüşürüz, zaman zaman bir araya geliriz. Tabii artık herkes biraz fazla dağıldı ama hala bir araya geldiğimizde, o bıraktığımız yerden devam edecek kadar da çok yakınızdır.

O dönemde oynadığınız Galatasaray, Beşiktaş ve Efes Pilsen maçlarının takım ve taraftar için önemini de ben merak ediyorum. Bunu da cevaplayabilirseniz çok sevinirim.

Galatasaray maçı bunların hepsinden farklı. Yani mesela Efes Pilsen ile de şampiyonluk maçı oynadık ama Efes Pilsen ile şampiyonluk maçı oynamakla, Galatasaray ile şampiyonluk maçı oynamanın farkı vardı. Efes Pilsen ile oynarken, günün sonunda sahadaki 10-12 kişi oynar. 12 kişi ve tek bir idari kadro oynar. Galatasaray ile oynarken, sanki rakamlar uçuyor, 15-20 milyonluk camia için oynadığını hissedersin. Tribündeki adam Efes Pilsen maçında şampiyon olmaya bakar, rekabete bakar ama Galatasaray maçına bir başka bakar. Sen de bu camianın, tribünlerin bir çocuğusun, ben de tribünlerde olan bir adamım, o taraftarın ne hissettiğini çok iyi bilirim. Galatasaray’ı bunların hepsinden ayırmak lazım.

Tabii Beşiktaş ile olan rekabet de çok değerlidir ama Galatasaray maçları her zaman bir farklıdır. Aynı şekilde Galatasaray için de öyledir, Fenerbahçe maçları farklıdır. Ve bunların ikisinin şampiyonluğa oynamalarına gerek yok. Fenerbahçe ve Galatasaray hangi seviyede olursa olsun, o maçlar her zaman camia için değerlidir. Yani sen Efes Pilsen’e yenilirsen Fenerbahçe taraftarı seni affedebilir ama Galatasaray’a yenilirsen çok farklı olur. Sen de bunu bilirsin. O maçlara hep ayrı hazırlanılır. Yani ben hep hatırlarım, Galatasaray ile oynarken, mutlaka taraftar -o zamanlar öyle bir adet vardı- antrenmana gelir, baklava getirirler, seni motive ederler. Kulübün başkanı takımı bir yemeğe çağırır ya da mutlaka antrenmana gelir, bir konuşma yapar çünkü o takımın mağlup olması, bütün yönetimi de etkileyen bir şeydir. Rahmetli İslam Çupi’nin dediği gibi, “Her Galatasaray maçı Fenerbahçe için bir bayramdır”. O söylemle büyümüş bir kitle olduğumuz için, nesiller olduğumuz için o şekilde daha farklı bakarlar ama öbür türlü şampiyonluk için sahaya çıktığında Efes Pilsen, Tofaş, Paşabahçe… Bunların birbirinden çok farkı yoktur açıkçası.

Ferhan Baras Ağabey ile röportaj yaptığımızda, aynı soruyu sorduğumda “Bir Fenerbahçelinin Galatasaray ile maçı, milli maçıdır” demişti. Sizin gibi eski oyunculara sorduğumda hepsi aynı cevabı veriyor. Yakın zamanda önemini yitirmiş gibi duruyor ama bence Galatasaray maçları her zaman çok önemlidir. Sonuçta basketbolda da 70 yıllık bir derbi geçmişi var.

Doğru söylüyorsun. Futbolda Galatasaray maçları hala çok değerli. Bu tarafta belki biraz daha değer kaybetti. Bu taraftaki değer kaybının nedeni, birazcık Türkiye’deki lokal basketbolun, yani Türkiye liginin değer kaybetmesiyle alakalı. Yani sokakta bir basketbolcuyu görüyorsun, kendi takımının oyuncusu olsa bile tanımıyorsun. Sokaktan bir adamı çevirsen, genç, basketbolla alakası olan, kim şampiyon, kim kimle oynuyor, hiçbir şey bilmez. EuroLeague’in çok kaliteli olması, basketbolun seviyesini yukarıya doğru çıkartması, NBA’ın bile artık bir kumandanın ucunda olması Türkiye Ligi’nin önemini azaltıyor. Bir de insanların, hele hele büyük şehirlerde sosyal hayatları çok daha farklı. Şimdi sen cumartesi günü saat 17.00’de gidip bir tane maç seyretmezsin.

Bir de çok enteresan bir şey var: Eskiden bir maça giderdik mesela, maçlar sıralıydı. Mesela bir giderdin mesela, Efes Pilsen ve Eczacıbaşı oynardı, sonra Fenerbahçe ve Galatasaray oynardı. Gittiğinde üç maç birden seyrederdin. Şimdi İstanbul büyük bir şehir, bir tane maç Ataköy’de, bir tanesi Erenköy’de. Bugün Erenköy’de oturan bir adamın Ataköy’e maça gitmesi, geri gelmesi, bütün Cumartesi gününü götürüyor. Bunun yerine televizyonda oturup seyretmek daha da rahat oluyor. Bu tabii büyük şehirler için problem ama küçük şehirlerde basketbola ilgi her zaman daha çok olmuştur. Yani bugün örneğin Gaziantep’te, atıyorum Adana’da, Ankara’da, İzmir’de her zaman tribünleri doldururlar. Büyük şehirlerde bu iş biraz daha zor. Fenerbahçe’nin çok güzel bir arenası var ve o çevrede de çok oturan var, Ataşehir ve çevresi… Kadıköy de yakın olduğu için dolduruyoruz tribünleri ama iç rekabet birazcık değerini kaybetmiş gözüküyor.

Simone Pianigiani ile başlayan ve Ertuğrul Erdoğan ile sonlanan 2012-2013 sezonunda ise Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı’nın koordinatörlüğünü yürüttünüz. Bu sezon, iyi ve kötü yanlarıyla sizin için nasıl bir deneyim olmuştu? Önceden sormuştum ama tekrardan cevaplarsanız sevinirim.

Başarısız giden üst üste birkaç sene olmuştu. Onun üzerine bir davetle geldim. Biraz önce söylemiş olduğum gibi, başkanın, Aziz Bey’in davetiyle Futbol Federasyonu’ndaki görevimi bırakıp geldim. O dönemde önce bir koça ihtiyacımız vardı. Benim göreve başladığım tarihte kulüp yönetimi birkaç koçla görüşmüştü ve olumsuz dönüş almıştı. Bir tanesi Željko Obradović’ti, bir tanesi Ettore Messina idi. Obradović ve Messina’dan olumsuz dönüş almışlardı. Ben o sırada bir araştırma yaptım. Simone Pianigiani hem Siena’daki başarısıyla, almış olduğu derecelerle öne çıkıyordu. Avrupa’da basketbolun önemli isimlerinden birkaçıyla konuştum, hepsi Simone’yi bana önerdiler açıkçası. Ben de kendisi ile 3-4 kere oturdum, anlaşmadan evvel bir tanıyayım diye, felsefesini anlayayım diye görüşmeler yaptım. Bunların hepsi olumlu geçti ve sonunda kendisiyle bir anlaşma yaptık.

Simone Pianigiani.

Orada belki göremediğimiz, öngöremediğimiz konu şuydu: Simone gerçekten basketbolu iyi bilen, basketbolda çok ciddi başarılar elde etmiş biriydi ama küçük bir şehirde, Siena’da, kuvvetli bir başkanla, adam daha sonra hapislere düştü, İtalya içinde başarılı olmuş bir antrenördü. Fenerbahçe’nin sofistike yapısı, ilk defa yurtdışında çalışıyor olmasının getirdiği zorluklar ve Türkiye’deki oyuncuların kültürünü tam anlayamamasından kaynaklanan bir bocalama yılı geçirdik. Aslında çoğunluğu kendi aldığı oyunculardı. Yani Bo McCalebb zaten onun oyuncusuydu, o aldı. Diğer oyuncuları, Romain Sato’yu, Mike Batiste’i kendisi seçti, kendi kurdu.

Biz bir antrenöre güvendik ve antrenöre güvendikten sonra takımı ona emanet ettik. Kadromuzda Ömer Onan, Kaya Peker, Oğuz Savaş gibi oyuncular vardı, bütün yabancıları kendisi seçti ve yola çıktık. İlk dönemde çok da iyi gidiyorduk fakat daha sonra, bin tane nedeni var, o ilk dönemdeki başarı çizgisini devam ettiremedi. Daha sonra takımla iletişimi koptu. Takımla iletişiminin kopmasının en son noktasında hastalandı. Hastalandığı turnuvada, Türkiye Kupası’nda Ertuğrul Erdoğan ile sahaya çıktık ve Türkiye Kupası’nı kazandık. Takım bir kenetlendi yani, takımın ona karşı bir reaksiyonu olmuş. Ve Ertuğrul’un etrafına kenetlenince kupayı kazandık. Zaten ondan sonra Simone’nin burada kalmasının pek imkanı yoktu. Anlaşarak ayrıldık. Ben o tarihten sonra da kendisiyle görüşmeyi sürdürdüm. Ertuğrul ile devam ettik. Fakat oyuncuların sene sonuna doğru performansının iyice düşmesi, Batiste’in iyice dışarıda kalması derken sezonun sonunu iyi getiremedik ve yarı finalde elendik. Ondan sonra, o dönemin sonunda ben ayrıldım.

Aslında şöyle: Obradović çok büyük başarı elde etti ama o da ilk senesinde başarılı olamadı. Final Four’a kalamadık. Dolayısıyla burada bir koç belirleyeceksin. Futbolda da öyledir, basketbolda da öyledir, o koç bir yıl belki hata yapacak, ikinci yıl onun üzerine bir şey bina edecek. Obradović bunu yaptı, Obradović çok kuvvetli bir karakter. Simone o gücü, o karakteri gösteremedi açıkçası. Yani Simone ile ilk sene, kurulur kurulmaz illa ki müthiş bir başarı olmayabilirdi yani. Biz “Final Four oynayacağız” hedefiyle gelmiştik, olmayabilirdi. Kenarından köşesinden kaçırabilirdik. Ama bir sene sonra takımda iki üç tane şeyi değiştirip, bir sene sonra Final Four oynayacak bir takım haline gelebilirdik. Simone onu yapamadı, biz de Simone’de onu yapabilecek şeyi görmedik ve sezonu bu şekilde bitirdik. Bir Türkiye Kupası ile Türkiye Ligi yarı finali oynayarak bitirdik. Ondan sonraki yılda da zaten Obradović geldi.

Obradović’e ilk ben gittim, Obradović ile Belgrad’da konuştum. Hatta play-off da oynanıyordu, tabii bir sene sonrası için. Daha sonra o zamanki yönetime, Semih Özsoy vardı, Aziz Bey vardı, ikisine de söyledim. “Play-off oynanırken ben gittim, konuştum ve Obradović Türkiye’ye gelmek istiyor” dedim. Daha sonraki zamanda da ben ayrıldım. Ondan sonra onlar da anlaştılar zaten. Obradović ile Fenerbahçe, çok başarılı bir dönem geçirdi.

Bu bizim için çok ince bir ayrıntı oldu Kemal Ağabey. Bu cevap için çok teşekkür ederim.

Tabii. Tarihi de belli, hatta Mirsad Türkcan ayarlamıştı toplantıyı. Nisan ayında ben bir gün Belgrad’a uçtum, Play-off oynanıyordu daha. Ama ben Fenerbahçe’nin bu büyük hamleleri için de, bu büyük hedefleri için de Obradović ile anlaşmamız gerektiğine inanıyordum. Uçtum Belgrad’a bir gün, buluştuk, saat hatırladığım kadarıyla 17:00 miydi neydi, oturduk bir yerde, gece 12’ye kadar, yedi saat boyunca tek tek oyuncular üzerinde konuştuk, bütün bütçeler üzerinde konuştuk. Hangi oyuncular kalır, hangileri gider… Ve aşağı yukarı kendisinin de mali beklentisi ile ilgili konuştuk. Ben sonra geldim, bütün bunları önce Semih Özsoy’a, sonra da Aziz Yıldırım’a söyledim. Dedim ki “Ben olurum, olmam, Fenerbahçe için böyle bir koçla önümüzdeki sene çalışmamız lazım. Bunun da böyle böyle bir bütçesi var, kendi istediği bütçe, artı takım için istediği bütçe. Ve şöyle planları var, bu oyuncuyu istiyor, bu oyuncuyu istemiyor… Ben olurum olmam ama bu adamla anlaşmak lazım”. Dolayısıyla ondan sonraki dönemde ben, devam etmeme kararı aldım. Benim Fenerbahçe ile sözleşmem aslında iki yıllıktı. Aziz Bey’den affımı rica ettim, devam etmek istemediğimi söyledim. Benden sonraki dönemde de Obradović ile görüşmeler devam etti ve en sonunda anlaştılar.

Aziz Yıldırım ve Željko Obradović. Kaynak: Fotomaç

Obradović nasıl birisi? O ilk görüşme nasıl geçti? Bunu da sorunun içinde soru olarak sormak istedim size. Tabi cevabını vermek istersiniz, istemezsiniz, siz bilirsiniz.

Obradović’le birlikte çalışmadım, bu nedenle soruna cevap vermem mümkün değil. Dediğim gibi, 5-6 saat oturup sohbet ettim. O günden sonra bir daha oturup bir yerde konuşmuşluğumuz yok. Tabii ki kendisini çok uzun zamandır takip ediyoruz, görüyorduk o tarihe kadar. O tarihten sonra, zaten Fenerbahçe’de kaç yıl görev yaptı. Dolayısıyla bu, benim 5-6 saatlik intibamdan çok daha önemli bir şey. Fenerbahçe’nin bu süreç içerisindeki intibası daha önemlidir. Zaten herkesin takdir ettiği bir hoca. Tabii ki basketbolu çok iyi bilen, ama basketbolu bilmek tek başına yetmiyor, basketboldaki bütün taraftarla, FIBA’sıyla, ULEB’i ile, EuroLeague organizasyonu ile, hakemiyle, oyuncusuyla çok iyi bir diyaloğu olan bir koç, önemli olan tarafı o. Çünkü bu koçluk, futbolda da öyle, herkes biliyor futbolu ya da herkes basketbolu biliyor. Önemli olan, basketbolda bir orkestra şefliği yapmak.

Orkestra şefliği yaparken de öncelikle herkesin sana inanması lazım. Yani sahadaki hakemin de senin iyi bir koç olduğuna inanması lazım, sahadaki oyuncunun da. Sen bir oyuncuya transfer teklif ettiğinde, o oyuncunun “Bu adam beni üst seviye bir oyuncu yapabilir” ya da Benden en yüksek performansı alabilir” diye inanması lazım. Obradović böyle bir adam. Dolayısıyla o, bütün basketbol camiasında çok büyük bir avantaj. Ve çok verici bir adam. Dostlukları var, arkadaşlıkları var, bütün basketbol dünyasıyla beraber. Avrupa’nın en saygın koçlarından bir tanesi. Dolayısıyla Fenerbahçe için de çok doğru bir hamle oldu. Tabii ki çok paralar harcandı, bütçeler çok yüksek. Bunun sürdürülebilir olması pek mümkün değil.

Bana bir şey soruyorsan, hani herkesten farklı bir şey söylemem gerekiyorsa, herkes tabii Obradović’i methediyor. Bunun karşıtı bir şey söylemek mümkün değil. Ama ben şunu beklerdim: Tabii ki 30 milyon Euro harcayarak Fenerbahçe’yi Final Four’a sokuyor. Taraftar muhasebeci değildir. Taraftar şuna bakmaz, 30 mu harcadı, 27 mi harcadı? Ama ben yönetici olduğum için bir taraftan da, günün sonunda bir iş adamı olduğum için bir fayda-maliyete bakarım. Yani 30 milyon Euro ile EuroLeague’de şampiyon oluyorsun ya da her sene Final-Four oynuyorsun, finali oynatıyorsun. Bu çok büyük bir başarı ama Obradović kalibresinde bir antrenörün 15 milyon Euro ile de bu başarıyı elde edebiliyor olması, Žalgiris Kaunas gibi, Bayern Münih gibi ya da ne bileyim başkası gibi… Avrupa’da 4-5 tane takımı çıkarttığın zaman, Final-Four zaten belli bir şey. En çok para harcayanları Final-Four’da görüyoruz. CSKA, Real Madrid, Fenerbahçe, Milano, bunlar en çok parayı harcayanlar. Sen 15 milyon avro ile bunların arasında yer alabiliyorsan o çok büyük bir başarı. Ben aslında onu beklerdim. Bir sonraki sene, Obradović’in bıraktığı senede aslında kulüp, bütçeyi düşürmek istiyordu. 15 milyon avroya düşürsünler, Obradović devam etsin. Ama orada da daha sonra Obradović ile yakın çalışan birinin bana aktardığı, sanki kendisinin de 15 milyon bütçeyle çalışmak istediği ama kimsenin kendisine temas etmediğini söylemiş. Tabii o detayları ben bilmiyorum ama böyle bir faydası olsaydı, açıkçası takip eden yılda daha iyi olurdu açıkçası. Çünkü Fenerbahçe, açıkça söylemek gerekirse 30 milyon avroyu her sene harcayamaz ama 12 milyon harcayabilir. 12 milyon ile de Obradović gibi iyi bir antrenör, bizi her sene Final-Four’a sokabilir. Şampiyon olmak yine çok güçtür, en son maçı kaybedebilirsin ama 12 milyon avro ile oralarda olmayı iyi bir antrenör bile sağlayabilirdi.

Fenerbahçe’de sporcu ve idareci olarak sahaya çıktığınız en unutulmaz maçlar ve anlar hangileriydi?

6-0’lık Galatasaray maçı, herhalde futbol olarak söylemek gerekirse en heyecan duyduğum maçtı. Basketbolda da şampiyon olduğumuz sezon, play-off seviyesindeki her bir maç çok önemliydi ama Genç Takım’da şampiyon olduğumuz sene, 1982 yılındaki şampiyon olduğumuz sene, o takımda epey bir yük de çeken bir oyuncuydum… Dolayısıyla oradaki haz, muazzam bir hazdı. Çok değerli takımları geride bırakarak şampiyon olduğumuz sene. Basketbol ile ilgili böyle spesifik bir şey söyleyebilirim. Her bir maçın çok özel havası, çok özel anlamı vardı açıkçası.

Kulübümüzde bugünkü pozisyonda geçirdiğiniz süre zarfında saha dışında yaşadığınız en unutulmaz, ilginç olayları anlatmanız mümkün müdür Kemal ağabey?

Yani iyi anılar da var, kötü anılar da var. Saha dışında yaşadıklarımız var, bir de görev yaptığım dönemlerde yaşadığım çok şeyler oluyor ama bunları kamuoyu ile paylaşmak doğru olmayabilir. Böyle spesifik olarak böyle, “Şöyle bir olay geçirdim” diye şu anda aklıma gelmiyor ama şunu söyleyebilirim: Her anın, her bir yaşananın mutlaka anısı var. Bazıları acı açıkçası, bazıları tatlı anıları vardır. Yani play-off maçına çıkıyorsun, bütün sene muazzam bir efor sarf etmişsin. Evet rakip Efes Pilsen, bizden zaten daha güçlü ama finale kendimizi atmışız, galiba Kolejliler’i elemiştik, maç oynuyoruz. Televizyonda, hatırlıyorum, Amerikalıları röportajda görmüştüm, bir dükkanda “Biz yarın maça çıkmıyoruz” diye mesela. O zaman takım kaptanısın. Bu korkunç, müthiş şey yapan bir durumdur baktığın zaman. 6-0’lık maç, futbolda, o sahada olmak, bir ara insan kendine inanamıyor… Böyle bir, iki, üç, dört, beş, altı, sayılar geliyor, goller… O anlar önemli. Her bir şey, iyileri de var, kötüleri de var. Tabii kötüleri insan çok hatırlamak istemiyor ama çok güzel anılar var tabii ki.

Hayatının önemli bir kısmını Fenerbahçe’mizde yaşamış bir spor adamı olarak, Spor ve Sergi Sarayı, Abdi İpekçi Spor Salonu ve Ülker Spor ve Etkinlik Salonu’nun atmosferlerini yaşadınız Kemal ağabey. Bizim için Spor Sergi ve Abdi İpekçi Spor Salonları çok özel bir yere sahip, anlatılanlara da esinlenerek. Siz bu salonları, atmosferi ve Fenerbahçe taraftarını nasıl anlatırsınız sevgili Kemal Ağabey?

Bir defa, Spor Sergi Sarayı’nı, belki biz içinde çok vakit geçirdik, belki gençliğimizde orada olduğumuz için hepsinden ayırdım. Spor Sergi şimdi bambaşka bir yapı oldu ama hala oradan yürürken, oranın bizim için, benim tüm jenerasyonum ve benden evvelki jenerasyonlar için çok farklı anlamları vardır. Hiç basketbola uygun bir yer değildi, bir çok özelliği ile. Soyunma odasından yukarılara çıkardık mesela, orada tost yiyen insanların önünden geçerdik. Sahaya çıkacağız, ısındığın yerde millet tostunu yerdi ya da sahaya çıkardık, bazı günler içerisi dışarıdan daha soğuk olurdu. O kadar buz gibi bir salondu. Ama o haliyle bile bizim hepimiz için de çok önemli bir yeri vardır.

Kaynak: kulturenvanteri.com

Ülker Arena’ya ise her baktığımda, Fenerbahçeli olmaktan dolayı, Fenerbahçe’nin yuvası olmasından gurur duyduğum bir yapı olarak bakıyorum. Son derece modern. Ve tabii şöyle oluyor: Yapılar modernleştikçe taraftarın da demografik yapısı değişiyor. Yani Ülker Arena’nın yapılmasıyla, bilet fiyatlarının belli bir yere gelmesiyle beraber tribündeki demografik yapı da değişti. Orada gerçekten basketbolu bilen, basketbolu seven, bir beyaz yakalı olarak çalışan bir kitle var. Daha evvel onlar futbol maçlarına, basketbol maçlarına gelmezlerdi, daha taraftar diyeceğimiz insanlar gelirdi, o kişileri basketbola getirmeye başladık böyle iyi salonlar yaparak, kalitesi yüksek stadyumlar yaparak. Yani bizim Saraçoğlu da aynı şekildedir. O köhne halinden bambaşka güzel bir yapıya dönüştü, localar vesaire… Onları yapınca, başka bir kitleyi de oraya getirmiş olduk. O kitle de aslında bir yerde, iyi para harcayan, bir bilete yüksek para veren, bu sayede kulübün gelirlerine katkıda bulunan bir kitle. Aynı zamanda bunlar toplum içinde de belli kesimde yer aldıkları için kulübe yarın öbür gün yönetici olarak, sponsor olarak destek olabilecek insanlar. Dolayısıyla demografik yapı pozitif olarak değişti. Tabii bazen de bu eleştiriliyor. Tiyatro izleyicisi gibi kişileri getirdiniz, doldurdunuz buraya” deniyor. Hep bu eleştiriler de vardı ama ben Fenerbahçe’nin EuroLeague maçlarına baktığım zaman o kitlenin bir tiyatro izleyen kitle gibi olmadığını, takımın arkasında altıncı oyuncu gibi çok ciddi bir itici güç olduğunu görüyorum açıkçası.

Röportajın başında da söylediğimiz gibi, Fenerbahçe basketbolunun 2010 yılında kaybettiğimiz unutulmaz isimi Altan Dinçer’in oğlusunuz. Kıymetli babanıza kendisinin Fenerbahçe’de geçirdiği yıllara ve size kattıklarına dair neler söylemek istersiniz Kemal Ağabey?

Babam için, tabii benim için de Fenerbahçe çok değerli. Hayatımın önemli bir parçası. Şu anda burası benim çalışma odam, röportaj yapıyorum. Bak, şurada bu asılı, burada bu almanak var. Tabii ki Fenerbahçe bizim için çok değerli ama babam için o günün şartlarıyla Fenerbahçe tamamen kendi kişiliğini bulduğu, benliğini bulduğu bir yerdi. “Fenerbahçeli Altan” olarak hatırlanırdı. Bizi de aslında hep bu duyguyla büyüttü. Biz Fenerbahçe sevgisiyle büyüdük diyebiliriz.

Ama o jenerasyonun bir özelliği de, ne kadar ezeli rakip de olsa Galatasaray, babamın bir çok arkadaşı da Galatasaray’da o günler basketbol oynayan Yalçın Granit gibi, Ali Kazaz gibi, Tuğrul Demir gibi insanlar babamın çok yakın arkadaşlarıydı. Hala da, şu anda işte Güner Yalçıner mesela, onlar çok yakın dostlardı. O yıllar öyle yıllardı. Bunlar maçları oynarlardı, maçları oynadıktan beraber yemeğe giderlerdi. Maçta, içeride müthiş bir mücadele ama dışarıda dost. Özel hayatlarında da dost olan insanlar. Yani babam Fenerbahçe sevgisini bana öğretirken aynı zamanda, bu Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın, bunların bir rakip ama hiçbir zaman düşman olmadığını ve bunların da aslında dostlarımız olduğunu, Fenerbahçe’nin büyüklüğünün ancak Galatasaray büyükse, beraberce değerleri olduğunu, aslında bu spor nosyonunda bana vermiş bir insandır. Dolayısıyla tek taraflı bir fanatik ya da amigo gibi yetiştirmedi bizi, bunu da açıkça söylemek gerekir. Çok Fenerbahçeliydi babam. Fenerbahçe maç kaybettiği zaman üzüntüsünden o akşam konuşmuyordu ama futbolda böyle bir midesine vururdu, midesi ağrırdı falan. Çok Fenerbahçeliydi, kişiliğini orada bulduğu için ve Fenerbahçe ile bütünleşen bir isim olduğu için. Ama aynı zamanda Galatasaray’a karşı, diğer rakiplere karşı çok saygılı bir insandı. Bize de vermiş olduğu önemli terbiyelerden biri de budur.

Saygıyla ve rahmetle Altan Ağabey’imizi de buradan tekrardan analım, mekanı cennet olsun. 2000’li yıllarda basketbol yatırımlarını artıran Fenerbahçe’miz, sizin de içinde bulunduğunuz bu dönemde EuroLeague kupasını müzesine götürdü ve Avrupa’nın en büyük kulüplerinden birisi haline geldi. Siz bu dönemi ve takımın şu anki durumunu nasıl görüyorsunuz Kemal ağabey?

Ben çok sürdürülebilir göremiyorum açıkçası. Bir taraftan Fenerbahçe’nin her yıl Final Four’da olmasından büyük gurur duymakla beraber, bu sene olamadı ama… Oralara demir attık, artık Final Four’da her zaman olabilecek bir kulüp olduk, artı daha önemlisi, Avrupa basketbolunda herkesin saygı duyduğu bir kulüp olduk. Hakemlerin, bütün oyuncuların, EuroLeague organizasyonunun, rakip taraftarların saygı duyduğu bir kulüp olduk. Bugün bir oyuncuya Fenerbahçe Gel” dediği zaman, hiç düşünmeden geliyor. Basketbolda Fenerbahçe kime teklifte bulunsa, oyuncu ya da antrenör koşa koşa gelir.

Burası çok iyi, herkesin gıpta ettiği bir organizasyon. Fakat bu rakamlarda devam etmek sürdürülebilir değildir. 30 milyonluk bütçe yerine bütçeyi 20 milyona indirmek de, benim şahsi kanaatimce akıl karı bir iş değildir. Bütçeyi indiriyorsan 10-12 seviyesine indirmek lazım ya da en fazla 10 milyon dolar seviyesinde yapmak lazım. Çünkü 20 ile geldiğin yer belli, 20 ile Final Four’un çok uzağındasın. Rakibinden 30 yiyorsun ve yılın sonunda 20 milyon harcamış oluyorsun. Fenerbahçe’nin yapması gereken 8-10 milyon avro bütçe ile, alttan yetiştirdiği oyuncuları da zaman zaman oynatabileceği bir organizasyon kurması. Bu, sürdürülebilir. Fenerbahçe her zaman 8-10 milyon avroluk sponsorlar bulabilir ama Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik durumda bir sponsorun çıkıp 20-30 milyon dolar vermesini beklemek çok makul değil. Şimdi sayın başkan Ali Koç var. Ali Koç’un kendi şirketleri olduğu için, holdingine bağlı şirketler, yine bunları verdirebiliyor ama bunlar bugünkü Türkiye için çok rasyonel yatırımlar değil. Dolayısıyla biraz daha makul ve sürdürülebilir bir bütçeyle, genç oyuncuları da oynatabileceğimiz bir kadro ve uzun yıllar aynı oyuncularla devam edebileceğimiz bir düzeni ben daha sağlıklı görüyorum Fenerbahçe basketbolu için.

Son olarak bu röportajı okuyan biz Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir sevgili Kemal ağabeyciğim?

Fenerbahçe taraftarlarına mesaj vermek haddimi aşan bir şeydir ama şunu söylemek isterim: Fenerbahçe’nin büyüklüğüyle her zaman gurur duyalım ama Fenerbahçe’nin başarılarının nasıl olabileceğini, hangi şartlarla yerine getirilebileceğinin analizini iyi yapalım. Ben Bir kurtarıcı gelsin, milyonlar versin, iki sene yukarıda olalım. Ondan sonra başka birini buluruz”dan ziyade daha uzun soluklu, daha sürdürülebilir bir başarının, daha rasyonel yatırımların önemli olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe taraftarının 3 Temmuz’da göstermiş olduğu birlikteliği her zaman sürdürmesi ve herkesin de kulübe bir katkısının olması, en önemli şey. Yani Fenerbahçe’den almanın değil, Fenerbahçe’ye vermenin esas olması lazım.

Herkesin gücü farklı olabilir. Biri bir tane forma alabilir, bir tanesi loca alabilir ama Fenerbahçe’ye mutlaka bir katkımızın olması lazım. Ben Fenerbahçe’ye en kızdığım yıllarda bile, yani o da başarısızlıktan dolayı futbol takımına, her zaman statta, tribünde kombinemi aldım, formamı aldım. Kendi katkım, bu şekilde bir katkı. Başka bir katkımız olursa da koşa koşa başka katkıyı da yaparız ama birlik olmak önemli. Tabii ki içeride, başkanlık seçimlerinde herkes farklı bir tarafı desteklemiş olabilir ama o işler bittikten sonra, seçim bittikten sonra gün birlik olma zamanıdır. En sonda sayın Aziz Yıldırım’ın, sayın Ali Koç’un seçimini yaşadık. Daha sonraki dönemde, ben açıkçası kulübün çok içinde değilim son birkaç yıldır ama dışarıda böyle yok muhalefettir vesaire… İçeride her şey yapılır ama dışarıya çıktığımız zaman bir yumruk olmak lazım. Belki de Galatasaray camiasında biraz örnek almamız gereken taraf, bir tane varsa belki de budur: Galatasaray camiası içeride ne yaşarsa yaşasın, en sonunda, dışarda tek yumruk olmayı bizden biraz daha iyi başarıyor gibi. Buna önem vermenin ve herkesin de kulübe gücü yettiğince bir katkıda bulunmasının, ekonomik gücü yettiğince bir katkıda bulunmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

Kemal Ağabey’ciğim, röportajımıza katıldığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Canım sağ olasın. Ben teşekkür ederim, buraya kadar zahmet ettin. Sizi de tebrik ederim, bu kadar böyle ulvi bir şey yapıyorsunuz, Fenerbahçe basketbolu için kendince emek ve zaman harcıyorsunuz. Bir yardımımıza ihtiyacınız olursa da her zaman yardım ederim.

Yorum bırakın