Altyapısından yetiştiği Fenerbahçe’mizde 1980 ve 1983 yılları arasında A Takım formasını giyen eski oyuncumuz Fensal Gürkan, Salon Tribünü ekibinden Erdi Tiran’a kariyerini, Spor Sergi yıllarını, rakip sporcular arasındaki dostluğu ve anılarını anlattı.
• Değerli Fensal Ağabey, röportajımıza hoş geldiniz. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için Salon Tribünü ekibi adına size teşekkür ederiz. 1959 doğumlu bir basketbolcu olarak, bu spora başlama hikayenizi bizlere anlatabilir misiniz?
Ben bu spora Pendik Lisesi basketbol takımında başladım. Pendikliyim, orada bir arkadaşım var, o beni basketbola Pendik Lisesi’nin basketbol takımında başlattı. Ben spora çok geç başladım, başladığımda lise ikinci sınıfta, yani 16-17 yaşlarındaydım. Başlangıcım bu şekilde oldu. Fenerbahçe’ye gelme tarafını soruyorsan, o zaman liseler arası şampiyonalar vardı. İstanbul Şampiyonası ve Türkiye Şampiyonası vardı. Bizim de, kimle olduğunu hatırlamıyorum ama, Haydarpaşa Lisesi’nde maçımız vardı. Pendik Lisesi olarak orada Fenerbahçe altyapı antrenörü Faruk Akagün tarafından keşfedildim. O da bizim maçımızı seyretmeye gelmiş. O maçta beni seyrettikten sonra benimle irtibata geçti. “Fenerbahçe Yıldız Takımı’na gelir misin?” diye sordu. Benim de başlangıcım böyle oldu. Orada bir lise maçında yerlere çok atlayıp zıplıyorduk, basketbolu bilmiyorduk, böyle böyle antrenörün dikkatini çekmişiz.
• Fenerbahçe altyapısında forma giydiğiniz dönemde, o dönem yeni kurulan Efes Pilsen’in yetkilileri tarafından keşfedildiniz ve lacivert-beyazlı kulübe katıldınız. Altyapı yıllarınız ve keşfedilme hikayeniz nasıldı?
Efes Pilsen ile, Fenerbahçe genç takımında tanıştım. Ben Fenerbahçe genç takımında oynarken bizim antrenörümüz Faruk Akagün, hem Efes Pilsen’in antrenörü, hem Fenerbahçe genç takımının antrenörüydü. En azından ayda bir kere, Efes Pilsen’in o zamanki ikinci ligdeki kadrosu ile maç yapıyorduk. Moda’daki o zamanki Maarif Koleji’nin (Kadıköy Anadolu Lisesi), şimdi yıktılar galiba, orada o salonu kullanıyorlardı ve biz de orada maç yapıyorduk. Hem bize antrenman oluyordu, hem de onlara antrenman oluyordu.
Bizim Fenerbahçe Genç Takımı da iyiydi o zaman. Hep iyi oyuncular vardı. Sonradan bir sürü oyuncu çıktı oradan. Efes Pilsen ile tanışmamız böyle oldu. Orada Efes Pilsen idarecileri, antrenman maçlarında bizi gördü. Fenerbahçe’nin genç takımındaki yaşımız dolunca Fenerbahçe’den ben, Hakan Artış ve Murat Yosmaoğlu, kaptan Murat bizden bir sene önce gitmiş de olabilir, öyle transfer olduk Efes Pilsen’e.

• 1978 ve 1980 yılları arasında formasını giydiğiniz Efes Pilsen’de iki Türkiye şampiyonluğu yaşadınız. Bu başarılar sizin için ne anlam ifade ediyor?
Ben spora çok geç yaşta başladım. Herkesin iki sene minik, iki sene yıldız, iki sene genç takımlarda oynadığı zaman ben üçer ay bu takımlarda oynadım. Yıldız takımında, Türkiye Şampiyonası’na gitmeme üç ay kala Fenerbahçe forması ile tanıştım. Bursa’ya Türkiye Şampiyonası’na gittim. Türkiye Şampiyonası’nda yıldız takımla iki sene önce oynamış arkadaşlarla beraber ilk beş çıkarak geldim. Oradan sonra iki sene genç takımda oynadım.
O zaman genç takımların hem İstanbul şampiyonaları, hem de Türkiye şampiyonaları vardı. Oradan Efes Pilsen’e geçmek çok büyük bir olaydı. Bizim Fenerbahçe Genç Takımı’ndan mesela Hakan Artış, ben ve Forty Murat (Murat Yosmaoğlu) bizim genç takımda değildi. Forty de başka bir takımdan Efes Pilsen’e gelmişti. Onlar da ikinci ligden birinci lige çıkmışlardı ve yeni bir kadro kuruyorlardı. Mehmet Döğüşken ve Calvin Roberts da geldi o sene. Kara Mehmet (Mehmet Döğüşken), Eczacıbaşı takımından geldi. Ankara’dan Aytek Gürkan ve Sami Müdüroğlu geldi. Doğan Hakyemez ve Erdim Öztokat vardı. Erdim Ağabey de Fenerbahçe A Takımı’ndan gitmişti. Böyle bir takım olduk ve o sene biz Eczacıbaşı dahil olmak üzere herkesi yenip Türkiye şampiyonu olduk.
O sene bizim için anlatılmaz bir şeydi. Efes Pilsen üç sene arka arkaya Amatör Lig’de şampiyon olmuş, İkinci Lig’de şampiyon olmuş, Birinci Lig’de şampiyon olmuş tek takımdır. Orada çok güzel şeyler öğrendik. Benim için anlamı budur.
• 1980 yazında, Efes’teki takım arkadaşlarınız Erdim Öztokat ve Sinan Öztürk ile birlikte Fenerbahçe’ye döndünüz. Geri dönüş ve sözleşme imzalama hikayenizi anlatmanız mümkün müdür?
Efes’in hedefleri daha büyüktü, yani bizden daha iyi oyuncular aldılar. O zaman da Fenerbahçe’de antrenör olarak rahmetli Mehmet Baturalp vardı. Biz de tekrardan gideceğimiz başka kulüp olmadığı ve Fenerbahçeli de olduğumuz için Fenerbahçe’ye koşa koşa geri geldik. Gelişimiz o şekildedir.
• Fenerbahçe A Takımı’ndaki ilk sezonunuzda rahmetli Mehmet Baturalp yönetimindeki takım, ligin normal sezonunu dördüncü sırada, klasman grubunu ise 11. sırada tamamlamıştı. Bu sezona dair neler söylersiniz?
O sezona dair şöyle bir şey söyleyeyim; biz Efes’ten gelen oyuncular olarak iki sene çok iyi antrenman yapıp gelmiştik. Geldiğimizde de Fenerbahçe’ye çok katkımız oldu. Rahmetli Erdim Ağabey, ben, Forty Murat ile bayağı iyi maçlar çıkardık. Ben o seneler, yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye Ligi sayı krallığında ve ribaunt krallığında ilk üçün içerisinde yer alıyordum. O sene çok iyi antrenman yapmış olmanın etkisiyle, iki sene Fenerbahçe’de çok iyi oynadım zaten.

• İkinci sezonunuzda ise takım, ligin beyaz grubunu altıncı sırada tamamlamış, küme düşme korkusu yaşadığı Klasman Grubu’nu ise üst üste galibiyetler alarak dördüncü sırada bitirmişti. Siz ve takım adına nasıl bir sezondu?
Biz ve takım adına bu sezonlar, kısıtlı bütçelerle oluşturulan takımlar. Bizim zamanımızda şimdiki gibi böyle büyük paralar yoktu. Sene başında bir takım eşofman, iki takım forma verilirdi, hepimiz bunları götürüp kendi evlerimizde yıkayıp, getirip, kendi malzememizi kendimiz taşırdık. Tamamen forma aşkıyla yapılan maçlardı ama bu bizim için de böyleydi, Galatasaray için de böyleydi, Beşiktaş için de böyleydi. Kulüp takımlarına baktığın zaman böyle mücadele ediyorlardı.
• Sizin döneminizden röportaj yaptığımız bazı oyuncular, para bile almadıklarını söylüyorlardı ağabey.
Bizde para ile ilgili konuşulan bir şey yoktu. Biz “Takımın formasını giyelim, terletelim, o takımın armasının altında mücadele edelim” diye düşünürdük. Bu da bence o zaman bizim için daha kıymetliydi. Ben şu anda 62 yaşındayım. Fenerbahçe’de oymamış olduğum, geçirdiğim zamanın bundan sonra, yani sporu bıraktıktan sonra bana katkısı inanılmaz. Her yerde gördüm faydasını, hala da görüyorum. Bir yere gittiğimde herkes beni tanıyor. Bir arkadaşımız çıkıyor ya da bir tanıdığımız çıkıyor. Kulübün bize kattığı bu şey hala var.
Bizim zamanımızda zaten rekabet bundan dolayı daha iyiydi ama arkadaşlık da bir o kadar iyiydi. Galatasaray ile maçımız olurdu, Remzi Dilli Galatasaray’da oynardı, ben Fenerbahçe’de oynardım. Biz beraber giderdik maça. Yani eşlerimizle, çocuklarımızla atlardık maçlara giderdik. Maçta kavgamızı yapardık, sonra geri dönerdik. En büyük sakatlığım, burnumun kırılmasıydı. Remzi dirsek atarak kırmıştı burnumu. Remzi aynı zamanda okulda da sıra arkadaşım, yan yana oturuyoruz. Bizim şöyle bir şeyimiz de var: ben Fenerbahçe Yıldız Takımı’nda basketbola başladığım sene, bir de okul değiştirdim. Pendik Lisesi’nde okuyordum, Haydarpaşa Lisesi’ne geldim. Hem lise takımında antrenman yapıyordum, hem Fenerbahçe’de antrenman yapıyordum. Geç başlamanın açığını günde üç antrenman yaparak kapattım.
• Bu sezon, Fenerbahçe’deki son sezonunuz olmuştu. Kulüpten ayrılmanızın sebebi neydi? Sonraki süreçte, basketbol kariyerinizde ve kişisel hayatınızda kendinize nasıl bir yol çizdiniz?
Söylediğin gibi Erdi, üç sene oynadım, herhangi bir olumsuz sebep yok. Takımın kadrosu daha genişledi, daha iyi oyuncular aldılar. Ondan sonra ben Taçspor’da oynadım. Ben gittim, Kadri Gürkan gitti, Forty gitti. Yıldıray Aygören geldi. Taçspor’da Faruk Akagün antrenördü. Taçspor kariyerim de oldu kısacası.

• Fenerbahçe’deki üç sezonunuzda Halil Dağlı, Erdim Öztokat, Murat Yosmaoğlu ve biraz önce bahsettiğimiz Efe Aydan, Ali Limoncuoğlu, Calvin Roberts gibi isimlerle aynı takımda oynadınız. Takım arkadaşlarınız arasında aklınızda en çok yer eden, unutamadığınız isimler kimlerdi?
Hepsiyle ilgili bir anımız var ama Murat’ın bende yeri çok çok ayrıdır. Bir de Halil Ağabey’in yeri de ayrıdır. Halil Dağlı bir iki maçta kendisi oynamayıp bizim ilk beş çıkıp oynayacağımızla ilgili hem antrenöre telkin yapmıştır, hem de kendisi çok destek olmuştur. Halil Hoca’nın da hem öğreticiliği, hem de ağabeyliği vardır, üzerimizde büyük emeği vardır. Onun dışında Efe’den çok şey öğrendim. Ali zaten Ankaragücü’nde genç takımdan rakibimizdi, oradan tanışmıştık. Bizdeki lakabı farklıdır onun. Ayrıca Halil Ağabey’den bahsetmişken şu an sağlık sorunları var kendisinin, buradan da sizin vesilenizle geçmiş olsun dileklerimi iletmek isterim.
• Kulüpte geçirdiğiniz süre zarfında, sahaya çıktığınız en unutulmaz maçı ve saha dışında yaşadığınız en enteresan olayı anlatmanız mümkün müdür?
Unutamadığım maç, Teknik Üniversite maçıdır. O zamanlar daha çok gencim. Antrenörümüz Batur Ağabey (Mehmet Baturalp), ben takımın en iyi oyuncularından biri olmama rağmen beni oynatmıyordu. “Herhalde bir hata yapmışızdır gençken de, ne yaptığımız belli değil. Ondandır herhalde” diye düşünüyordum ama oynatmıyordu. Son Teknik Üniversite maçı kafa kafaya gidiyor, bir sayı ile mağlubuz. Ondan sonra son bir ya da iki dakika kala beni oyuna soktu. Son saniyede yanlış hatırlamıyorsam Kadri Gürkan’dan bir pas geldi, Zeki’nin altından girip attığım bir sayı vardır, ki bir sayı ile maçı kazandık. O maçı hiç unutmam. Benim 25-30 sayı attığım maçlar da olmuştur ama bu maçı unutmam. Bu maç benim için çok önemlidir. Spor Sergi’de oynanmıştı maç.
Saha dışında iki tane unutmadığım olay var: Biri Fenerbahçe ile ilgili, diğeri de yine Fenerbahçe ile ilgili ama Taçspor’da oynarken o. Birincisi, Ankara’da Ziraat Fakültesi’ne deplasman maçına gitmişiz, yine iyi oynadığım bir sene. Salonda ısınıyoruz, salon inliyor böyle, tıklım tıklım dolu. Bir tane adam bağırıyor “Fensal, Fensal” diye, kendini yırtıyor. Neyse çağırdılar, gittim kenara, “Buyur ağabey” dedim. “Ben seni çok seviyorum. Yeni çocuğum oldu, senin ismini vereceğim. Verebilir miyim?” dedi. Ben de “Ver” dedim.
İkinci anım da Spor ve Sergi Sarayı’ndan. Taçspor’da oynuyoruz, antrenman bitmiş, yürüyerek Kadıköy dolmuşlarının kalktığı Atatürk Kültür Merkezi’nin yanına geldik. Dolmuşa biniyoruz, dolmuş bir tane Anadol. Hiç unutmuyorum, önde Yıldıray oturuyor, yanında Faruk Akagün oturuyor, arkada ben, Murat, Arif… Galiba beş kişi orada oturuyoruz. Başladık sohbet etmeye. Şoför “Nereden geliyorsunuz?” diye sordu. “Basketbol idmanından çıktık” dedik. “Hangi takım?” diye sordu. “Taçspor” dedik. “Ağabey ben de Galatasaraylıyım” dedi, adam hasta Galatasaraylı çıktı. “İyi, helali hoş olsun” dedik.
Bunu da Yıldıray anlatıyor, Yıldıray’ın Galatasaray’da, benim de Fenerbahçe’de oynadığım sene işte. “Unutuyor musun, bir sene veya iki sene evvel bizim bir maçımız vardı, hiç unutmuyorum. Galatasaray – Fenerbahçe basketbol maçı. Bizde Yıldıray diye bir kazma vardı. Son bir saniye kala topu potanın altından çıkardı karşı potaya attı, top hiçbir yere çarpmadı, zaten top gitti, bize geçti saat çalışmadı. Yine bir saniye var, topu aldı bizim Kadri, çıkardı, Engin Domaniç forvette, uzun pas attı, orta sahaya çarptı. Engin Domaniç’in eline geldi, Engin kaldırdı, attı, maçı biz kazandık bir sayı ile.” Faruk Ağabey de oradan gazı verdi, “Zaten o kazma, ne olur, bilmem ne” dedik, Yıldıray böyle oldu araba gelene kadar… Biz Bostancı’da oturuyoruz Yıldıray ile beraber, Kızıltoprak’ta, kulübün orada indik arabadan, kurtulmak için yani.
• Fenerbahçe’miz, sizin döneminizde maçlarını Türk basketbolunun mabedi sayılan Spor ve Sergi Sarayı’nda oynuyordu. Spor Sergi’ye, oradaki eşsiz atmosfere ve taraftarın desteğine dair aklınızda kalanlar nelerdir?
Spor Sergi’de maç oynamak müthiş bir şeydi. Maçımızın olduğu zaman sabah Spor ve Sergi Sarayı’na giderdik. Pota altına oturur, bizden önceki maçları izlerdik. Orası hep bir şenlik gibiydi zaten. Seyircinin sevgisiyle beraber hep el üstünde tutuluyorduk. Oradan sonra zaten, aşağı indiğimiz zaman apayrı bir dünya başlıyor. Duşların, suyun akması için orada, kapıya bakan adama yalvarırsın “Şuna iki tane odun at da abi, maçtan çıktıktan sonra su sıcak olsun” diye. Kötü soyunma odaları, kötü yani, pis mekanlar ama sahaya çıktığımızda beş bin kişinin doldurduğu inanılmaz bir atmosfer vardı. İnanılmaz maçlar oynadık orada.
Sıcak su kalmıyordu, adama yalvarıyorduk maçtan çıktığımız zaman yıkanalım diye. Bunlar hep olan şeyler yani, üç lira beş lira atardık, biraz odun atsın da yıkanalım diye, doğru bunlar. O zamanlar biz bundan zevk alıyorduk, gidiyorduk geliyorduk. Güzelliği şuydu; maça bütün sporcular beraber geliyordu, takım gözetmeksizin yani, beraber yürüyerek geliyorsun.
Kulüp takımlarında basketbolu ateşleyen kesinlikle Fenerbahçe’dir Erdi, ilk yatırımı kulübümüz yapmıştır. Su bulunamayan yerlerden EuroLeague şampiyonluğuna giden bir süreç var. Her şeyin ayrı bir keyfi vardı ama bizim zamanımız için şunu söyleyebilirim; bizim zamanımızdaki gibi kulüp sevgisi şu anda yok. Para verilirse alırdık, vermezlerse sesimizi çıkarmazdık. Benim ilk Converse ayakkabımı Utku Olcay vermişti, Utku’nun eski ayakkabısıydı. O kendine yeni ayakkabı almıştı Efes Pilsen’de, eskisini bana vermişti. İlk ayakkabımız böyleydi. Ayakkabı yok, o yok, bu yok… Biz böyle Çin Converse’leriyle basketbol oynadık, yoktu bizim zamanımızda.

• Sizin döneminizde Galatasaray ve Beşiktaş ile oynanan derbilerin takım ve taraftar için anlamı neydi?
Galatasaray, Beşiktaş derbileri derken; takımların fikstürdeki durumları, kuvvetli olup olmamaları ile alakası olan bir şey değildi. Takımların güçleri ne olursa olsun, o maçların tamamı bizde hep kafa kafaya geçmiştir. Ya bir sayı, ya iki sayıyla bir onlar kazanıyor, bir biz kazanıyoruz. Hiç kimse birbirinden 30-40 fark yememiştir genele baktığınızda. Bizim zamanımızda yemedi en azından.
Ama düşün: Galatasaray’ın çok kuvvetli olduğu, bizim kötü olduğumuz zamanda ve bizim çok kuvvetli, Galatasaray’ın kötü olduğu zamanlarda bile her maç altı bin yedi bin kişiye oynanmıştır, hınca hınç dolmuştur salonlar. Hem Beşiktaş hem Galatasaray maçları öyle oynanmıştır ama hiçbir maçta da ne bir kavga çıkar, ne şimdi olan olaylar olurdu. Tribünler yarı yarıyaydı. O kadar polis yoktu. Oyuncular beraber gelir, beraber gider sahada mücadelesini yapardı, bir tek maçta bir tahta perde devrilmişti, onu hatırlıyorum sadece. Fenerbahçe’de oynarken Efes Pilsen’e, Efes Pilsen’de oynarken Fenerbahçe maçlarına standart şekilde hazırlanıyorduk. Birtakım idmanlar vardı son iki üç günde, karşıda hangi oyuncuya, kime ne tedbir alacağımıza hazırlanıyorduk; birtakım setler, oyunlar, onlar yapılırdı. Herkes o anda kendi takımın kimyasına göre düzenini kurup öyle oynardı. Basketbolun o özelliği vardır.
• Kulübümüz, o yıllardan bugüne dek geçen süre zarfında müzesine EuroLeague kupasını getirdi ve Türkiye şampiyonlukları kazandı. Fenerbahçe basketbolunun gelişimine ve takımın günümüzdeki durumuna dair yorumunuz nedir?
Fenerbahçe senelerdir bütün bu kulüp takımları içerisinde amatör sporlara en fazla yatırım yapan, yönlendiren kulüp. Bu hangi kulüp başkanı olsa konu, o zamanda yapılmış bir şey, eski zamanlardan beri yaptığı yatırımların meyvesini topluyor şu anda Fenerbahçe. EuroLeague şampiyonluğunun gelmesi de Aziz Yıldırım’ın Željko Obradović’i takımın başına getirmesiyle, belirli bir zaman sabretmesiyle olan bir şey zaten. Fenerbahçe bunu çok hak etti ve yaptığı yatırımları da taçlandırdı, en iyi yere koydu. Bu zaten Türk basketbolunun da kalitesini ve seviyesini yükseltti. Avrupa’nın en sayılı liglerinden birisi Türkiye Ligi. Şu an sekiz takımımızın Avrupa’da oynuyor olması lazım hatırladığım kadarıyla. Bu çok önemli.
• Son olarak, bu röportajı okuyan Fenerbahçe taraftarlarına neler söylersiniz?
Taraftarımıza söyleyeceğim şey; kulüplerini sevsinler, takımlarına sahip çıksınlar, ellerinden geleni kulüp için yapsınlar. Fenerbahçe zaten müthiş bir camia. Bu camianın içerisinde olmak çok güzel. Camianın içine girdiğin andan itibaren hayatında, insanın kalbinde çok büyük bir yer tutuyor. Çok fanatik olmamak lazım, fanatiklik işin en zararlı tarafı. Yaptığınız işin spor olduğunu unutmamak lazım. Sporda yenmek de var, yenilmek de var ama iyi mücadele etmek lazım. Mücadele ayrı bir şey, yenmek veya yenilmek ayrı bir şey.
Şimdi kanlı bıçaklı gibi bazı taraftarlar, benim anlamadığım hikaye bu. Önceden rakip takım oyuncularıyla sahaya giderdik, sahada kavgamızı ederdik, çıkardık yine giyinirdik. Kız arkadaşlarımız ve eşlerimiz tribünde oturuyorlardı, yan yana maçı seyrediyorlardı. Maçta sonra çıkardık, yemeğe giderdik. Biz bunları yapardık, bizim o sosyal yaşantımızdı, bizde bir görev değildi yani başka işlerin içinde. Bizim zamanımızda antrenmanların tamamı gece olurdu, sabah antrenmanı falan yoktu. Yazın yediden sonra, sekizden sonra antrenman yapardık çünkü bir kısmımız okuyor, bir kısmımız çalışıyordu. Basketbol oynamak için de üniversite okumak şarttı. Üniversite okuyamayan, bizim zamanımızda basketbol oynayamazdı, çünkü askere götürüyorlardı, öyle bir sıkıntı vardı. Onun için bizim zamanımızda basketbol oyuncularının %95’i üniversite mezunudur, üniversite mezunu olmayan hemen hemen hiç kimse yoktur.