Ali Sırrı Sile: “Dereağzı Bizim İçin Sahadan Öte, Bir Okuldu”

1976 Mayıs’ında kapısından girdiği Dereağzı’nda 10 yıl boyunca Fenerbahçe basketbolunun birçok anına tanıklık eden eski oyuncumuz Ali Sırrı Sile; kariyerini, yaşadıklarını ve Fenerbahçe için fedakarlıklar yapan değerli isimleri Salon Tribünü ekibinden Erdi Tiran ve Osman Talha Sümer’e anlattı.

  • Değerli Ali Ağabey, öncelikle hoş geldiniz. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için Salon Tribünü ekibi olarak size çok teşekkür ederiz. Çocukluk, gençlik yıllarınızı ve basketbola adım atma sürecinizi bizlere anlatabilir misiniz?

Böyle bir fırsat bulduğum için Salon Tribünü ekibine, size ve bütün arkadaşlarınıza teşekkür ediyorum. 1976’nın Mayıs ayındaydık. Okullar kapanmıştı. Okulda, Fenerbahçe Minik Takımı’nda oynayan birkaç arkadaşım vardı, hep anlatırlardı “Biz hep Dereağzı’nda şöyle çalışıyoruz” diye. Ben de heves ettim, kalktım bir gün, yürüdüm Dereağzı’na gittim. Konuşup “Minik takımda oynamak istiyorum” diyecek birini arıyorum, o sırada Kürek Şubesi’nin ofisinin önüne kadar gelmişim. Camdan “Ben Fenerbahçe’de basketbol oynamak istiyorum” dedim. Birisi “Gel bakayım buraya” dedi. Sonradan sevgili Fikri Ersöyler ağabeyimiz olduğunu öğrendim o kişinin. Fikri Ağabey’le o zaman tanıştık.

Kısa bir sohbet ettik. Sonra Fenerbahçe amblemli bir kartvizitin üstüne “Faruk’cuğum, (Faruk Akagün) bu arkadaşı antrenmana al, basketbolcu olmak istiyor” yazdı. Bugün gibi hatırlıyorum. Ondan sonra, ilk antrenman 1-2 hafta sonra olmuştu ve o ilk antrenmana geldim, iki ay Minik Takım’da antrenman yaptım. Sonra Faruk Akagün ağabey, çok sevgili kardeşim Ahmet Dostal ile beraber ikimizi Temmuz ayı gibi Yıldız Takım’a aldı. Alış o alış… Ondan sonra altı yıl Yıldız ve Genç Takım’da, aynı zamanda altı yıl da A Takım’da Fenerbahçe’de oynadım. Basketbola başlamam da böyle oldu.

  • Fenerbahçe’ye geliş sürecinizi, çubuklu formayı giymenin nasıl bir duygu olduğunu anlatabilmeniz mümkün müdür?

Uzun uzadıya söylemeyeyim ama bir cuma günü, antrenmanda ilk maçıma çıkacağımı söyledi Faruk Ağabey, “Yarın seni oynatacağım” dedi. 1976’nın Kasım veya Aralık ayıydı. İlk defa eşofman bana verildi, o gece eşofman yatağımın üstünde, uyuyabildim mi bilemiyorum. Fenerbahçe eşofmanı, Fenerbahçe forması bana verildi. Bir kere küçük çocuksunuz, 12-13 yaşındasınız, Fenerbahçe forması size bir geceyi uyumadan geçirtebiliyor.

1981-82 sezonunda, Türkiye Genç Erkekler Basketbol Şampiyonası finalinde Karşıyaka’yı 78-72 mağlup eden Fenerbahçe, kupayı müzesine götürüyor. Takımımız, bu unvanı yeniden almak için 2021 yılına dek beklemişti.
  • Takımımıza geldiğiniz ilk yılda, ekonomik sorunlar nedeniyle daha da kötüye giden Fenerbahçe’den taraftarlar da ümidi kesmeye başladı. Takımımız ligi 11. sırada bitirdi, bu sezona dair neler söylemek istersiniz?

Çok iyi hatırlıyorum. Biz Minik ve Yıldız Takım oyuncusuyuz. O zaman maçlar Spor ve Sergi Sarayı’nda; ama tadilat bakım, kongre, boks maçı vesaire… Üzerine bir de anarşi zamanları, maçlar Altunizade’de oluyordu. Gidiyoruz, seyrediyoruz. A Takım iyi performans göstermiyor ama kadroda iyi oyuncular var, bir zamanın iyi oyuncuları Halil Hoca (Halil Dağlı) var, İzzet Sürücü var, tabii ki o dönem Fenerbahçe’nin önemli ismi Ferhan Baras var. Ama Fenerbahçe orta sıralarda gezen, bir türlü başa oynayamayan, yatırım yapamayan bir kulüp hüviyetinde.

Bu döneme dönüp bakınca; 1960’larda önemli bütçelerle, büyük yıldızlar ile sahaya çıkan, şampiyonluklar kovalayan, kazanan Fenerbahçe; 1970’lere geldiğinde, bilmiyorum ülkenin genel ekonomik şartlarından mı, yoksa basketbola olan ilginin azalmasından mı, bir durgunluğa girmiş. Mesela eski fotoğraflara bakın, 1950 ve 60’larda A Milli Takımın ilk beşinde Baba Tuncer’i (Tuncer Kobaner), Hüseyin Kozluca ağabeyi, Engin Muratoğlu ağabeyi, Ömer Urkon ağabeyi, Batur Ağabey’i (Mehmet Baturalp), Güner Yalçıner ağabeyi aynı takımda görürsünüz. Yani Milli Takım’ın ilk beşi, üç Fenerbahçelidir. Bazen dört Fenerbahçelinin de sahaya çıktığı olmuştur. O günlerden 1970’lere geldiğimizde Milli Takım’da hiç oyuncusu olmayan, sıradan bir takım görüntüsü oluşuyor. Tabii ki sırtınızda Fenerbahçe forması olunca sıradan olmamız mümkün değil ama aldığımız sonuçlar, vasat derecelerle geçen yıllar, ulaşamadığımız şampiyonluklar bizi bir türlü diğerlerinden farklılaştıramadı.

  • Fenerbahçe’deki ilk iki sezonunuz olan 1980-81 ve 1981-82 sezonlarında takımımız, iyi bir görüntü çizememişti. Bu iki sezonu ve nelerin yanlış gittiğini bizlere anlatmanız mümkün müdür?

1980-81 sezonunda Batur Ağabey tekrar Fenerbahçe’ye döndü. Ondan önce sevgili Tuluğ Siyavuş ağabey vardı. Batur Ağabey geldi ve gençlerin daha fazla süre aldığı, Fenerbahçe altyapısına daha dönük, gençlere yönelik bir açılım başlattı. Ben 1980’in Ekim ayında, Genç Takım ve A Takım’daki ilk senem, Spor ve Sergi Sarayı’nda sezonun ilk maçında sahaya çıktım. Rakip Eczacıbaşı, “Yenilmez Armada”; son 10 yılda sekiz kez şampiyon olan takımdan bahsediyorum.

O süreçte çok farklı bir Fenerbahçe seyretti herkes. Rakibimize yine yenildik, 15-20 sayı fark oldu fakat pres yapabilen, hızlı oyun oynayabilen, farklı kombinasyonlarla, sahada farklı görüntüler sergileyebilen Fenerbahçe; geçtiğimiz 4-5 yıldan çok farklıydı. 1980 sezonu da biraz önce sorduğun 1981 sezonundan farklı değildi. Fakat 1980 sezonunda biraz da Batur Ağabey’in motivasyonu, yoğun idman temposu, herkese ayrı ayrı bıkmadan yaptığı mentörlük ile işler yolunda gitti. Bunu da söylemem lazım. 1980 sezonunda yabancı oyuncumuz yoktu. Sadece Türk oyunculardan oluşan, yani Engin Domaniç, Halil Dağlı, Yıldıray Aygören, Sinan Öztürk, Rıfat Danışman, Forty Murat (Murat Yosmaoğlu), Arif Derbent, Ömer Dulak, rahmetli Erdim Öztokat ağabey, Ahmet Dostal, Ömer Baturalp ve ben gibi gençlerden oluşan bir takım vardı.

Batur Ağabey çok adil bir antrenördü, mekanı cennet olsun. İyi çalışan, iyi performans gösteren herkese yaşına pozisyonuna bakmadan süre verirdi. Gerçekten çok güzel bir sezon geçirmiştik. 1981’de diğer takımlar kadrolarına yabancı oyuncu katmaya başladılar, bu yüzden o sezon söylediğiniz gibi çok kötü başladı. Çünkü bizde yabancı oyuncu yoktu. Ribauntta, pota altında çok ciddi bir zaaf oluştu. Nasıl oluştu? Halil Dağlı 39 yaşında, Sinan ve diğer uzunlar yabancı oyuncularla mücadelenin ağırlığını sırtlamakta zorlanıyor, pota altında bu kadar zayıf kalınca dışarıdan şut atarak ya da müdafaayı çok istekli yaparak başarılı olmamız çok kolay bir iş değildi. Dolayısıyla sezonun ortasında yeni başkan Ali Şen, iki tane Amerikalı oyuncu ekledi takıma. Kenneth Beasley 2.14’lük bir devdi, çok beyefendiydi, artık kariyerinin son demlerini yaşayan bir adamdı. Bir de Kevin Singleton, Los Angeles Lakers’ta iki sezon yer almış bir oyuncuydu, çok iyi bir şutördü ve çok atletikti. Onlar gelince, bahsettiğiniz klasman grubunda biraz daha iyi işler yaptık ama bu iki oyuncuyla yine de alt sıralarda yer almaktan kurtulamadık.

Fenerbahçe’nin alt yaş kategorilerinde Türkiye şampiyonluğu kazanan ve içerisinde Kemal Dinçer, Ömer Baturalp ve Ali Sile’yi barındıran genç neslinden bir hatıra.
  • Takımımızdaki üçüncü sezonunuz olan 1982-83 sezonunda, dönemin başkanı sayın Ali Şen’in iyi bir takım kurduğunu söyleyebiliriz. Çok iyi bir sezon geçiren Fenerbahçe yıllar sonra şampiyonluk mücadelesi veriyor, takımın geleceğinden umutlu olan ve tribündeki sayıları bir anda kat kat artan taraftarlarımız salonlara sığmıyordu. Takımımız Kırmızı Grup’un yenilgisiz lideri olsa da, Final Grubu’nda kaybettiği maçlar nedeniyle lig ikinciliğinde kaldı. Bize bu sezonu, Spor ve Sergi Sarayı atmosferini ve Fenerbahçe tribünlerini anlatmanız mümkün müdür Ali Ağabey?

1982 yılı hem Fenerbahçe’nin basketbolda atılım yaptığı, hem de aşağı yukarı 20 yıl sonra Türkiye Gençler Şampiyonluğu’nu kazandığı yıldır. Bu Türkiye Gençler Şampiyonluğu, 1982’den 2021’e kadar tekrarlanamamıştır. 39 yıl… Ben o takımın kaptanıydım, harika bir takımdı. Beraber beş altı yıl geçirmiş, Dereağzı’nda çok güzel günleri paylaşmış, Fenerbahçeliliğin ne olduğunu bilen pür amatör bir takımdı. “Pür amatör” kavramı benim için çok önemli. Böyle bir takımdık. Şampiyonada finale kadar çok güzel maçlar oynadık. Efes Pilsen’i, DSİ’yi, Eczacıbaşı’nı ve finalde Karşıyaka’yı yenerek Türkiye Şampiyonu olduk. Gerçekten Fenerbahçe altyapısında çok uzun seneler tekrarı olmayan ve daha öncesinde de, yakın zamanda olmamış bir olaydı.

1982’deki, bu keyifli zaferin üzerine, Haziran ayında Ali Şen’in basketbol hamlesini başlatması da gerçekten bizler için çok farklı bir başlangıca işaret etti. Beş ya da altı yeni oyuncu alındı diye hatırlıyorum. Tabi ki Efe Aydan, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en kariyerli pivotu, Calvin Roberts ve diğerleri. Fakat şöyle bir sorun oldu: Türkiye’deki dört veya beş kaliteli ve kariyerli oyuncu ile harika bir ABD’li olan Calvin’i aldığınız zaman, eski takımdan kimsenin süre alması mümkün olmadı. Kadrodaki 16 oyuncudan 10 kişinin bu takımda saniyelik süre alması bile çok güçleşti. 1982 sezonu için bu maya daha iyi tutturulabilirdi, yani Fenerbahçe takımının son 4-5 yıllık kadrosuyla yeni transfer edilen kariyerli oyuncular arasında denge çok daha iyi bir şekilde oluşabilirdi fakat bu olamadı. Zira antrenör de değişmiş, Batur Ağabey ayrılmıştı, yeni gelen koç Dereağzı’na oldukça uzak birisiydi.

O sezon da güzel galibiyetler alındı. Calvin’in çok üstün bir uzun ve inanılmaz atletik yeteneklere sahip bir oyuncu olmasının getirdiği çok spektaküler maçlarımız oldu, fakat benim takımdan ayrıldığım ilk devre sonuna kadar takımda “Şampiyonluğa gidiyoruz” dedirtecek bir ahenk sağlanamadı. Kenarda oturmak, oynayanları alkışlamak, antrenmanda sürekli yedek takımda kalmak, oynamak isteyen benim gibi oyuncular için “sezonluk yedeklik” çok zor bir şey. Kendini hazır hisseden, oynamak isteyen oyuncular için bir zindan hayatı adeta. Sonunda ben antrenmanları aksatmaya, vaktimi Selamiçeşme, Çamlık ve Fenerbahçe Burnu’ndaki sahalarda yapılan kıran kırana maçlarda geçirmeye başladım. Takım zaten o kadar kalabalık ki, bir kişinin eksildiğini fark etmeleri bile 15 günü bulmuştur herhalde (kahkahalar)

1982 sezonu, ben ve diğer gençler açısından şanssız bir sezondu. Geçmişe dönüp baktığımda diyorum, acaba Karşıyaka’nın yaptığı doğru muydu? Bizim Türkiye Gençler Şampiyonası finalinde zorlanmadan yendiğimiz Karşıyaka takımının ilk beşinde oynayan Suat, Cihangir, Birtan, Murat ve Hakan, sadece dört yıl sonra şampiyon olan Karşıyaka takımın Türk oyuncularıydı. Karşıyaka, yanlarında iki yabancı ile, başka bir Türk oyuncu transfer etmeye ihtiyaç duymadan şahane ve sürpriz bir şampiyonluk aldı. “Acaba”lar bitmiyor; tabii benimki sadece fikir jimnastiği seviyesinde kalıyor… Acaba 1982’de daha sınırlı bir kadro eklemesi yapılsa gelecek yıllar için daha mı iyi olurdu, onu artık bugün bilmek imkansız. Belki de dokuz yıl şampiyonluk beklemeye ve daha onlarca yeni transfere muhtemelen gerek kalmayacaktı diye geçiyor aklımdan.

1970’li yılların sonunda Fenerbahçe’nin genç basketbolcuları, Spor ve Sergi Sarayı’nda takım fotoğrafı çektiriyor.
  • 1984-85 sezonu başında Fenerbahçe’mizden ayrılmanızın sebebi neydi?

Yaz döneminde çok iyi hazırlandığım, formda ve istekli başladığım, bazı maçlarda ilk beşte yer bulduğum, genelde güzel süreler aldığım bu sezonda rahmetli Aydan Siyavuş’un sezon ortasında ayrılması, benim de o sırada kadro dışı olmam, ikinci yarıda tekrar geri dönmemi mümkün kılmadı. 1984-1985’te ise durum şöyle gelişti: Sporu seviyorsunuz, okulda oynuyorsunuz, sokakta oynuyorsunuz, Selamiçeşme’de, Çamlık’ta her zaman top oynuyorsunuz… Kimse de size “Gel, kadroda sana ihtiyacımız var” demeyince, zaten öyle bir ihtiyacın olmadığını ben de biliyordum, ya da “Hiç olmazsa kadroda Dereağzı’nda spora başlamış birisi daha olsun” demeyince, siz de gidip “Ben gelmek istiyorum” demeye çekiniyorsunuz. Öyle karşılıklı bir buluşamama olayı ile 1984-85’te üniversitede, park ve bahçelerde (kahkahalar) spor yapmaya devam ettim. Ne ben “Gelsem mi?” dedim, ne de onlar ”Gel evladım” dediler, bir sene daha uzakta kaldım. Tamamen duygusal bir durum yani.

  • Fenerbahçe’mize 1985-1986 sezonunda geri döndünüz ve bu sezonda Calvin Roberts’ın takımdan ayrılması ile güç kaybettik. Ligde istediğimizi elde edemedik ve sezonu altıncı sırada bitirdik. Şampiyon olan Galatasaray’ın bir yabancı oyuncusunu daha Türk vatandaşı yaparak üç yabancıyla oynaması, ligde haksız rekabete yol açmıştı. Bu sezonu bizlere anlatabilir misiniz?

1985-1986 sezonu, Fenerbahçe’miz için başlı başına şanssız bir sezondur. Yeni antrenör Dennis Perryman, ABD’li bir kolej antrenörüydü. Profesyonel seviyede yapılan basketbola değil Amerika’da, Türkiye’de bile uyum sağlama sorunları olan bir antrenörle ve Dünya basketbolunda adı bugün dahi hatırlanacak kadar iyi bir forvet olan, Kanada Milli Takımının kaptanı, şutörü Jay Triano ve Michael Terpstra adında ABD’li uzun bir oyuncu ile girdik. Jay Triano’nun sahip olduğu kariyerin ve takıma katkının çok azı bile Terpstra’da bulunmuyordu, sıradan bir uzun oyuncuydu. Dolayısıyla uzun olarak oynayan Efe Aydan’a, Necdet Ağabey’e (Necdet Ronabar) yardım edecek bir yabancı desteğinden yoksun kaldık. Diğer takımlarda çok sıçrayan, atletik özellikleri çok yüksek, çoğunlukla siyahi ABD’liler varken, biz “beyaz gölge” Amerikalı uzunumuz ile destek bulmaya çalıştık ve Triano’nun dışarıdan attığı şutlara bel bağladık.

Jay Triano’nun harika maçları oldu, ama çoğunlukla Terpstra’nın size sağlaması gereken boyalı alan hakimiyeti ve ribaund desteği olmadığı için hücumda ve müdafaada çok büyük zaaflar yaşadık. Oyunu hızlandırmaya çalıştık, hızlı geçiş oyunlarıyla da bir yere kadar gidebiliyorsunuz. Özellikle Hakan’ın fast-break’leri ile kritik maçlarda kritik sayılar bulduk ama çok şanssız bir sezon oldu. Benim bu sezonla alakalı söyleyeceğim tek şey, çok yanlış bir antrenör seçimi ve çok yanlış bir beş numara seçimidir. Eğer o takımda atletik, yetenekli bir siyahi ABD’li ile bir Türk antrenör olsaydı 1985-86 sezonu, rahatlıkla Fenerbahçe’nin 1991 yılını beklemeden şampiyon olacağı yıl olabilirdi.

1985-86 sezonunda Erdal Poyrazoğlu ve Mahmut Uslu ile beraber Fenerbahçe’yi çalıştıran ABD’li koç Dennis Perryman, 30 Ekim 1985’te kötü gidişe rağmen telaş edilmemesi gerektiğini ifade ediyor.
  • Fenerbahçe’mizde, saha içinde ve dışında unutamadığınız bir an olmuş muydu?

Anılar gerçekten çok. Özellikle altyapı başlangıçlı bir oyuncuysanız, daha 12 yaşında Fenerbahçe’nin kapısından girdiyseniz ve 10 yıl lisanslı olarak orada kaldıysanız, anıdan bol bir şey biriktirmiyorsunuz. Çok güzel, acı, tatlı anılar… Fakat düşündüğüm zaman hem beni güldüren, hem de Dereağzı’nda ne yaptığımızı, neler yaşandığını daha iyi anlatacak bir anım var:

1976 yılıydı, sabah antrenman yapıyoruz, saat sekiz buçuk, dokuz gibi. Hemen yanımızdaki toprak sahada Fenerbahçe A Takımı; Ziya Şengül, Yılmaz Şen, Alpaslan Eratlı, Cemil Turan, Osman Arpacıoğlu, Ogün’ler… Yani yıldızlar geçidi antrenman yapıyor. Ben de futbol sahası tarafındaki potaya turnike atıyorum, turnikeyi attım, topu aldım, dikkatim dağıldı, şöyle birkaç saniye futbol sahasına bakmışım. Faruk Akagün uzaktan seslendi, “Aliço buraya gel” diye. Koştum yanına, “Sen futbolcu mu olmak istiyorsun Aliço? İyi o zaman, bırak o elindeki topu. Şimdi git, antrenmanı seyret, futbol antrenmanı bitince de bana neler gördüğünü anlat” dedi. Mecburen oturdum, ciddi ciddi futbol antrenmanını seyrettim. Neyse, yarım saat kadar geçince beni yanına çağırdı, “Antrenmana yüzde yüz kendini vermeyeceksen, gözün bir saniye bile etrafı seyredecekse yaptığın antrenmandan hiçbir verim alamazsın” dedi. O söz hem kulağıma küpe olmuştur, hem de altyapıda oyuncu yetiştiren antrenmanların ne kadar ciddi bir süreç olduğuna beni içtenlikle inandırmıştır.

Bir başka anım, bizim 1970’lerde yaşadığımız göçebe antrenman düzenimizi çok güzel anlatıyor. Haydarpaşa Lisesi’ne, her zamanki gibi antrenmana gittik. Deniz tarafından gireceğimiz salon kapalı, okulda boykot varmış. Bindik otobüse, Kadıköy’e gittik, oradan da Bahariye’deki Halk Eğitim Merkezi’ne geldik. Faruk Ağabey, “Ben hallederim, bir saat yaparız” dedi. Genel-İş Sendikası greve başlamış, salon kapalı, hava bir saate kararacak. Koştuk, Dereağzı’nda, alacakaranlıkta, el yordamıyla antrenmanımızı yaptık. Beni en mutlu eden, hala tadı zihnimde olan anım ise; Efes Pilsen’in, Kadıköyspor’un açık sahasında, 1980 yazında, daha 16 küsur yaşındayken A Milli Takım’la yaptığımız, ilk beşte başladığım ve o günün gerçek yıldızı olan Erman Kunter’i tutmaya çalıştığım gece maçıdır. Anılar çok, çok güzel anılar sakladık Dereağzı’nın, Kalamış’ın, Kadıköy’ün her köşesinde…

Fenerbahçe Basketbol Şubesi, 1983-84 sezonunun açılış töreninde. Kaynak: twitter.com/yugoslavfaulu
  • Altyapıdan çıkmış bir oyuncumuz olarak, size Dereağzı’nı sormak istiyoruz değerli Ali Ağabey. Dereağzı’nı ve oradaki ortamı bizlere anlatabilir misiniz?

Dereağzı; 1970 yılı başlarında yapılan asfalt saha ile başlayan, 1980’lerin sonunda nihayet salonumuza sahip olana kadar, aradan geçen süredeki 16-17 yılda 3-4 neslin Yıldız Takım’dan başlayıp A Takım’a kadar çıktığı harika bir yerdi. Mayıs ayını iple çekerdik, okullar kapansın da Dereağzı’na gidelim, antrenmanlar başlasın diye. Dereağzı’nın efsanevi antrenörü Faruk Ağabey’di. Faruk Akagün, Dereağzı’nın hizmete girişinden 1979’da Fenerbahçe’yi bırakıp Efes Pilsen’i İkinci Lig’e çıkarttığı sezona kadar, dokuz yıl Fenerbahçe Yıldız ve Genç takımlarını çalıştırmıştı. Çok oyuncu yetiştirdi. Çok disiplinli, sporu seven, Fenerbahçe’yi çok seven bir antrenördü. Hepimizin ona çok büyük saygısı vardı, onunla çok güzel anılarımız olmuştur.

Dereağzı’ndaki ikinci simge karakter, Sedat Çamdelen’dir. Çok sevdiğim bir ağabeyimdi o da. Beni iki yıl Yıldız Takım ve Genç Takım’da çalıştırmıştı. Fenerbahçe’ye çok uzun yıllar hizmet etmiş, kayıtsız şartsız amatör ruhla hizmet etmiş, çok kıymetli bir ağabeyimizdi. Dereağzı’nın olmazsa olmazı ise Batur Ağabey’imizdir (Mehmet Baturalp). Dereağzı’na sabah sekiz buçukta girip; akşam güneş batarken, dokuzda çıkana kadar mesai yapan, oyuncu yetiştirmek için aynı gün hem Yıldız, hem Genç, hem A Takım’ı, yetmedi Kız Takımı antrenmanını da takip eden bir basketbol emekçisiydi. Batur Ağabey profilinde bir kişinin antrenörlüğü Türkiye dışında bir ülkede, bu şekilde yüksek verimle ve gönülden yaptığı zaman elde edebileceği maddi manevi imkanları düşünemiyorum bile… Ama o tam bir amatördü ve gerçek bir Fenerbahçeliydi. Dereağzı mektep gibiydi. Fenerbahçelilik orada öğrenilirdi, iyi insanlar orada yetişirdi, eğitimli olmak, okulda başarılı olmak fikri orada pekişirdi. Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısının Fenerbahçelilik ruhu ile pekiştiği bir yerdi. Bugün, o dönemde spor yapan herkes Dereağzı’ndan bahsederken ne kadar güzel bir ortamda, ne kadar güzel bir “spor” yapıldığını, Fenerbahçeliliğin ne kadar üst seviyede olduğunu size anlatacaktır, ben de paylaşmak istedim.

  • Galatasaray, Beşiktaş ve Efes Pilsen maçları, Fenerbahçe camiası için her zaman çok önemlidir. Bu maçlara nasıl hazırlanıyordunuz? Bir sporcu gözüyle sizden dinlemek isteriz.

Eczacıbaşı ve Efes Pilsen’i bir kenara koyarım. O maçlar tabii ki önemlidir ama özellikle benim oynadığım dönemde Efes Pilsen ve Eczacıbaşı bizden çok çok yüksek bütçelerle oynadıkları için, ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanın, maçlar genellikle onların lehine olurdu. Tabii ki bir Fenerbahçeli sporcu için bütün maçlar çok önemlidir ama Efes Pilsen ve Eczacıbaşı’nı bir kenara koymak lazım. Çünkü onlar Fenerbahçe ve diğer iki büyük kulüp gibi Türk gençliğine, bu ülkeye çok farklı kazanımlar yaratan, çok farklı değerler yetiştiren, spor kulüpleri olmaktan çok basketbol kulüpleridir. Büyük bütçeler, türlü parasal kolaylıklar ile ile bu işe girmişlerdir.

Bizim için önemli olan, Galatasaray ve Beşiktaş maçlarıydı. Galatasaray ve Beşiktaş maçlarında alınacak bir mağlubiyet bize günlerce etkisinden çıkamayacağımız, üstümüzden kolay kolay atamayacağımız bir ağırlık getirirdi. Çevremizin eleştirisine, hatta alaylarına katlanmak bir zulüm olurdu. Batur Ağabey olsun, Faruk Ağabey olsun, Fenerbahçeliliğin bu kulüpler ile yarışarak oluştuğunu, Fenerbahçe’nin büyüklüğünün diğerlerinden hep bir adım önde olmayı, Galatasaray ve Beşiktaş’a asla geçilmemeyi gerektirdiğini anlatan konuşmalar yaparlardı. Ve bunu sadece motivasyon olarak da görmemek lazım, aslında bu bir gerçek. Fenerbahçe’de oynamak, Fenerbahçeli olmak gerçekten çok farklı bir duygu. Ben sporu erken yaşta bırakan biri olmama rağmen, 10 yıl formasını giydiğim Fenerbahçe’nin bugün dahil her Galatasaray veya Beşiktaş maçına çıkışında, sanki kendim sahaya çıkmışçasına heyecanlandığımı söyleyebilirim.

Fenerbahçe’nin Aydan Siyavuş yönetimindeki 1983-84 sezonu kadrosu, başkan Ali Şen ile birlikte Dereağzı’nda.
  • Döneminizde Türk basketbolunun şartları nasıldı?

Amatördük. Basketbol amatördü. Bırakın bizim zamanımızı, daha geriye gidip bakarsak sizin de röportaj yaptığınız bütün ağabeylerimiz basketboldan bir evi geçindirebilecek, kendilerini geçindirebilecek parayı kazanamadıklarını söylemişlerdir. Herkesin muhakkak ikinci, asli bir işi olurdu. Basketbol asli bir işti, fakat sadece ona dayanarak bir hayat kuramazdınız. İş hayatında da muhakkak kendi işiniz olurdu, ancak o şekilde tencere kaynardı. Bizim zamanımızda da durum aynıydı. 1979 ve 1982 yılları… Çoğu zaman Batur Ağabey bizi yanına çağırırdı; 1961, 1962 ve 1963 doğumlu olan gençlere özellikle; “Çocuklar, bu ay kulüpten yeterli ödenek çıkmadı, sadece evli ağabeylerinizin maaşları verilecek” derdi. Biz de başımızı öne eğerdik ama para alamadık diye üzüntüden değil, para lafının geçmesinden utanç duyardık.

Para ve pul bizim ortamımızda konuşulmazdı, bunu konuşmak ayıptı. Birisi size verirse teşekkür eder alırdınız, vermezse de “Niye ben almadım?” diye düşünmezdiniz. “Acaba alacak mıyım, acaba alacak hesabı diye bir şey var mı, oraya yazılacak, sonra verecekler mi?” diye düşünmezdiniz bile. Şimdi geçmişe dönüp bakıyorum, bizler gerçek amatörmüşüz; basketbol para kavramı ile 1990’larda karşılaştı. Yani 80’lerde, 1985’te, 1986’da bile Fenerbahçe basketbolunda yer alan oyuncular öyle büyük paralar almazlardı. Çok iyi hatırlıyorum, sadece transfer olurken, belki gelme zahmetine karşılık ciddi bir jest yapılırdı, ondan sonra normal maaşlı bir hayat devam ederdi. Ama ben kadroda olduğum altı senede, A Takım’da bugün üç yaşında bir yerli otomobil alacak kadar para almamışımdır.

1980’li yılların başında atağa geçen Fenerbahçe’de başkan Ali Şen, yöneticilerle beraber basketbolcularımıza moral veriyor.
  • Sizin de bildiğiniz gibi Fenerbahçe, Dereağzı’ndaki günlerden bugüne geldi, son on beş yılda büyük bir atılım yaparak EuroLeague kupasını müzemize taşıdı ve Avrupa’nın devlerinden birisi haline geldi. Takımımızın durumunu ve performansını nasıl görüyorsunuz?

EuroLeague’de hep finalde olmak, şampiyon olmak çok güzel bir şey oldu. Fenerbahçe, kendisini bütün dünyada tanıtacak bir fırsat buldu. Bizi bilen zaten biliyordu ama EuroLeague’deki şampiyonluk ve her yıl Final-Four’da yer almak, Fenerbahçe’ye dünya basketbolunda çok farklı bir yer kazandırdı. Tabii inanılmaz bir bütçe ile oluyor bu iş.

Kemal Dinçer ile yaptığınız röportajı okudum. Kemal orada çok güzel söylemiş “EuroLeague inanılmaz yüksek bir meblağ ile, şampiyonluk garantisi olmadan girdiğiniz bir kulvar, çok büyük bir bütçe ile üç yıl, dört yıl üst üste Final-Four’da üçüncü olabilirsiniz, finalde kaybedebilirsiniz, ikinci olabilirsiniz ama şampiyon olamazsınız. Amaç şampiyonluk ise o parayı harcayacaksınız ama amaç her sene Final-Four’a kalmak ise çok daha az bütçelerle, farklı varyasyonlarla bu iş sürdürülebilir” diye. Bence ikinci bir faydası, EuroLeague’e büyük bütçeler harcayınca Türkiye Ligi’nde şampiyonluk adayı olan iki takımdan biri oluyorsunuz. İki çok büyük yatırım yapan takımdan birisi şampiyon oluyor, üçüncü takımın aradan sıyrılarak şampiyon olması gerçekten çok zor. Çok vasıflı oyuncular oralarda birikiyor ama bunun faydasını maliyetini iyi tartmak lazım.

EuroLeague’de çok iddialı bir takım demek, içinde 10 tane yabancı oyuncu olan, kadrosunda üç dört tane de Türk oyuncu ile desteklenmiş bir takım demek. Türkiye Ligi’nde bile Türk oyunculara fazla vakit kalmayan bir yapı demek… O zaman siz altyapıdan kimi yetiştireceksiniz, kime fırsat vereceksiniz, Türk basketboluna nasıl yıldız kazandıracaksınız? Oyuncu daha Genç Takım’dayken “Ben A Takım’a çıkarsam hiç oynama şansım yok, ben nasıl Avrupa’ya, ABD’ye kaçarım?” veya “Kendime nasıl farklı bir gelecek çizerim?” düşüncesine giriyordur, buna eminim. Bunun için benim bir önerim var: Diğer bazı kulüplerin yaptığı gibi, Fenerbahçe’nin ikinci, hatta üçüncü takımı olması lazım. Ama bu takımların da kulübe uzak olmaması lazım, bu çok önemli. Gerekirse antrenmanlarını A Takım’dan bir önce, bir sonra yapması, oyuncuların kaynaşması, hazırlık maçlarını bu takımlarla yapması; seyahatlere fikstür ve program müsait oldukça diğer takımdaki oyuncuların da katılabilmesi, elinizin altında her an Fenerbahçe’de oynamaya hazır, 8-10 tane değişik pozisyonda oynayacak genç oyuncunun bulunması lazım.

Farz edelim ki günün birinde Federasyon yabancı sayısını indirdi ve “Sahada bulunabilecek yabancı sayısı en fazla iki olabilir” dedi. Ne yapacaksınız? Bu işin sonu yok. Bu işin sonunun olmadığını şöyle söyleyebilirim: Türkiye bugün Milli Takım için NBA’e giden oyuncularından medet umuyor. A Milli Takım seviyesinde, Türk kulüplerinde oynayan oyuncu sayısı bir elin parmakları kadar ya var, ya yok. Burada amaç hem EuroLeague’de bir dünya kulübü olarak başarı kovalamak, hem de Türk basketboluna hizmet etmekse; iki amaç gerçekten paralel ise, o zaman farklı düşüncelerin, farklı açılımların artık hayata geçmesi lazım diye düşünüyorum.

1980’li yıllarda, Spor Sergi’de gergin bir Fenerbahçe – Eczacıbaşı mücadelesi. Ali Sile, Ronald Haigler’le topu kazanmak için savaşırken; dönemin başkanı Ali Şen ve Mete Has hakeme tepki gösteriyor.
  • Son olarak, biz Fenerbahçe taraftarlarına mesajınız nedir sevgili Ali ağabey?

Fenerbahçe taraftarı kar, kış demeden; Spor ve Sergi Sarayı’nın önünde kuyruğa girerken, kar yağarken, içeride ısıtma diye bir şey yokken, camların bir kısmı ya var, ya yokken; oynadığımız parke herhalde 8-9 dereceyken, Spor ve Sergi Sarayı’nda maçlar sabahtan başlayıp akşama kadar sürdüğü için, akşam 5’te başlayacak maçta takımını desteklemek için sabah saat 9 buçukta, 10’da, 11’de kuyruğa girip tezahürat yapmaya başlayan, bizden önceki Güney Sanayi – Teknik Üniversite maçında “Fenerbahçe” diye sahayı inleten bir taraftardır. Fenerbahçe taraftarına ne diyebilirim ki… Taraftar, Fenerbahçe Kulübü’nün velinimetidir. Sporcusunun, sesine her an ihtiyaç duyduğu motivasyonudur. Taraftarsız bir Fenerbahçe olmaz. Taraftarsız bir müessese kulübü oluyor, taraftarsız bir zamanlar Türkiye şampiyonu olan Muhafızgücü oluyor ama taraftarsız bir Fenerbahçe olmaz.

Fenerbahçe hem binlerce gence onlarca branşta spor yapma imkanı sağlar, hem sportif başarılar kovalar, hem de onun şampiyonlukları bütün ülkede adeta dev bir temaşa, bütün dikkatleri üstüne çeken büyük bir olay haline gelir. Ülkenin haftalarca, aylarca konuştuğu tek gündem haline gelir. Futboldaki 103 gollü şampiyonluğumuzu düşünün, o yıl oynanan futbolu, golleri alın, seyredin, bulabilirseniz o günün gazetelerini okuyun, benim ne demek istediğimi anlarsınız. Fenerbahçe taraftarının her birinin gözlerinden öpüyorum, kulüplerini desteklemeye devam etsinler. İyi günler de olur, kötü günler de olur. Kümede kalmaya oynadığımız 1981-1982 sezonunda, Ankara’da çok kritik bir deplasmana gitmiştik. Cumartesi ve pazar günleri iki maçımız vardı. İkisini de kazanırsak sorunsuz ligde kalıyorduk, birini kazanırsak averaj hesapları devreye giriyordu, ikisini kaybedersek küme düşüyorduk. İkisini de rahatlıkla kazandık, o iki günde Ankara’da tribünde binlerce taraftarımız vardı.

  • Size çok teşekkür ederiz Ali Ağabey, bizlere ve basketbol takımımıza çok şey kattığınız için sağ olun, var olun.

Çok teşekkür ederim, sizinle tanıştığıma ve Salon Tribünü ekibiyle buluştuğuma çok mutlu oldum. Ben de sizlere selam ve sevgilerimi gönderiyorum.

Ali Sırrı Sile: “Dereağzı Bizim İçin Sahadan Öte, Bir Okuldu”” için bir yorum

  1. Ali Sile ile yaptığınız söyleşiyi keyifle okudum.

    FB 1982 de Türkiye Gençler şampiyonu olurken yendiği Efes Pilsen genç takımı kaptaniydim. O maçı kazanan finale çıkıyordu. Efes Pilsen maçı ilk yarıda çok ileride götürdüğü halde ikinci yarıda sevgili Ali Sile nin attığı 30 kusur sayıya teslim oldu. Maalesef Ali Sile yi degisimli olarak ben ve sevgili kardesim Kaan Otcu müdafaa ediyorduk. Maçı yanlış hatırlamıyorsam bir sayı ile kazanan FB, Karşıyaka yi finalde yenerek şampiyon oldu.

    Ali sonraki yıllarda FB de yaşanan sıkıntıları sizlere anlatmış. Ben de bir kısa bir ekleme yapayım. FB kulübünde olan bu sıkıntılar Türk basketbol sevenlere Ali Sile gibi bir yeteneği seyretme fırsatını vermedi. Hatta yok etti. Ben ilk elden Efes Pilsen FB maçlarında kendisini müdafaa ettiğim için karsimda nasıl bir yetenek olduğunu biliyordum. Bir cok mac oynayip her takimin yildiz oyuncularini mudafaa ettim ama Ali Sile gibi komple bir oyuncu gormedim. Buna Turkiyenin o zamanki unlu isimleri de dahil. Gençler seviyesinde herkes biliyordu. Oyuncular, antrenörler, yoneticiler özel bir oyuncunun kadrolarında olduğunu biliyorlardı ama gerekeni yapmadılar ve Türk basketbol severler özelikle Fenerbahceliler Ali Sile yi seyredemedi, ismini bile öğrenemedi. Ama Selamicesme, Fenerbahce burnunda ki sahalarda amatörce oynadığımız kıran kırana geçen maçlarda şansa orada olup bizleri izleyenler bu özel kabiliyeti izleme fırsatı buldular.

    Hayatimda Ali Sile gibi bir arkadasim / kardesim olduğu için de çok şanslıyım.

    Beğen

Ali Gunertem için bir cevap yazın Cevabı iptal et