1948 ve 1952 yılları arasında formamızı giyen ve Şubat ayında kaybettiğimiz eski kaptanımız Reştan Aras, Fenerbahçe basketbolunun ilk yıllarını ve spor yaşamını Salon Tribünü ekibi için yazmıştı. Tarihimizin en uzak köşelerinden birisine ışık tutan bu değerli yazıyı arşivlerimizden çıkarıyoruz.
22 Şubat 2022 tarihinde aramızdan ayrılan Aras’ı saygı ve rahmetle anıyoruz.
1927 yılında Fenerbahçe stadının kapısına 500 metre kadar uzaklıkta, Kurbağalıdere kıyısında bir evde, Reşit Paşa Sokağı’nda, 12 numaralı evde doğdum. Okula gitmeye başlamadığım yıllarda, ilk hatıralarım arasında, oyalanmam için sokağın başındaki bir komşuya götürülmem ve orada Fenerbahçe maçlarını seyretmem var. Sonuç: Fenerbahçeli Reştan Aras.
İlkokula başlama zamanı geldiğinde, bu evimizi bırakarak Sakızgülü Sokak’ta bir eve taşındık ve ben evimize çok yakın olan 41. İlkokul’da okula başladım. İlkokulun son senesinde, üniversiteyi bitirene kadar yaşadığım Moda Cem Sokak’taki evimize taşındık. İlkokulu bitirdiğimde eğitimimin devamı için, o çevrenin birçok ailesinin birinci tercihi olan Saint Joseph Lisesi’ne kayıt oldum. Saint Joseph Lisesi, verdiği kaliteli eğitimin yanında, spora da çok önem veren bir okuldu. O kadar ki, okulun açıldığı gün, sınıf öğretmeninin gözetiminde her sınıfta takımlar teşkil edilirdi. Teneffüslerde oyun oynamak mecburiydi. Oyuna başlayamayan veya geciken takımların oyuncuları, vakit kaybetmeden sınıfa geri götürülür ve ceza olarak 100 satır yazı yazarlardı.

Saint Joseph’in ilk üç sınıfından sonra, “Grand Cartier” olarak adlandırılan ve 7. sınıftan başlayan bölüme geçilirdi. Grand Cartier’de, teneffüslerde voleybol ve basketbol oynanırdı. Yine aynı şekilde, sınıf öğretmeninin nezaretinde takımlar yapılırdı. Sabah teneffüsünde basketbol, öğle teneffüsünde basketbol oynama mecburiyeti aynen devam ederdi. Konu o kadar ciddiye alınırdı ki, bir sene okul açılmadan kısa bir süre önce apandisit ameliyatı olduğum için doktordan rapor getirerek oyun oynamamın sakıncalı olduğunu söylediğimde, bana teneffüsün başında topların bulunduğu yerden topu almak ve teneffüs sonunda topu yerine iade etmek görevi verilmişti. Sınıfın yaşça en küçüğü olduğumdan, ilk yıllarda takımlar yapılırken en sonlarda seçilenler arasında olurdum. Dokuzuncu sınıfa doğru bu durumu kapattığımda, yavaş yavaş birinci takıma seçilir olmaya başladım. Nedense voleybol hiç ilgimi çekmediğimden, voleybol oynanan teneffüslerde filenin sağında yer alır ve herkes dönerken ben yerimi muhafaza ederdim. Onuncu sınıfta bir gün, kütüphaneden kitap almaya gittiğimde Clair Bee adlı bir basketbol koçunun bir kitabını gördüm ve merak ederek aldım. Clair Bee’nin 1936 ile 1941 yıllarında Long Island University basketbol takımına birçok başarılar kazandırmış bir kişi olduğunu öğrendim. Birçok zorluğu yenerek, Clair Bee’nin başka kitaplarını da getirttim ve birçok yeniliği öğrenerek takım arkadaşlarıma öğretmeye başladım. Saint Joseph’ten diplomamı alınca, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavına girerek 1944 yılında inşaat mühendisliği eğitimine başladım.
İTÜ’de de sporu önemseyen bir ortam buldum. Üçüncü sınıfa geldiğimde, basketbol takımının yedekleri arasında boy göstermeye başladım. O tarihlerde İstanbul, spor salonu açısından pek parlak bir durumda değildi. Eminönü Halkevi’nde, nizami sahanın neredeyse yarısı kadar olan bir saha vardı. Robert Koleji’nin sahasında da kenardan şut atarsanız top balkona çarpıyordu. Neyse ki bir süre sonra Kadıköy Halkevi ve İTÜ salonlarının açılması ile İstanbul, düzgün iki spor sahasına kavuştu. Kadıköy Halkevi, sunduğu çeşitli imkanlardan ötürü bir süre sonra gençlerin ve özellikle Saint Joseph’lilerin ilgisini çekmekte gecikmedi. Kadıköy Halkevi’nde, kendi aramızda basketbol oynamaya başladık.
Bir gün bizi seyreden tanımadığımız bir kişi, kendisini Cem Atabeyoğlu olarak takdim ederek, bizlerle ilgilendi ve İstanbulspor’un basketbol takımında oynamaya davet etti. Teklifini kabul ettik ve kaçıncı ligde olduğunu hatırlayamadığım İstanbulspor’da bir süre oynadık. Bu sefer de, İTÜ Salonu’nda aramızda oynarken adını sonradan öğrendiğimiz Muhtar Sencer’den Fenerbahçe’de oynamak için davet aldık. Çoğumuz Fenerbahçeli olduğumuz için, teklifi memnuniyetle kabul ettik.
Fenerbahçe, o sene (1945) Şükrü Mete, Jak Habib, Aron Habib, Hanri Düvenyas, Mişel Gabay ve Raymond ile İkinci Küme’ye girmişti. Kısa süre sonra, 1947 senesinde Fenerbahçe, yeni transferleri ile Birinci Küme’ye yükseldi. Fenerbahçe’yi Birinci Küme’ye yükselten takımın oyuncuları: Ayduk Koray, Nejat Diyarbekirli, Sacit Seldüz, Affan Başak, Hikmet Vardar, Tuğrul Demir, Özcan Dinçer ve Reştan Aras’tı. Ben takım kaptanıydım ve Clair Bee’nin kitaplarından öğrendiklerimle antrenör olarak görev yapıyordum.

1951 sezonunun başlangıcına kadar, Fenerbahçe ile ilginç maçlarda yer aldım. İTÜ Salonu’nda Galatasaray ile oynayacağımız maçtan kısa bir süre önce Fenerbahçe, Dolmabahçe’de (İnönü Stadyumu) bir futbol maçını kazanmış, o maçın Fenerbahçeli seyircileri İTÜ Salonu’na gelmişti. Maç başladı ve kısa bir süre sonra ilk basket Fenerbahçe’den geldi. Tribünlerdeki Fenerbahçe seyircisi hep bir ağızdan “Gol!” diye bağırınca bazı seyircilerden sesli gülmeler geldi.
1951 yılı Ekim ayında, Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmak üzere ABD’ye gittim. 1953’de askerlik görevimi yapmak için Türkiye’ye döndüm. Askerlik görevini yaptıktan sonra, NATO petrol boru hatlarının projesini yapan “Wilson – Amman and Whitney – Husted” adlı şirkette ve daha sonra bu projeyi uygulayan “Foster Wheeler Française” şirketinde çalıştım. 1956 yılında tekrar ABD’ye dönerek, 1963 yılına kadar “Steinman – Boynton – Gronquist – London” adlı müşavir mühendislik firmasında ve “Univac Division of Sperry Rand” firmasında bilgisayar programcısı olarak çalıştım.
1963 yılında Türkiye’ye döndüğümde, Birinci Küme’de oynayan İTÜ takımına bir süre antrenörlük yaptım. Takip eden yıllarda sadece iyi bir basketbol seyircisi olarak ve ECA, Koç ve Eczacıbaşı şirketlerinde yönetici olarak yaşamımı sürdürdüm.

Bundan sonra anılarımı kronolojik sırada değil, gelişigüzel anlatmak istiyorum. Burada biraz geriye giderek Saint Joseph’lilerin basketbola katkılarına değinmek isterim. Basketbol oynadığım yıllarda Saint Joseph’li basketbolculardan, çeşitli takımlarda oynayan arkadaşlarımdan Nejat Diyarbakırlı, Güney Ülmen, Tuğrul Demir, Gökşin Sipahioğlu, Haşim Tankut ve Tevfik Tankut’u hatırlıyorum. Bunlardan bazıları milli takımda, bazıları devam ettikleri üniversitenin takımlarında oynamışlardı.
Fenerbahçe’de oynadığım yıllarda takıma adeta gökten iner gibi gelen Chuck Rosenkronz adlı bir Amerikalıdan söz etmek isterim. Chuck, Karamürsel’deki Amerikan birliğinde astsubay olarak görev yaparak Fenerbahçe ile temas kurmuş ve basketbol takımında oynamak istediğini söylemiş. Kendisini tanıdığımızda sadece iyi bir basketbolcu olduğunu görmedik, hepimizle çok iyi arkadaş olabilen, takıma hemen intibak eden bir sporcu olduğunu gördük. Takım kendisinden bir hayli yararlanmıştı.
Bir Fenerbahçeli olmama rağmen, kısa bir süre Galatasaray basketbol takımına antrenörlük yaptığımı anlatmak isterim. Bir gün çalışırken Tuğrul Demir ve Galatasaray kalecisi, “Kova Osman” lakabı ile meşhur Osman İncili ofise geldiler. Katıldıkları bir turnuvada, kısa bir süre sonra bir Bulgar takımı ile maçları vardı ve antrenörleri görevi bırakmıştı. Benden takıma antrenörlük yapmamı istiyorlardı. Fenerbahçeli olduğumu ve birçok futbol maçında kaleci Osman’a meşhur lakabı ile bağırdığımı hatırlatmama rağmen ısrar ettiler. Görevi kabul ettim. Bir haftalık bir çalışma sonrasında Bulgar takımı ile İstanbul’da oynadık ve kazandık. Bir hafta sonra Sofya’ya giderek aynı takımla tekrar karşılaştık. Az bir farkla maçı kaybettik. Bu olay, o tarihlerdeki Galatasaraylı basketbolcularla kalıcı güzel ilişkiler kurmamı sağladı. Onları burada tekrar sevgi ile anmak istiyorum.
Anmak istediğim diğer bir kişi, herkesin dönemin en iyi hakemi olduğu konusunda hemfikir olduğu Yuda Çerasi’dir. Çerasi, ufak tefek yapısından umulmayacak kadar sert, aynı zamanda dürüst bir hakemdi. Katiyen oyuncunun kişiliğinden etkilenmez, isim yapmış oyunculara bile düdüğünü çalardı.
50’li yıllarda basketbolda bir Hüseyin Alp olayı yaşadık. Hüseyin, Sivas’ın Kangal ilçesinde doğmuş ve İstanbul’a göç etmiş 2.15 boyunda bir köy delikanlısıydı. İTÜ’lü basketbolcuların dikkatini çekmiş, basketbol oynamaya ikna edilmişti. O tarihlerde İTÜ’nün antrenörlüğünü yaptığım için, Hüseyin’e basketbolu sıfırdan başlayarak öğretmek bana düşüyordu. Hüseyin o boyla topu aldığında, beline indirmeyip omuzları hizasında tuttuğunda kimsenin ondan topu çalmasına imkan yoktu. Hüseyin’e bu basit konuyu öğretmek bile bir hayli zaman almıştı. O tarihlerde üç saniye alanı şimdikinden daha küçük olduğu için, Hüseyin potaya yakın oynayarak bir hayli verimli olabiliyordu. Amerika’ya gittiğimden ötürü, bir süre sonra Hüseyin’den haber alamadım. Hüseyin basketbolu bırakarak bir müddet piyango bileti satmış, daha sonra filmlerde oynamış ve 1983 yılında, 48 yaşında vefat etmiş.

Türkiye basketboluna damgasını vurmuş ikinci bir Hüseyin de Hüseyin Öztürk’tür. Amerika’da yerleşik bir Türk ailesinin oğlu olan Hüseyin, kolej eğitimini tamamladığında Türkiye’ye yollanır. Hüseyin, Galatasaray kulübüne gelerek basketbol oynamak istediğini söyler ve isteği kabul edilir. Galatasaray’dan başka, mili takımda da oynayan Hüseyin, Türk basketboluna yeni bir nefes getirir. 1949’da Mısır’da düzenlenen ve millli takımımızın katıldığı Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda, turnuvanın en skorer ve en değerli oyuncusu olur. Bu gurur veren olay, aynı zamanda basketbolumuzun seviyesi hakkında da bir fikir verir, seviyesinin ABD kolej seviyesinde olduğunu göstermiş olur.
Basketbol ile ilgili bazı komik olaylar da olmuyor değildi. O tarihlerde İstanbul’a Amerikan uçak gemileri geliyordu. Devrimci gençler Amerikalı bahriyelileri Dolmabahçe’den denize atarken, İTÜ’lü genç basketbolcular onlarla dost olma yolunu seçmişlerdi. Basketbol oynamak isteyen bahriyelileri İTÜ Spor Salonu’na davet ediyorlar, onlarla dostluk kuruyorlar, basketbol oynuyorlardı. Bu karşılaşmaların en önemli yönü, Amerikalılar ile dostluğu pekiştirerek onların Türkiye’de çok zor bulunan nizami basketbol toplarını İTÜ’ye bırakmalarını sağlamaktı. Bir süre sonra dostluklar öyle bir ilerlemişti ki, uçak gemilerine davet edilip orada basketbol oynamaya, daha çok top almaya başlamıştık.

Bugünlerde oynanan basketbolun, söz konusu ettiğimiz tarihlerdeki oyun kurallarından çok farklı olduğuna da işaret etmek gerekir. Değişen kurallarla 20 dakikalık 2 devre 10 dakikalık 4 periyot olması; belirli bir uzaklıktan atılan basketlerin iki yerine üç sayı sayılması; üç saniye alanının (kısıtlamalı alan) genişletilmesi; 24 saniye kuralı ve birçok yenilikler basketbolu daha hızlı ve daha ilginç bir oyuna dönüştürmüştür. Türkiye Basketbol Federasyonu, bu kuralları Basketbol Oyun Kuralları adlı 89 sahifelik bir kitapta açıklayabilmiştir.